top of page
Erdal Ateş

Meraklısı için: Karşı duvarlar


Erdal Ateş'in yazdığı Karşı duvarlar başlıklı yazının devamı niteliğinde yayınladığımız Meraklısı için: Karşı duvarlar sanatçının peşinde koştuğu duvarlarla ilgili serüvenine ait bir yazı. Ateş'in bir Amerikalı dostunun "tüm bu yaptıklarının serüvenini yazmalısın," demesi üzerine ortaya çıkan bu metinler sanatçının tekniğine dair ipuçları taşıyor.

Her şey İskitler’de Çingeneler’in yaşadığı mahalledeki o harabe gecekondunun duvarları ile başladı. Dış duvarlar beni kendine bir paratoner gibi çekmişti. Beyaz badanalı duvarın altındaki renkli sıvalar ne kadar da büyüleyiciydi: Beyazın altında pembe, pembenin altında sarı, sarının altında yeşil… Muhteşem bir dekolaj eserdi. Çatısız, kapısız bu dört duvar eve girdim sessizce. Ve salondaki o duvar beni allak bullak etti: Simsiyah bir duvar ve dökük sıvalar… Siyah altında renkli katmanlar… Sanki bir modern sanatlar müzesinde bir şaheserin karşısındaydım. Nemli bir taşın üzerine oturdum. Uzun uzun seyrettim bu duvarı. Bir filmi izler gibi. Sıvaların birçok kısmı kabarık kabarıktı. Yağmur, rüzgâr, güneş; sıvaların, boyaların yapılarını değiştiriyordu. Kısa zamanda o kabarık yerler de düşecekti zemine. Bir kuru yaprak gibi. Sonra onların altındaki başka yerler kabaracak, çatlayacak… Ne kadar süre kaldım bu duvarın karşısında hatırlamıyorum. Görüntüleri imgelemime yükleyerek ayrıldım. Akşam eve geldiğimde hep o duvar vardı aklımda. Çok etkilenmiştim. Ve kararımı verdim: “Sıvaları dökük duvarların resmini yapacağım!” dedim kendime.

Ertesi gün fotoğraf makinemi yanıma alarak bu gecekonduya tekrar gittim. Duvarları saatlerce izledim ve inceledim. Sonra bol bol fotoğraf çektim. O gün başka kavlak, dökük duvarları da fotoğrafladım. Çok hoşuma gitti. Bir çok duvardan kavlamış ince tabakaları söktüm ya da yere dökülmüş olanları torbama doldurdum. Bunları atölyemde uzun uzun inceledim. O duvarları büyüleyici yapan bu ince tabakalardı. Çok kırılganlardı. Tıpkı yumurta kabuğu gibi. O dönemde “bitpazarı nesneleri”nin resimlerini yapıyordum. Bıraktım. Duvarlara geçmiştim heyecanla. Denemeler yapıyordum her gün. Duvarlardaki dökük katmanları boyalarla yapmaya çalışıyordum. Özel elastiki boyalar, kumlu emülsiyonları üst üste kullanıyordum. Sonra sondan başa bunları metilen klorit, kimi keskin asitlerle ya da sıcak hava tabancasıyla yer yer ince tabakalar halinde sökmeye çalışıyordum. Atıl mekânlardan topladığım(söktüğüm) elektrik buatları ve kablo borularını da kullandım kimi çalışmalarımda. Poliüretan ve polistirenle farklı denemelere giriştim.

Duvarlar hayatıma girmişti. Varoş bölgelerdeki gecekondular ya da boşaltılmış atıl binaların duvarları karşısında buluyordum kendimi hep. Fotoğraflar çekiyordum, dökük sıvaları topluyordum. Terk edilmiş mekânlarda bazen tinerci ya da toplu halde uyuyan sokak köpekleri için istenmeyen ve beklenmedik bir misafirdim. Duvarlar için geldiğimi anlatabilir miydim onlara? İnandırabilir miydim onları? Birkaç kez de çökme tehlikesi olan yerlerde zor anlar yaşadım. Gezindiğim yerlerin büyük kısmı çökmüştü. Çökmeyen yerlerde usul usul dolaşırken yer, ayağımın altında çatırdamaya, oynamaya başlamıştı. Zorbela bir yerlere tutuna tutuna kurtulmuştum. Artık yüzlerce fotoğrafik duvar görüntüm vardı arşivimde. Ve hızla çoğaltıyordum görüntülerin sayısını. Kimi zaman da duvarları kameraya alıyordum.2008’de Hacettepe Üniversitesi Ahmet Göğüş Sanat Galerisi’nde “Karşı Duvarlar” adıyla ikinci sergimi açtım. Kimyasal maddeler satan yerlerden sürekli ürün numuneleri istiyordum. Atölyemdeki raflar envai çeşit boya ve kimyasal ürünlerle dolmuştu. Alanında yetkin bir çok kimyager ile tanışmıştım. Onları soru yağmuruna tutuyordum. Çoğu zaman da yoruyordum. Öğrendiğim tüm bilgileri Atölye Defteri’me geçiriyordum. Bir kaç tane kimya sözlüğüm vardı artık. Kullandığım kimi kimyasal ürün sağlık açısından çok tehlikeli idi. Maske takarak ya da atölyemin bahçesinde, açık havada kullanıyordum bu ürünleri. İkinci sergimdeki resimler heyecanlandırmıyordu artık beni. Farklı arayışlar içindeydim. Onların hepsini yok ettim(daha sonra açtığım dört sergimdekileri de!).Yok etmek, “yeni yaratımlar”a kışkırtıyor ve verimli kılıyordu beni.

