top of page

Mardin Bienali ya da odadaki fil

Bu yıl 6. edisyonu  Ali Akay küratörlüğünde Daha Uzaklara başlığıyla gerçekleşen Mardin Bienali’ne dair izlenimlerimizi aktarıyoruz. Bienal, 10 Haziran'a kadar görülebilir


Yazı: Ahmet Ergenç



İngilizcede “odadaki fil” (elephant in the room) diye bir ifade var. Bir odanın içerisinde duran bir fil kadar büyük ama hakkında konuşulmayan şeyleri ifade ediyor. Tanımı şöyle: "Herkesin bildiği ya da aşikâr olan ancak tartışmalı, kışkırtıcı ya da tehlikeli olduğu için kimsenin bahsetmediği önemli bir konu için kullanılan mecaz anlamlı bir deyim." Buradaki mecazi fil, insanların hakkında konuşmak istemediği bariz bir sorun veya zor durumu temsil ediyor.


Mardin Bienali’ni ziyaret ettiğimde kafamda sürekli bu mecaz döndü: Orada, bütün “eski” Mardin’e, o “romantik” Mezopotamya manzarasına oturmuş bir fil var ama biz onu konuşmamaya çalışıyoruz. Bu fili konuşmak, Bienal’in (ya da Mardin ve bölgesindeki herhangi bir “kültürel-sanatsal” olayın) politikasını ya da en azından stratejisini konuşmak anlamına geleceği için önemli. Bu nedenle Bienal’den önce, evvela bu “fil”i konuşalım.


Bu fil bize en azından üç şeyi açıkça söylüyor: 1) Daha Uzaklara temasıyla kurulan bu bienalin de Mardin’deki sanatçılar, yazarlar ve akademisyenlere -nasıl olur da? ne hakla?- hiç yer vermemesi. 2) Bienal’in Mardin ile kurduğu ilişkinin neredeyse “romantik” bir Mardin olması, Mezapotamya, büyü, sihir vs. jargonun halen hakim olup, şehirdeki reel politik-kültürel gerilimlere (dile, tarihe, coğrafyaya) pek işaret edilmemesi. 3) Bienal’in “çok-kültürlü” ve çok-dilli yapısıyla bilinen Mardin’i iki dile (Türkçe ve İngilizce'ye) indirgemesi.


Adem Bulut, 9. Mardin Bienali, Performanstan görüntüler


Bu yıl, bu konuşulmayan fil, bienal sırasında kendi konuşmaya başladı: Adem Bulut 9. Mardin Bienali adlı bir performans yapıp (6’yı zekice ters yüz ederek) bir kayıp muhataba işaret etti: Sokakta karşısına bir boş tabure koydu ve o tabureye oturacak kişilere “bienale ilgili her şeyi anlatacağını” vadetti ama kısık bir sesle. Bu kayıp muhatap ve belirsiz açıklama Bienal’in kalbindeki bir boşluğa işaret ediyordu. Enver Basravi çok dilli -Kürtçe, Ermenice ve Arapçayı da ekleyerek- Bienal posterleri tasarlayıp bunu Göz ardı Edilenlerin Hatırası adıyla bir performansa çevirdi ve Mardin duvarlarına bu posterleri astı. “Buyurun bir de buradan yakın” ya da “bakın” der gibi.  


Enver Basravi, Göz ardı Edilenlerin Hatırası


Filin konuşması bununla da kalmadı: Serdar Soykan, Oğulcan Yiğit Özdemir, Hazan Özturan, Mahmut Wenda Koyuncu, Seçil Epik, İlker Cihan Biner ve Mehmet Mahsum Oral Mardin’de Bienali’ndeki namevcut Mardin’e, dil tarih coğrafyanın bienale dahil olmamasına, Mardin’in bir “büyülü” imgede sıkışıp kalmasına dair itirazı yüksek ve iyi yazılar yazdılar.[1] Yani bu yıl, o konuşulmayan fil, odadaki fil, adeta eline bir megafon alıp sahneye çıktı. Ya “basta” ya da “edi bese” der gibi.


Bu yazıda hayretle bahsetmeyi düşündüğüm bütün handikaplar zarafetle önceki yazılarda ifade edildiği için, bu konuda şunu söylemekle yetineceğim: Bienal’in yapıldığı şehri yok sayma lüksü artık bitmiştir, bundan sonraki bienallerde Mardin’i yok sayan ya da egzotik bir temsile sıkıştıran bir program ancak kötü bir şaka olabilir. Dileyelim ki, yıllardır süren bir “yok sayma” eğiliminin telafisi olarak,[2] bundan sonraki bienal Mardin’den bir oluşuma teslim edilsin ve konuşma programını da mesela Artuklu Üniversitesi’ndeki akademisyen kadrosu organize etsin. Orada, o “dil, tarih, coğrafya”nın kendisi, kendi adına konuşsun. Mardin’de konuşan sadece “taşlar” ve manzara olmasın.[3]


Kimlikler meselesi ya da Ferrarisi olmayan bilge


6. Mardin Bienali afişi


Bienal’in bu handikaplarının temelinde yatabilecek kavramsal çerçevesine de biraz yakından bakalım. Ali Akay’ın Daha Uzaklara temasıyla kurduğu Bienal’in kavramsal çerçevesine, adından da anlaşılacağı üzere, bir şeylerin ötesine geçmek, ufku aşmak, Hegel, Marx, Nietzsche gibi filozofların “aşma” hareketine yaklaşma isteği hâkim. Yani, şöyle: Uzağa, düşünsel bir ufuk çizgisinin ötesine bakalım ve mevcut düşünsel yapıları, kimlik politikalarını velhasıl “dil, tarih, coğrafya”yı aşmayı deneyelim.


