top of page
Deniz M.

Mimarlığı yeniden keşfetmek...


Değişimi arzulayın. Değişimi bulun, değişime katılın. Değişimi yaratın. Değişimin kendisi olun. Siz değişirseniz dünya değişir.

Fotoğraf: Elif Kahveci

Savaş ekonomisine dayalı bir sistemin parçalarıyız. Dünya her geçen saniye büyük kartellerin, baronların, “babaların” ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden tasarlanıyor. Bu tasarlama eylemi, hangi coğrafyada birbirine karşıt hangi grupların silahlandırılıp savaştırılacağı ve böylece savunma sanayinin yıllık cirosunun nasıl artırılacağı; petrol, doğalgaz gibi mevcut kaynakların kapalı kapılar ardında kimler tarafından nasıl paylaşılıp yönetileceğiyle sınırlı bir eylem değil.

Savaşın olabilmesi, birilerinin birileriyle savaşabilmesi için gerekli olan ayrışmaların, ötekiliklerin, karşıtlıkların beslenmesi, yoksa icat edilmesi; etnik, dinsel veya cinsel; kimlik siyasetine dayalı politik söylemlerin yükselerek nefret dolu ırkçı ve faşist eğilimleri ateşlemesiyle sınırlı bir eylem de değil.

Bir yanıyla tüm farklılıkları en ince detayına kadar kimliklendirerek birbirleri için tehdit unsuru haline getiren, böylece gettolaştıran; gettolaştıkça savaşan insan toplulukları yaratan bir düzenek. Bir diğer ve en korkunç yanıyla, bu savaş ekonomisini meşrulaştırmak adına savaşı bir metot, bir varoluş şekli olarak yaşamın tüm alanlarına enjekte eden bir tasarı bu.

Küresel Dünya’nın çok katmanlı küresel ağlarında, her şey her saniye tüm çıplaklığıyla ekranlarda akıyor sosyal ağlarda paylaşılıyorken; aslında her şey böylesi görünürken bu devasa aksiyonun nasıl meşrulaştırılacağı, nasıl hiç öyle değilmiş gibi paketleneceği, nasıl estetize edileceği aslında nasıl gizleneceği belki de bu “tasarım süreci”nin en can alıcı, en zorlu aşamalarından birisi.

Nasıl olacak bu? Sadece belli başlı sektörlerin işe koşulmasıyla Dünya’ya, olduğunun tam tersi koca bir naylon kılıf örmek ve bir de bunu her saniye yeniden dokumak pek mümkün olmayacaktır. Gezegenin tüm sakinleri her saniye, hep birlikte yapmalı bunu. Evet kendileri yapacaklar, herkes kılıfını kendisi örecek; sadece kendisi için de değil başkaları için hatta tüm Dünya için; 7/24, çok “pozitif” bir şekilde, bir “bahar” havası, bir “demokrasi şenliği”, bir “kalıcı barış süreci” tadında... Hatta Apple’ın bir öncekinden hiçbir farkı olmayan yalnızca biraz daha kusursuz son sürüm iPhone’u gibi, mükemmel!

Bugün artık hiç yoktan hepimiz birer kriz yöneticisiyiz, zorundayız da! Görevimiz plazalarda, rezidanslarda, süpermarketlerde, bir yerlerde, bulunduğumuz herhangi bir yerde ya kriz yaratmak ya da kriz yönetmek. Neyin krizi bu!? Artık terör modern gündelik hayatımızın bir parçası olduğundan ölümü ensemizde hissediyoruz. Haliyle aynı zamanda hepimiz potansiyel birer “kurban” ve savaşçıyız da.

Savaşın tasarımı, savaşacak unsurların tasarımı, savaş ekonomisinin nasıl meşrulaştırılacağının tasarımı ve nihayet savaş sonrasının tasarımı. Yani yapım aşaması, yeniden inşa etme aşaması! Tasarıma çok iş düştüğü için herkesin tasarımcı olduğu, tasarımla dolup taşan bir Dünya, bir tasarım cenneti adeta! Savaş ekonomisinin terörize uzamları, bu uçsuz bucaksız yıkıntı deryası yeniden inşa edilmeyi bekliyor; kentsel dönüşüm masum kalıyor bölgesel dönüşümün yanında! Savaşla inşaat el ele, savaşla yıkıp inşaatla yeniden yapıyoruz.