Doğal katmanlar elde etmeliydim. Tıpkı duvarlardaki o dökük tabakalar gibi. Bu ince tabakaları elde etmek için -bir metrelik- bir makine tasarladım. Teflon bir bant –hız kontrol cihazının seçilmiş bir hızında- silindirlerde dönecekti. Ortada bir fırın bölümü yer alacaktı. Hazırladığım pekmez kıvamındaki sıvı emülsiyon makinenin baş tarafındaki rampaya dökülecek yürüyen bant bu emülsiyonu yayacak biraz ilerideki -“bıçak” dediğimiz- ağır ve düz bir demirin altından istenilen kalınlıkta geçerek ilerleyecekti. Fırın bölümünde emülsiyon pişerek diğer uca doğru ağır ağır yol alacak sonra bir kumaş gibi çıkacaktı.

Daha önce birkaç makine yapmış bir tanıdığıma(Ö. Abi’ye) konuyu açtım. “Olmaz,”dedi. “İşin içinden çıkamazsın.”

“Deneyelim,” dedim. “Yapabiliriz”. Zoraki, “Tamam,” dedirttirdim ona. Ve yaklaşık üç yıl sürecek zor bir sürece girmiş oldum. Makineyi dört ayda yaptık. Denemelere başladık. Sonuç alamıyorduk. Emülsiyon kalın gidiyor, pişmiyordu. Teflon banta yapışıp kalıyordu. Sökemiyorduk çoğu zaman bu emülsiyonu. İnce olduğunda da unufak oluyordu. Sabahtan akşama kadar denemeler yapıyorduk. Her şey için dünya kadar para gidiyordu… Görüştüğüm kimi boya kimyagerleri böyle bir sistemi bir apartmanın dairesinde yapamayacağımı, altından kalkamayacağımı söylediler. Bunun bir fabrika sisteminde gerçekleşebileceğini belirtiyorlardı. Bazı konularda bilgi almak için gittiğim kimi boya fabrikaları kapısından bile sokmadılar beni. Onları nasıl inandırabilirdim ki ressam olduğuma? Öyle ya, ressamsam oturup bilindik boyalarla bilindik resimler yapmalıydım.

Atölyem bir kimya laboratuvarını andırıyordu. Yüzlerce farklı ürün numuneleri dört bir yanı sarmıştı. Bütün ürünlerin yapısını öğreniyor, araştırıyordum. Bunları defterime geçiriyordum. Güzel sanatlar fakültelerinde –bizde olmayan!- “sanat ve teknoloji” dersinin ne kadar “önemli ve gerekli” olduğunu böyle zamanlarda anlamıştım.

Sonuç alamıyordum. Makine uzunluğu yeterli değildi. Pişme, buharlaşma gerçekleşmiyordu. Ayrıca tabaka olacak emülsiyonu da tutturamıyorduk. Onlarca kimyasal madde ile hazırlıyorduk emülsiyonu. Bütün maddeleri hassas terazi ile ölçüyorduk. Notlar alıyorduk. Üstümüz başımız emülsiyonla sıvanmış oluyordu hep. Bir yıl geçmişti ve tüm denemelerimde başarısız olmuştum. Ö. Abi, “Benden buraya kadar,”dedi üzülerek. “Boş ver. Eski resimlerine dön!”

