top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Ergenç

Masa: Dünyanın Sesi. Kayıt.


Sinan Bökesoy'un kişisel sergisi Yalnız Ağaçlar, Sanatorium'da 24 Şubat 2019'a dek devam ediyor. Ahmet Ergenç, Masa başlıklı köşesinde bu hafta Bökesoy'un İstanbul, New York, Tokyo, Madrid, Cenova ve Atina'dan birer ağacın etrafından alınan ses kayıtları ile şekillenen yerleştirmesi üzerine yazdı

880 kelime

Sinan Bökesoy, Yalnız Ağaçlar sergi görüntüsü

Yalnız ağaçların tuhaf bir duygusu vardır: Doğal bir manzara içinde ya da şehir manzarasında yalnız duran ağaç insana özel bir sır vermek istiyor gibidir. Bir şeylerin tanığı olan ama bunu iletemeyen bir varlık gibi. Bu bakımdan biraz buruk bir sır bu, yalnız olmasının getirdiği, kolektif ağdan (orman vs.) kopmuş olmanın burukluğu. Yalnız ağaç bu bakımdan hem görüntüsüyle büyüleyen hem de insana bu hikaye böyle olmamalıydı dedirten bir şey olabiliyor. Belki de bu yüzden Bergman, Tarkovsky ve Trier gibi poetik sinemacılar yalnız ağaç görüntüsünü huşu verici ama biraz da rahatsız edici bir görüntü olarak kullanmışlardır. Bu ağaçlar, pek duyulmasa da etraflarına tuhaf bir uğultu yayıyor gibidir.

Sinan Bökesoy, Sanatorium’daki haptik ve işitsel yerleştirmesinde bu tuhaf duygu ve uğultu etrafında dolaşıyor. Dünyanın farklı şehirlerinden (İstanbul, New York, Tokyo, Madrid, Cenova ve Atina) ‘yalnız ağaçlar’a yerleştirilen mikrofonlarla elde edilen ses kayıtları, yani ağaçların ‘etrafındaki’ sesler, yani bir bakıma ağaçların duydukları galeri mekanında hem bir kaotik duygu hem de bir iletişim ağı oluşturuyor. “Adım sesleri, çocuk sesleri, motosiklet gürültüleri gibi ağaçların ortak hatıralarına dönüşen bu belgeler… galeri mekanında altı adet yalnız ağacın bir araya gelerek hayal ettiği ütopik bir ormana dönüştürülüyor.”

Bu kurgulanmış orman düzeneğinin güzel yanı şu: Seslerden tam da anlam verilemeyen, daha çok bir uğultunun içine gömülmek gibi hissettiren ‘deneyimsel’ (1) ve neredeyse ‘dokunsal’ bir etki yaratıyor. Ve buna bir de, seslerin ister istemez çağrıştırdığı bir hikayeler silsilesi, bölük pörçük duyulan ve hissedilen bir hikaye yığını eşlik ediyor. Bu hal de, bu mekanik enstalasyona yoğun ve anlatısal bir kıvam kazandırıyor. Sergi metninde bu ses-hikaye ormanı ‘ütopik’ diye tanımlanıyor ama ben buna ütopikten çok ‘heterotopik’ demeyi tercih ederim. Foucault’nun kullandığı anlamda bir heteropya oluşuyor galeri mekanında. İlker Cihan Biner de katalog yazısında heterotopyaya göz kırpmış, Türkçe karşılığıyla: "Yalnız Ağaçlar bizlere zihinsel ve mekânsal manzaralar sunuyor. Bu açıdan kurulumun alanını ‘başka yer’ olarak görebiliriz.” Heterotopya mekanlarının ‘başkalığı’ olağan akışın dışına çıkan bir yoğunluk, karmaşa, kesişme, açılma ya da uyuşmazlık taşımalarıdır. Bökesoy bu ‘başkalığı’ dünyanın farklı mekanlarının seslerini (ve hikayelerini) bir mekanda toplayarak yaratıyor. Sergideki bu enternasyonal ya da ülkeler-üstü halin de önemli olduğunu söylemek lazım. Farklı coğrafyalar arasında kurulan bu bağ, açıkçası fazlasıyla ‘antroposentrik’ kaygılarla bölünmüş ve tatsızlaşmış dünyada bir ortak his yaratma ihtimali taşıyor. Son zamanlarda insan-merkezciliği bir kenara atmayı ve insan-dışına bakmayı öneren bir eğilim var çağdaş sanatta, sinemada, edebiyatta ve sosyal bilimlerde. Bu sergi de bu eğilime eklemleniyor ve hem deneyimsel hem de politik bir an olarak, insan-dışına yöneliyor. İnsan ve şehir seslerini, ağaçların kulaklarından dinlemeye çalışmak, müthiş bir perspektif kayması değil mi?