Buralara artık demokrasi geldiği için şiddet, terör ve acıyla işlenmiş hafızayı bir anda silebilir, “güvenli, müreffeh ve keyifli yaşamlar” inşa edebiliriz. Nasıl mı? Yeni, büyük, parlak binalar dikerek tabii ki... Nihayet mimarlık tüm aktörleriyle devrede. Çok uluslu müteahhitlik firmaları, parlak mühendisler, Pritzker, Aga Khan ödüllü mimarlar iş başında. Hadi bakalım çocuklar, sahne sizin, tasarlayın.

Tüm altyapı yeniden tasarlanacak, mevcut kaynaklar işlenip enerji olarak geri satılacak, yeni binalar yapılacak, binaların içindeki yaşam biçimleri tasarlanacak, zincir mağazalar şubelerini açacak. Bir-iki de sanat-sepet bienali, film, müzik festivali koyduk mu kusursuz manzara tamamlanıyor. Ha bir de uluslararası expatlar takımının gidebileceği fancy restoran ve barları unutmayın. Bir de vegan kafeleri, glütensiz ekmek satan pastacıları, ne de olsa herkesin biraz şefkate ihtiyacı var. Makinanın çarklarını yağlamaya devam!

Bu enkazdan canını kurtarabilmiş yüzer gezer, yersiz yurtsuz göçebe topluluğuna gelince... Onları düşünecek sosyal sorumluluk sahibi bir takım sosyologlar, mühendisler, mimarlar vs. türeyecektir elbette. En olmadı bir-iki sosyal sorumluluk projesiyle vicdanları geçici de olsa rahatlatırız. Nasılsa çabuk unutuyorlar.

Böyle bakınca durum korkunç görünüyor değil mi? Oysa ki bunlar artık radikal tespitler, sıra dışı fikirler ya da fantastik bir yazının abartılı konuları değil. Bunlar içinde yaşadığımız dünyanın, her gün ekranlarda akan ve artık sadece izleyicisi değil bizzat üreticisi olduğumuz ve en korkuncu da kanıksamaya başladığımız “gerçek”leri. Distopyanın ta kendisi yaşadığımız. Olağanüstü hallerin olağanlaştığı bir gezegende, olağanüstü olağan şartlarda hayatta kalabilmek ve “gündelik yaşamlarımızı” sürdürebilmek adına bile bile kendimizden gizlediklerimiz... Haliyle bildiğimizi bilmediklerimiz kategorisinde değiller artık, bile bile bilmediklerimiz bunlar.

Maruz kaldığı tarif edilemez olağanüstülükler karşısında gün geçtikçe uyuşan, uyuştukça şuursuzlaşan insanlığın akıl tutulması. Neticesinde süreğenleşen, herkesin gizli bir onayla birbirini onadığı toplu bir şizofreni, bir gezegensel sürmenaj hali.

Bir suçun ortağı olursanız, suçluluk hissedersiniz. Ortaklığınız pekiştikçe suçlu psikolojisine girersiniz. Her suç ceza peşinde koşar. Ortamda suçluluk oranı arttıkça bu bir norm haline gelir ve gizli onama mekanizmaları devreye girer. Kendi suçunuzu gizlemek için bir başkasınınkine göz yumarsınız ya da elbirliğiyle suçu meşrulaştırırsınız. Savaşın meşrulaştığı bir dünyada hayatta kalabilmek için adapte olmanız gerekir. Kendi suçluluğunuzla baş edebilmek için başkalarının suçlarıyla empati kurmaya başlarsınız, çünkü iyide ya da kötüde vicdandan asla kurtulamazsınız, çünkü insansınız. Hakikaten insan mısınız?

Ahlakın, psikolojinin, ruhani olanın derin bir ilişkisi vardır. Ekonomi-politik olanın adaletli olabilmesi için bu ilişkinin, bu ilişkinin adaletli olabilmesi için de ekonomi-politik olanın “biraz” vicdan barındırması gerekir. Bugüne kadar bir şekilde varlığını sürdürmüş olan ekonomi-politik, ahlaki, psikolojik, ruhani değerler sistemi bu kasırgaya dayanamıyorsa; bizler bu kasırga karşısında dolaylı-dolaysız birbirinin kanıyla beslenen vampirlere dönüşüyorsak tüm bu değerler sistemini yeniden ele alma vaktimiz çoktan gelmiş demektir.

