top of page
Eda Sancakdar

Makinedeki hayalet


Red Bull Art Around’un üçüncü edisyonu, Naz Cuguoğlu, Mine Kaplangı ve Serhat Cacekli’den oluşan Collective Çukurcuma küratörlüğünde Hayaletler başlığıyla 4 - 20 Mayıs tarihleri arasında Arnavutköy’de gerçekleşti. Merve Ünsal, Eda Sancakdar, Ebru Yetişkin ve Ulya Soley’i, ilhamını Derrida’nın hauntology kavramından alarak geçmişe dair bitmeyen bir nostalji duygusunu hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek tahayyülüyle bir araya getiren Hayaletler üzerine birlikte düşünmeye davet ettiğimiz diziyi, Eda Sancakdar’ın yazısıyla sonlandırıyoruz

Albert Von Schrenck-Notzing, CA. 1913, Medium Stanislawa P.

“Hayaletler, kabuklu deniz canlıları gibidir.” der Steven Connor; koruyucu bir dış yüzeye muhtaç, içerisinde şekilsiz, akışkan, eter. Ruhlardan farklı olarak, hayaletlerin var olmak için uygun bir beden bulmaları elzemdir. Bedensiz algılanamaz, iletişime geçemezler.

19. yüzyıl, şeklini bulmaya çalışan bu hayaletlerin hikayeleriyle doludur. 1830’lardan itibaren telgraf, fotoğraf makinesi, telefon, video kamera ve radyo art arda icat edilir, hayaletlerin iletişime geçmesine olanak sağlayacak çeşitli makine-bedenler sırasıyla ortaya çıkar. Belki de bu sebeple iletişim sağlamak için geliştirilen her teknolojinin yolu bir noktada hayaletlerle kesişmiştir. Her biri, tarihinin bir döneminde geçerliliğini başka dünyaların varlıklarından izler bulmak, onları zapt etmek çabası üzerinden kanıtlamaya çalışmıştır. Hayalet, telefondaki cızırtı, fotoğraftaki leke, radyoda hiç yakalanamayan frekanstır ve her eski teknolojinin hayaleti, bir sonrakine musallat olur. Bu makinelerin her birinin tarihi detaylı bir hayalet hikayesi olarak anlatılmayı hak ediyor. Ancak bu yazıda, özellikle fotoğraf makinesinin hayaletler ile kurduğu ilişkiye değinmek istiyorum.

Jonathan Crary, 19. yüzyılda yeni bir tür ‘gözlemci’nin doğduğundan bahseder ve bunu fotoğraf teknolojilerinin doğuşu ile ilişkilendirir. Bu yeni gözlemci modernitenin ‘saklı gerçeği’ ortaya çıkarma saplantısının bir parçası olarak Batı dünyasının doğurduğu bir karakterdir. Dünyayı, Huberman’ın da dediği gibi dokunmadan, ‘sadece ve durmadan izleyerek’ çözmeyi hedefler. Bunu modern olmanın bir gerekliliği olarak görür. Zira, gözlemlenemeyen ‘şey’ bilinemez ve bilin-e-meyen, modern özne için tehlike arz eder. Bu gözlemcinin ve içine doğduğu dünyanın en büyük ilgi alanı ise insan bedenidir. 19. yüzyılda insan bedeni, aynı dünyanın henüz bilinmeyen kıtaları gibi, haritalandırılıp çözülmeye çalışılan gizli bir bulmaca olarak algılanır. Amaç, görünen yüzeylerdeki (cilt, saç, mimikler gibi) işaretleri kaydederek, görünemeyen yüzeylere dair (karakter, ruh) bilgi edinmektir.

