Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabında uzun uzun tasvir ettiği Füsun ve ailesi acaba bebekli bir ziyaretçiyi geri çevirir miydi? 8 Mayıs Pazar, yani anneler gününde kucağımda bebeğimle Boğazkesen’de Masumiyet Müzesi'nden kapı dışarı edildiğimde kendime bu soruyu sordum...
Görsel: babyccinokids.com
Uzun süredir Avrupa’da yaşıyorum. İstanbul’da sanat tarihi okuduktan sonra Avrupa’da küratörlük üzerine yüksek lisans yaptım. Yaklaşık on beş senedir Türkiye’de ama daha çok dışarda bienal, documenta, galeri, devlet ve özel müzelerde sergi rehberliğinden küratörlüğe farklı görevlerde çalıştım. Daha önce hiçbir müzede ataerkil otoriteden beslenmiş böylesi sert bir tavırla karşılaşmamıştım. Bu çirkin bir deneyimi memleketinde yaşamış olmak özellikle can sıkıcı.
Geçen sene yazar Audre Lorde’un yazılarından yola çıkarak Stuttgart’ta Mothers, Warriors and Poets (Anneler, Savaşçılar ve Şairler) isimli bir tartışma programı ve serginin küratörlüğünü gerçekleştirdim. Sanat dünyasının sanki sanatçılar hiç ebeveyn olmazmış gibi bir tutum sergilemesini, anne-sanatçıların yaşadığı haksızlıkları konu alan discursive bir sergiydi. Amacımız anne olduktan sonra özellikle kadın sanatçıların sanat kurumları, küratörler ve sanat çalışanlarından gördüğü dışlayıcı tavrı sorgulamaktı. Masumiyet müzesinde yaşadığım bu deneyim üzerine yalnızca sanatçı-ebeveynlerin değil aynı zamanda çocuklu ailelerin de izleyici olarak bu baskı ve ayrımcılığı yaşadığını gördüm.
Edebiyat tutkunu ve öğretmeni olan, yüksek lisansını Kafka üzerine yazmış eşim ilk defa İstanbul’a geliyor. Üstelik Masumiyet Müzesi’ni ana dili olan Almancadan yeni okumuş. Almanya’da lise öğrencilerine edebiyat dersinde Orhan Pamuk okumaları vereceğinden konuşuyoruz yolda. İstanbul’da bizi ağırlayan ve çocuklu aileler için her türlü kolaylığı ve çalışma imkanını sunan Tarabya Kültür Akademisi’nden yola çıkıyoruz. Onu heyecanla Masumiyet Müzesi’ne götürüyorum. Önüne geldik. Kapı kapalı. Sol tarafında cezaevi görüşmelerini andıran küçücük bir pencere. İçerisi karanlık, küçücük pencereden birşey pek görünmüyor. Belirsizlik içinde müzenin önünde bekleşirken, pencere açılıyor. Orta yaşlı bir bey bize iki bilet satıyor. Bu sırada 10 aylık bebeğimiz Teo da bizimle. Bilet satıcısı Teo’yu görüyor, bize bir şey demeden bileti satıyor. "Bebek arabası için asansör var mı?" diye soruyorum. "Yok". Bu sırada içeri girerken bebek arabasında oturmaktan sıkılmış Teo henüz kendisini kelimelerle ifade edemediği için biraz mızmızlanıyor, ağlamaklı oluyor ama tam ağlamıyor. Biliyorum ki, anne kucağı istiyor. Birazdan kucağıma aldığımda sakinleşecek. Öyle de oluyor. İçeri giriyoruz, bileti aldığımız müze görevlisi bize yaklaşıyor ve "tek tek gezseniz müzeyi, biriniz bebekle beklese," diyor. "Ziyaretçilerimiz rahatsız olmasın." Peki, biz ziyaretçi olmuyor muyuz? Teo ağlamasa da sadece henüz bebek olduğu için o anda bir insan yavrusu değil müzenin havasını kaçıracak bir şey olarak görülüyor. Ne tuhaf, üstelik oldukça sakin o sırada. Üstelik sakin olmasa bile müzenin bu tavrı çok sorunlu değil mi? Halka açık bir müze belirli bir tip ziyaretçiyi kabul etmiyoruz derse bu ne anlama gelir? Müze görevlisinin söyledikleri bana çok dokunuyor ama anlamaya çalışıyorum. Müzeye heyecanla gelen eşimin de keyfini kaçırmamak için sesimi çıkarmıyorum. Eşime müzeye girmesini, benim de onu bekleyeceğimi söylüyorum. Gezmesi uzun süren bir müze. İkimizin ayrı ayrı gezmesi hem tercih ettiğimiz bir şey değil hem de zaman anlamında çok zorlayıcı. "Bilet ücretinizi geri ödeyelim" diye bir şey söylenmeyince, bu defa konuyu açmak bana düşüyor. Talebime karşılık bilet param hemen geri ödeniyor, bir an önce müzeden ayrılmam için. Tüm bunlar olurken Teo kucağımda sakin bir şekilde etrafı inceliyor. Müze girişindeki Müze Manifestosunu okumak için başımı çeviriyorum. O sırada zaman kazanıp eşimi nerede bekleyeceğimi kestirmeye çalışıyorum. Çünkü anne ve çocuğu biletleri sattıktan sonra kabul etmeyen müze görevlilerinin anlaşılan bu konuda bir fikri ve önerisi dahi yok. Metni okurken yine aynı görevli yaklaşıyor ve buranın bekleme alanı olmadığını ve dışarı çıkmam gerektiğini söylüyor. Tüylerim diken diken. Kucağında bir bebek ile bir anne müzeden atılıyor. Anlayışlı bir dil kullanılsa, kusura bakmayın, burada beklemek yerine aşağıdaki müze dükkanı ya da yakınlardaki şu kafede bekleyebilirsiniz dense o an başka bir yere gidip tüm bu olanları düşünecektim. Ama emir veren, halden anlamayan, küstah ve insanı kovar bir tonla karşılaşmak bir anda her şeyi değiştirdi.