“Yok,”dedim. “Devam edeceğiz. Yeni makine yapacağız altı metrelik…” Böylece yeniden sıkıntılı ve uzun bir döneme başladım. Atölyemin kimi duvarlarını yıktım. Büyük bir makine yaptık. Yeniden başladık denemelere. Dört bir taraftan –kargo ile- ürün numuneleri geliyordu yine. Her gün saatlerce kimyagerlerle konuşuyor, yeni bilgiler alıyordum. Eve geç vakit yorgun argın gidiyordum. İmgelemime yüklenmiş duvar imgeleri bana güç ve sabır veriyordu. Her başarısız denemede şunu söylüyordum kendime: “Bak, bir şey daha öğrendin!” Boş zamanlarımda ha bire dökük, kavlak duvarların peşindeydim. Toplu yıkım yapılan gecekondu bölgeleri çok heyecanlandırıyordu beni. Resim yapmayı özlemiştim. Bekliyordum. Farklı kalınlıklarda, geniş, ince tabakaları elde edecektim bir gün. Ve o gün harıl harıl resimler yapacaktım. İnanıyordum buna. Yılgınlığa düşmedim. Bu iş, denemeler iki kişi ile olabiliyordu. Bir kişi makinenin bir ucunda diğeri öbür ucunda. Teflon bant hareket halinde olduğu için iki kişi de sürekli aktif olmalıydı. Ö. Abi’nin gel(e)mediği günler, makinede denemeler yapamıyordum. Ama boş durmuyordum. Sürekli yeni bilgiler ışığında farklı denemelerin alt yapısını oluşturuyordum. Ö. Abi’yi atölyeme yaka paça götürüyor yeni denemelere girişiyordum. Yeni makine ile yer yer tabakalar elde ettik. Ama yeterli değildi. Evde geceleri eşim uyuyunca çektiğim fotoğrafları saatlerce inceliyor sonra o gün denemelerde yaşadığım sorunlar üzerine kafa yoruyordum. Sabah kahvaltıdan sonra atölyenin yolunu tutuyordum. Atölye darmadağındı. Yürümek bile zordu. Kimsenin atölyeme gelmesini istemiyordum. Hâlâ da istemem. Büyük tekneler, karıştırıcılar, büyük kimyasal maddelerin olduğu variller, deneme kapları… Yerdeki parkeler boyalarla kaplanmıştı. İki günde bir Ostim’e* gidiyordum makinenin bir parçası için. Makine işlevsel değildi. Doğru emülsiyonu yakalayamıyorduk. Çoğu zaman o darmadağın atölyenin ortasında oturuyor pürüzsüz beyaz duvarlara gözlerimi dikiyor ve düşlere dalıyordum. Kendimi bazen Balzac’ın Bir Yaratıcının Çektikleri romanındaki David Séchard’a benzetiyordum. Yoksa aynı yazarın Gizli Başyapıt’ındaki kendini yaratımın yok olumuna sürükleyen bir Frenhofer miydim?

Yeni denemelerden küçük de olsa sonuç almaya başladık. Sevindiriyordu bu küçük başarılar beni. Ö. Abi’yle bazen kavga ediyorduk. Kavga nedeni genelde emülsiyon karışımı üzerine oluyordu. Onun, bir ara işleri çıktı. Daha önce bilgiler aldığım bir boya fabrikasında çalışan kimyager S.’ye durumu anlattım. Hafta sonları benimle çalışabileceğini söyledi. Böylece yeni denemeleri S. ile sürdürdük. Sonuç almaya başladık. Her türlü elastiki ve kırılgan tabakalar elde edebiliyorduk. Bütün mesele emülsiyondaydı. Bir madde, birkaç gram eksik ya da fazla girse her şeyi altüst ediyordu. Emülsiyonun formülünü elde ettik. Her yeni karışımı(her rengi) bu formülasyona bakarak dikkatle yapıyorduk. Ayrıntılar çok önemliydi. Bazı renklerin(siyah ve koyu mavi) fırınlanması çok zordu. Ya emülsiyon teflon banta yapışıyor ya da renk değişiyordu. Bu renklere özel formülasyonlar geliştirdik. Nerede ise üç yıl geçmişti. Param suyunu çekmişti. Duvarlar, o çatlak, dökük, kavlak duvarlar bir bataklık gibi beni kendine çekmişti.

Emülsiyon yapımını, fırınlamayı S. ile yapıyordum. Bir de genç bir yardımcım vardı. Bize yardım ediyordu. Elde ettiğim farklı yapılardaki renkli tabakaları özel bir kimyasal madde ile tuval üzerine monte ediyordum.. Artık üst üste binen, derinliği olan katmanları elde etmiştim. Tabakaların renk şiddetinin (ışık haslığı) yüksekliği, değer farklılığı yaratırken beni bambaşka düşsel, masalsal bir atmosfere sürüklüyordu. Bu noktada gerçek duvarların o hüzünlü, dramatik yansıması yok oluyordu bende. Evet, o dökük, atıl duvarlar bana bambaşka resimsel bir dil yarattırdı. Bir anlamda o soyut duvarların –düşsel bir bakışla- soyutlanması belki de benim çalışmalarım.

Resim yapma edimim tam bir performans. Günün birinde –meraklı- izleyici karşısında da yaparım bu performansı belki. Böylece, “Nasıl yaptınız bu resimleri?” sorularını da bir nebze yanıtlamış olurum.

Sağlık sorunlarım nedeniyle artık tehlikeli kimyasal maddelerle çalışmayı bıraktım. Bir daha da çalışmayacağım. “Hayat mı, sanat mı?” tercihini ben “hayat”tan yana seçenlerdenim.

Çalışmalarımda en büyük desteği –kendisi de bir sanatçı olan- biricik eşim İlknur Ateş’ten aldım. Minnettarım ona. Ö. Abi’nin hakkını ödeyemem. Katkısı çok büyüktür. Geçirdiğimiz o zor ama güzel zamanları hep hatırlayacağım. Kısa süre çalıştığım S.’nin yardımlarını da unutamam.

Resim yaparken “yapayalnız” olurum ve imgelemimdeki “duvar görüntüleri”, ellerime rehberlik yapar onları devindirir.

Resimlerimi şimdilik yok etmiyorum. Ama zaman ne gösterir bilemem…

*Ankara’da bir sanayi bölgesi.

Komentarze


bottom of page