Fotoğraf makinası tarihe böyle bir dönemde, bilimsel bir araç olarak giriş yapar. Bilim insanları, nörologlar, ruh bilimciler, birer fotoğrafçı olarak anılmak ister. Nörolojinin ‘babası’ olarak kabul edilen Charchot “Ben icat etmiyorum, çünkü ‘şeyleri’ olduğu gibi ele alıyorum, onları ‘fotoğraflıyorum’.” der. Walter Benjamin ise, “Fotoğrafçının cesareti ancak bir cerrah ile kıyaslanabilir.” diyerek açıklar durumu. Bilim insanı Albert Londe, fotoğraf makinesini “bilim adamının gerçek retinası,” bilim insanını da “fotoğrafçı” olarak tanımlar. Özetle 19. yüzyılın ikinci yarısında artık gözlemci / fotoğrafçı / bilim insanının yegâne amacı görünmeyeni görünür kılmak, durdurmak, yakalamak, analiz etmek ve böylece dünyayı kontrol etmek, ona ait olmak ve daha önemlisi ona ait olmayanı teşhis etmektir.

M. Parkes (England), Mrs. Collins & Her Husband's Father, Recognized by Several, Albumen carte de visite, 1875

Histerik bedendeki hayalet

Şu ana kadar arka plan olarak resmetmeye çalıştığım dünyaya kadın bedeni ve bu bedene musallat olduğu düşünülen ‘kadınlık’ ciddi bir ‘görünürlük’ problemi olarak giriş yapar. Histeri hastalarında vücut bulduğuna inanılan kadınlığın bir hayalet gibi bedeni ele geçirdiğine inanılır. Burada hayalet sözcüğünü sadece bir metafor olarak kullanmıyorum. Zira önde gelen nörologlar histeriyi kadınlığın doğasına ait bir durum olarak tanımlarken, bu ‘kadınlık hastalığı’nın geçmişini cadılar, büyücüler gibi hayaletler ile iletişim kurabilen veya onlar tarafından ‘ele geçirilen’ (possessed) kadınlar ile açıklarlar (Didi Huberman). 19. yüzyıl bilim dünyası histeriyi bir tür delilik, kadınların kendilerini izlence haline soktukları, kadınlıklarının derinlerden yüzeye çıktığı bir durum olarak tanımlar. Cinsel arzunun artık saklan(a)madığı histeri nöbetlerinde, kadın ‘ele geçirilmiş’ gibi görünen bedeninin hareketlerini kontrol edemez, birden fazla insana dönüşür, başkasının sesi ile konuşur ya da konuşmayı tamamen reddeder (hysterical muteness - aphasia hysterica). Ancak sessizlik önemli değildir çünkü histeri, iletişim kurabilmek için ciltte bıraktığı izleri kullanmaya devam eder: Kızarıklıklar, yara izleri, geometrik şekiller... Tüm bu lekeler geldikleri gibi sebepsiz ve zamansız, yok oluverir. ‘Histerinin iz’leri (hysteric stigmata) görülemeyen’i işaretler. Görülemeyen, ise, kadındır. Kadın bedeni, içinde şekilsiz bir karmaşayı muhafaza eden, onu zapt etmeye çalışan bir kabuk gibidir ve fotoğraf makinesi onu ‘durdurabilecek’ tek teknolojidir.

Carchot, Duchenne, Baraduc, Londe gibi birçok ünlü bilim adamı kadınları kullanarak binlerce fotoğraf çeker. Amaç kadını kâğıt üzerine sabitleyebilmektir, ancak bu, beklendiği gibi kolay olmaz. Zira nöbet geçiren kadın sürekli hareket halindedir ve onu durduramayan fotoğrafçı tab ettiği imajda çoğunlukla koca bir leke ile karşılaşır. Bu lekenin, eterin, şekilsiz, akışkan ‘ektoplazmanın’ kadını delirten ‘hayalet’ olduğuna ikna olunması uzun sürmez.