Masumiyet Müzesi, Görsel: Wikipedia
Bu defa ben soru sormaya başlıyorum: "Kucağında bir bebek olan anneyi müzeden kovduğunuz farkında mısınız?" Anlayış yerine laf yetiştiren bir tavırla karşılaşıyorum. "Şöyle bir çekincemiz var," diye anlatılsa, "eğer siz sergiyi gezerken bebek gürültü çıkarırsa, diğer izleyicilerin rahatsız olacağını düşündüğümüz için sizi dışarı alabilir miyiz?" diye sorulsa... Kullanılan ton biraz daha diyaloğa açık olsa, bunu da anlayabilirdim o anda. Bunun yerine şans vermeyen ve direkt kovan bir tavır. Teo kucağımda dışarı çıkıyoruz. Bebek arabası içerde. Onu bile alacak fırsatım olmamış, ya da vermemiş görevliler. O kadar alelacele dışarı çıkarıldım ki… Yaşadıklarımın doğruluğundan şüphe ederek diyorum ki, "bakın ben de müzeciyim, anlıyorum ancak bu şekilde kapı dışarı etmiş oluyorsunuz". Kapı yüzüme kapanıyor. "İster küratör ol, istersen Orhan Pamuk’u tanı hiç bir şey ifade etmez" diyor, "evet çocukları almıyoruz". Gergin bir ağız dalaşına dönüşüyor bu tatsız durum. Kamusal alanda, müzede, iş yerinde, çocuklu anne görmemeye o kadar kanıksamış ki yaptığı bu zorbalık ona normal geliyor. Dünyanın birçok yerinde müzeler ve sanat kurumları emzirme ve bebek bakımı için yerler tasarlarken, çocuk ve gençlerle müzeyi deneyimlemek için programlar üretirlerken, ben neden şimdi dışarda kalmıştım? Bebekli bir anne olarak kendime kutsanmış bir rol atfedilip, özel bir ilgi elbette istemiyorum. Ancak annelerin eve kapanması ve oyun parklarını gitmesini beklemek yerine, annelerin sosyal hayatlarına devam eden bireyler olarak algılanmasını ve ona göre iletişim kurulmasını bekliyorum.
Dünyanın birçok yerinde müzeler ve sanat kurumları emzirme ve bebek bakımı için yerler tasarlarken, çocuk ve gençlerle müzeyi deneyimlemek için programlar üretirlerken, ben neden şimdi dışarda kalmıştım?