“Kimliksizleşme kavramı, bir anlamda, yerelliğin ötesine geçme istencidir.” diyor Ali Akay ve böyle bir kimliksizleşmeye çağrıda bulunuyor. Ama burada her ne kadar bir iyi-niyet olsa da kimlik denilen şeyi aşmak, bir kimliksizleşmeye savrulmak için önce o kimliğin tanınması gerektiğini görmeyen bir “uzağa bakış” var. Birilerinin kendi geleneklerinden, kimliklerinden, dillerinden vs. özgürleşmesi ve daha nomad ya da benzeri olması için önce bunların kabul edilmesi lazım. Batı-dışı modernleşme teorilerinin ve azınlık-modernite tartışmalarının çelişkisi de bu: Olmayan şey aşılamaz. Ya da o new-age klasiğine göndermeyle söyleyeyim: Ferrari’sini Satan Bilge olmabilmeniz için önce Ferrari’niz olmalı.


Deleuze’e karşı Spivak


Cevdet Erek, Derisiz Defler, Performans ve Anlatı, 11 Mayıs 2024 Cumartesi


Binlerce kişinin ve dahi, halkların kimliklerinden ötürü hem geçmişte hem de bugün şiddete maruz kaldığı bir bölgede kimliksizleşmeden bahsetmek bir özgürleşmeye değil, olsa olsa asimilasyona ve durumu kabule işaret edebilir. Mardin’deki durum Nietzsche ve Deleuze’den çok mesela E. Said, Derrida, Fanon ya da Spivak’ı sahneye çağırmayı gerektiriyor. [4] Basitçe, kimliği aşma isteğinden önce, kimliğin tanınması (recognition) ihtiyacı.


Solda: Nasan Tur, Mardin’in Gölgeleri, 2024, yanmış halı, 300 x 400 cm. Sanatçının ve Dirimart'ın izniyle

Sağda: Aslı Çavuşoğlu, Kasten Gömülmüştür, 2024, Seramik, el dokuma hasır, halat


Bienal programı hem çerçeve hem de tavır olarak Mardin’deki kimlikleri kapsasaydı ya da en azından bu kimliklere ve olaylara bir selam gönderseydi, Bienal dahilinde sahne alan Murat Ertel ve Gu Gu Ou’nun o karnavalsı müziğinin ya da Cevdet Erek’in o dalga dalga yayılan ses performansının havası bienalin ve şehrin tamamına da yayılabilirdi. Böyle bir kapsayıcılığa ulaşmayı ıskaladı bu Bienal. Bienal’de çok iyi işler vardı. Mesela Sarkis’in, Ayşe Erkmen’in, Nasan Tur’un, Güneş Terkol’un, Aslı Çavuşoğlu’nun, Ali Kazma’nın, Ahmet Öğüt'ün ve İrem Günaydın’ın işleri. Ama tek  tek işlerin iyi ve çarpıcı yanları o konuşulmayan filin gölgesinde kalıyordu.


Bu bienaldeki bence insanda “eksik” bir his bırakan bir diğer şey de Mardin sokaklarının, kamusal alanın, Mardin’deki “garip” ara bölgelerin hemen hemen hiç kullanılmamasıydı. Her şeyin kapalı duvarlar ardına, kapalı binalar içine hapsedilmiş olması da bienalin “hayati” (ve bence politik) damarlarını da zayıflatan şeylerden biriydi. Mardin sokaklarını hissettiren Bienal-dışı bir etkinlik vardı mesela: Murat Küçük’ün Akan Beden programı kapsamında yaptığı Mardin Fragmanları adlı yürüyüş rotası, Mardin’in tuhaf köşelerine, terk edilmiş noktalarına bir “içeriden” bakış sundu ve bizi Mardin’le bir daha tanıştırdı. Mardin’in dil tarih coğrafyası yok sayılmadı, tam aksine bu yürüyüşte ete kemiğe büründü. Keşke Bienal de bunu yapabilseydi.  


PS: Off-Bienal


Bienal’in belki de en şaşırtıcı ve güzel tarafı, Bienal programına dahil olmadan şehre yerleşen alternatif sergilerdi. Daha çok bölgeden sanatçıların Bienal’in yan programı gibi davranmadan sergiledikleri işler bu yazının boyutunu aşıyor. Bu işler üzerine başka bir yazı yazacağım, şimdilik sizi Mardin’deki alternatif sergileri bir araya getiren şu linkle baş başa bırakayım: https://www.instagram.com/hangiserginerede/


 

[2] Bu arada, yukarıda bahsettiğim yazıların birkaçında Bienal’in ‘yıllar boyunca’ izlediği hatta dair de bir açıklama var: yani açıkça görülüyor ki burada bir tarihsel muhasebe yapılıyor, onun vakti çoktan gelmiş.

[3] Mehmet Mahsum Oral bienale dair poetik-eleştirel yazısında Mardin’deki manzara merakında namevcut olan şeyini her ne hikmetse, “insan” olduğunu söylüyor: https://argonotlar.com/hayatta-yalniz-serabi-var-sana-olan-sevgimin-mardin-bienali/

[4] Seçil Epik de yazısında benzer bir şey yapmış, Deleuze’e karşı Spivak’ı öne sürmüş: https://argonotlar.com/daha-uzaklar-ne-kadar-uzakta-mardin-bienali/

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page