Séance with medium Eva Carrière, 1913, The Public Domain Review

Kadın, hayalet ve teknoloji arasındaki bu ilişki iki yönlüdür. Bir yandan bedeni, cildi, tab edilebilecek, ışığa ‘duyarlı’ bir kağıt gibi işler; hayaletlerin fotoğrafçıya bıraktığı izlerin sergilendiği pasif bir yüzey olur. Kadın bedeni hayalete teslim olmuştur ve Onun aklı selim olanla, ‘erkekle’ iletişimini böyle sağlar. Ancak bağlantı hep cızırtılı, çoklu, katmanlıdır. 20. yüzyıl ortasına kadar devam eden ‘bilimsel’ çabalar sonuçsuz kalır, ‘gerçek’ bilgiye, kabuğun içindeki hayalete ulaşılamaz.

Öte yandan, kadın her zaman musallat olunan değildir. Örneğin ilk feminist hareketler, kontrolü ele alıp, ‘erkek’ fotoğrafçıyı hayalet ile arasından çıkaran kadınlarla başlar. Spiritüalistler olarak anılan bu grup zamanla erkek egemen olmayan yegâne politik organizasyonlardan biri haline gelir. Tom Gunning, spiritüalistleri ‘I. Dünya Savaşı öncesi en radikal politik grup’ olarak tanımlar. Bu kadınlar ilk feminist hareketleri organize eder, kölelik karşıtıdırlar, evlilik hukuk reformları ve kadınların cinsel özgürlüğü için savaşırlar. Hatta Amerikan tarihinde başkanlığa aday olan ilk kadın, Victoria Woodhull Martin (1838 –1927) böyle bir spiritüalist, bir ‘medyum’dur.

Ancak tüm bunlardan önce kadın medyumların ilk büyük reformu, az önce belirttiğim gibi hayalet ile aralarından hem fotoğrafçıyı hem de makineyi çıkarmak olur. Seansları kadın medyumlar yönetir. Artık kadın, kendisi bir makinedir. İletişim için tek ihtiyaç duyduğu kendi bedenidir.

Gunning şöyle der, medyum bir anlamda pasiftir, çünkü bedenine hayaleti kabul etmesi gerekir, ama bu dinamik bir pasifliktir… algıları açık, duyarlı bir araç (medium)tır medyum. (Gunning, sp, p.52). Bu yüzden olsa gerek, spiritüalistler tüm medyumlarda-erkek veya kadın-aranan özellik olarak feminenliği şart koşarlar. Feminenlik, ‘negatif’ güçtür. Burada negatifi yanlış yorumlamamak gerek. Negatif, medyumların elektrik ve fotoğraf makinesinden esinlenerek kullandığı bir terimdir (negatif-pozitif arası akım). Bu negatif güç, hayaletin ‘vücut bulması’ için gerekli bir ortam yaratmak adına şarttır ve kaynağını ‘feminenlik’ den alır. Negatif gücü kullanabilen medyumlar, karanlık bir perdenin arkasında ayinlerini gerçekleştirir ve perdenin dışına sadece istediği kadarını gösterir (çoğu zaman hayalete benzer bir kumaş, deri parçası, eter-ectoplasm). Gunning bu sürecin fotoğraf makinesinin işleyişine ne kadar benzediğini şöyle anlatır: “Kadın medyum (ve medium - araç) karanlığa girer (camera obscura) ve kendinin bir kopyasını aydınlığa bırakır”.

Kadın, bir anlamda fotoğraf makinasını analitik, eril, modern gözden arındırmış, teknolojinin kendi bedeni üzerinden yarattığı ‘gerçek, görülebilendir’ eşitliğini büyük bir oyun ile bozmuştur. Bu, makinenin ve dolayısıyla ‘modernitenin’ başarısızlığının hikayesidir. Fotoğraflarda ne olduğu anlaşılmayan bir leke ile her karşılaşıldığında hatırlamak gerek ki, makinenin tarihi, aynı zamanda bir hayalet hikayesidir; kabuğuna zapt edilmeye çalışılan ‘kadınlığın’ teknolojinin tarihine ve geleceğine musallat olmasının hikayesidir.

Commenti


bottom of page