Eşim ve bebek arabası içerde. Ben ve Teo dışarda. Müzenin önünden ayrılmıyorum. Belki bir an düşünüp biz ne yaptık diye düşünürler. Belki de bir sandaliye çıkar ortaya ya da tatlıya bağlamak bir şey söylerler, ama nafile. Bizi görünmez kılmaya, sanki hiç müzeye gelmemişiz gibi davranmaya devam ediyorlar. Bir tür yok sayma. Buna karşılık feminist bir yanıt olarak çocuğum kucağımda burdayım diyorum ve görünürlüğümü sabit kılıyorum. Kucağımda Teo söylenmeye başlıyorum müzenin önünde. Kamusal bir müzeyi bebeğiyle gezmeye gelmiş biri olarak gördüğüm muameleyi içime sindirmiyorum. Bileti satan bey çıkıyor, belli ki hakkımı aramamdan rahatsız. Sesinizi indirir misiniz demekten başka hiç bir cümle çıkmıyor ağzından. Hayır diyorum. Çünkü sesimizi çıkarmadığımız sürece aynı kadın ve çocuk düşmanı tavır devam edecek. Bir süre sonra ondan daha genç bir müze çalışanı çıkıyor. Belli ki durumu yumuşatmak için konuşmaya çalışacak. Memnuniyetsizliği belirttiğim için müzeye girecek izleyicileri de kaçıracağımı düşünmüş olacaklar. "Gürültüden çekiniyorsunuz ama bakın bebeğim gürültü çıkarıyor mu?" diye soruyorum öfkeli bir şekilde. "Ama başta şöyle oldu, biz bilemedik… kem küm.." Ne bir özür ne halden anlama. Tam tersi kendimi ifade ettikçe karşımda kahkaha atıp gülüyor. İçeride genç bir kadın var müze görevlisi. O hiç bir yorumda bulunmuyor. Eğer müzeye ben girmiş olsaydım ve eşim kucağında bebek ile kalmış olsaydı ona da bu ezici ve alaycı dil kullanılır mıydı? Acaba bu deneyimin aynısıyla yaşadığım yer olan Almanya’da da karşılaşırmıydım? Kadına, bebeğe, insan saygı nereye gitmişti? Devlet politikalarından tanıdık olduğumuz kadını hiçe sayan söylem bir anda karşıma çıktı. İstanbul Sözleşmesi’nin geri gelmesi için mücadele verilen bir ülkede bunu yaşamak sürpriz mi?
Kadına, bebeğe, insan saygı nereye gitmişti? Devlet politikalarından tanıdık olduğumuz kadını hiçe sayan söylem bir anda karşıma çıktı. İstanbul Sözleşmesi’nin geri gelmesi için mücadele verilen bir ülkede bunu yaşamak sürpriz mi?
Müzeden kabul görmediğimizden emin olunca pes ediyorum. Hemen aşağıdaki antikacı-eskici dükkanı giriyorum. Teo kucağımda tüm olan bitenlere rağmen sessiz. Antikacıda siyah beyaz fotoğraflar, cam vitrinlerin ardından binbir çeşit nesneler, irili ufaklı. Teo kucağımda hayranlıkla bu objeleri izliyor. Ne tuhaf… Sergicilik anlamında Masumiyet Müzesini andırıyor. Orda da her şey vitrinde. Bir bebek ne yapabilir ki? Eserlere zarar verme gibi bir olasılık da yok. Konu gürültü ise her bebeğin gürültü çıkarıcağını düşünmek ayrımcı bir ön yargı ve anne-baba-bebek düşmanlığı değil mi? Üstelik mızmızlanmak, ağlamak bebeklerin iletişim kurma yöntemleridir. Bebeği avaz avaz ağlayan hiçbir anne-baba o anda zaten sergi gezmez, müze de gezmez, dışarı çıkarlar kendi istekleriyle. Bebeğim antikacıdaki objeleri izlerken diyorum ki, şu an annesi ve babasıyla Masumiyet Müzesi'nin cam vitrinlerine bakıyor olabilirdi aynı merakla. Sahi bunun kararını kim veriyor? Orhan Pamuk mu, müzenin danışma kurulu mu, küratörü mü, yoksa bilet kesen müze çalışanı mı?
Anneyim, ama aynı zamanda bir müzenin işleyişi ve kuralları hakkında fikir sahibiyim. Anlarım. Müze sessiz, sakin bir izleyici deneyimi istiyor olabilir. O halde bu sorulara yanıt verilmesi gerekir. Masumiyet Müzesi'ne bebek ve çocukların girmesi mi yasak? Öyleyse neden bilet satılmış oldu? Yoksa ağlayan ve gürültü yapan bebek ve çocukların girmesi mi yasak? Böyle bir kural ya da kategori kamusal bir alan müzede ne anlama nedir? Gürültü çıkarma ihtimali olan hasta ya da engelli insanların da mı girmesi yasak? Yoksa tüm bunlar o sırada müze çalışanının insiyatifine mi kalmış? Berlin’de bir takım kafeler bu konuda çok eleştirilseler de pazar günleri kitap okumaya gelen ziyaretçileri için "Köpekler ve çocuklar giremez" yazar. Masumiyet Müzesi!nin de böyle bir levhaya ihtiyacı mı var? Eğer öyleyse bu bir müze için ne anlama geliyor? Masumiyet Müzesi'nin acilen bu sorulara yanıt veren, ayrımcı olmayan ve tutarlı bir politika üretmesi gerekiyor.
Berlin’de bir takım kafeler bu konuda çok eleştirilseler de pazar günleri kitap okumaya gelen ziyaretçileri için "Köpekler ve çocuklar giremez" yazar. Masumiyet Müzesi'nin de böyle bir levhaya ihtiyacı mı var? Eğer öyleyse bu bir müze için ne anlama geliyor?
Comments