Sinan Bökesoy, Yalnız Ağaçlar sergi görüntüsü

Yalnız Ağaçlar’da görülen bu kaydeden-kulak olma hali, dünyanın sesini kayda geçirme hali biraz John Cage’in ses-politikasını da andırıyor. 4’33’’ adlı ‘sessizlik’ performansıyla aslında dünyada sessizlik diye bir şey olmadığını gösteren Cage’in yaptığı şey, hem sessiz olduğu varsayılan anları hem de gürültüyü kayda geçirmekti. Böylece kendini seslere bir anlamda teslim edebiliyordu. Seslere karşı bir nevi Zen açıklığıydı bu. Alex Ross şöyle demişti: “Cage müziğinde dünyanın sesini kullandı, dünyanın sesi de Cage’in müziği oldu.” Böyle bir durumda hiçbir şey ile her şey iç içe geçebiliyor. Cage’in Hiçbir Şey Üstüne Konuşma adlı müzikal-metninde (2) takip ettiği iki şey var, biri sessizlik ve hiçbir şey, diğeri gürültü ve her şey. Şöyle bir sesle başlıyor: “Ama şimdilik sessizlikler var.. Söyleyecek hiçbir şeyim yok ve onu söylüyorum… Bu sessizliklerden korkmamıza gerek yok, bunlardan hoşlanabiliriz.” Ve sonra bu sessizliğe-duyma hamlesine her şeyi duymayı ekliyor: “Her an kesin, canlı ve dikkate değerdir. Karatavuk kuşlarının tarladan havalandıklarında çıkardıkları ses benzersiz güzelliktedir.” Sadece bu pastoral an değil, gürültüler de Cage’in ilgi alanına giriyor: “Gürültülere karşı da ayrımcılık yapılmıştı. Gürültüler adına mücadele ettim.” Cage’in bu ses-kaydedicisi ve ses-savunucusu pozisyonunu, bu son derece felsefi ve politik pozisyonu Bökesoy’da da bulduğumu söylemek isterim. Dünya bir ses duyurma, bir söylem mücadelesi alanı değil mi? Dinlenemez sayılan, kaotik ve ‘atonal’ sesleri toplamak, duyulur kılmak ve seslerden bir heteroglossia (bkz. Bakhtin) oluşturmak da gayet politik bir hareket değil mi?

Bu yerleştirmenin biçimsel olarak da isabetli bir yönü var: Ağaçları birer ağaç olarak ‘temsil’ etmek ve bir ‘büyülü orman’ nostaljisine yakalanmak yerine, ağaçları birer antene dönüştürerek biçimsel bir gerilim ve diyalektik yaratıyor. Organik olanı inorganik bir yerde yeniden yaratma çabası yerine (ki temsil politikası açısından nafile ve naif bir çabadır bu) ağaç fikrinin kendisini, ağacın zıddıyla, eskimiş bir endüstriyel ürünle hissettiriyor. Antenlerin o ‘modası geçmiş’ ve terk edilmiş hali, aslında şehirlerde yalnız duran ağaçların o tuhaf duygusunu bir ağaç temsilinden daha kuvvetli ve gerilimli bir şekilde hissettirebiliyor. Gerilimsiz anlatılar gibi, gerilimsiz temsiller de kendi içine kapanıp karikatürleşmeye mahkumdur genelde. Bu enstalasyon bu yaygın temsil hatasından muaf olması açısından da kayda değer. Ağaçların duyduklarını ‘büyülü ağaç’ nostaljisine yakalanmadan, bu duyulanları kaydederken yapılan müdahaleyi de temsilin bir parçası kılarak, gerilimli bir şekilde hissettiriyor. Panteist ve romantik değil, materyalist ve diyalektik bir hassasiyet. Kayıp geçmişten değil, şimdi burada olandan feyz alan bir hassasiyet. Bu yüzden de metafizik değil, haptik bir his yaratıyor: Ağaçların kulakları sizin kulağınız oluyor, metaforik değil, literal anlamda.

Sinan Bökesoy, Yalnız Ağaçlar sergi görüntüsü

(1) Yakın zamanda ‘deneyimsel’ ile ‘deneysel’ arasındaki farka dikkat çeken Zafer Aracagök’e de bu vesileyle bir selam göndermek isterim. ​

(2) Bkz. John Cage, Seçme Yazılar, Pan Yayıncılık, 2012.

Comments


bottom of page