Böylesi distopik bir Dünya’da mimarlık alanının tüm aktörleriyle birlikte ne yapmakla mükellef olduğu, mimariye biçilen rol çok belli aslında; sermayenin, iktidarın, hakim gücün mekanlarını tasarlamak, parlatmak, taçlandırmak. Daha sosyal söylemiyle yersizleşme çağında “yer” tasarlamak üzerine düşünmek. Yine ortadaki enkazın temizlenmesiyle görevli.

Peki mimarlık faaliyeti, herhangi bir dönemde sermayeden, iktidardan yani güçten ayrı eyleyebilmiş, kendine özerk bir eylem alanı yaratabilmiş midir? İnsanların kendi yaşayacakları alanları, deneyimden ve gelenekten gelen bilgiyle kendilerinin tasarladıkları sivil mimariyi, bunun bir adım ötesi olarak uzmanlaşmış yapı yapma sanatı diyebileceğimiz mimariyi, 20. yüzyıl ütopyalarını, sitüasyonist kent tasavvurları gibi avangart girişimleri bir kenara koyarsak tarihte örneğine az rastlarız. Mimarlık, her dönemde hakim ideolojilerin, toplum mühendisliğiyle işbirliği içinde insanların nasıl yaşayacaklarına dair öngördüğü vizyonun mekanlarıyla uğraşır. Biraz haksızlık, biraz kötümserlik gibi görünebilir ama bunların daha iyi nasıl tasarlanacağı ile meşguldür. Mies Van Der Rohe’nin Farnsworth Evi ya da Philip Johnson’ın Cam Evi kimler için tasarlanmıştır? Serbest plan, “evrensel stil” şüphesiz ki etkileyici buluşlardır fakat bunları kimler satın alabilmektedir?

Çünkü mimarlık, artık sanat da dahil hiçbir şeyin olamadığı gibi tek başına özerk bir alan değildir. Bir yanıyla, yasalarla, bürokrasiyle, hakim ideolojilerle sıkı sıkıya bağlantılı, farklı disiplinlerle derin işbirlikleri gerektiren çok aktörlü, çok katmanlı bir alandır.

Fakat bu katmanların içinde, aynı zamanda mimarlığın başka bir yönü, derin bir bilgi birikimi, bilmeye ve yapmaya dair bir metodolojisi var. Sadece yerler/mekanlar yaratabilen bir disiplin olarak değil; insanların ikincil doğasını/habitusunu kavrayabilen temel bir tasarım metodu; programlar, sistemler kurma yetisine sahip, keşfeden, gelişen, geliştirebilen kurucu bir bilgi ve eylem alanı olarak. İnsana, insanın nasıl yaşayabileceğine, nasıl yerleşebileceğine ya da “yeri geldiğinde” nasıl yerleşmeyeceğine dair bir alandır bu. Belki bugün, bu korkunç manzaranın ortasında, mimarlığın tabiatında var olan bu potansiyeli, bu gücü yeniden keşfetmesi, dönüştürmesi, harekete geçirmesi gerekiyor; kimlerle, nasıl işbirlikleri yapabileceğini de yeniden değerlendirerek.

Bu sadece mimarlığın işi değildir. Tüm disiplinlerin atılması gereken bir serüven, yeni bir keşif sürecidir: İnsana ve insanlığa dair biriktirdikleri bilgiyi ve pratiği yeniden düşünmek ve birbirleriyle etkileşime geçmek. Felsefenin o kadim sorularını hatırlayarak: İyi hayat nasıl yaşanır? İyi hayat nedir? İnsanlar olarak nasıl yaşamalıyız, nasıl yaşamak istiyoruz?

Radikal bir azınlık bu soruları sormaya başladı. Dünya’nın durumu kötüleştikçe bunun tam aksi derin ve yüksek bir farkındalık, bir bilinçlenme de uyanış halinde. Fakat bu yazı uyanmakta olan olası değişim hareketlerinden bahsetmeyecek. Bu durumlara dair bundan daha fazla bir ipucu vermeyecek; sadece işaret edip bırakacak. Nasıl ki bugün görünür ve tanımlanabilir olan sistem tarafından temellük ediliyorsa, burada bahsedeceğimiz olası değişim hareketleri de kapsanıp metalaştırılacak piyasaya sürüldüğü vakit enerjisini kaybedecektir.

Değişimi arzulayın. Değişimi bulun, değişime katılın. Değişimi yaratın. Değişimin kendisi olun. Siz değişirseniz dünya değişir. Düşüncede, hissiyatta ya da eylemde; çok uzağa gitmeden, çok yakından, gündelik hayat pratiklerinden başlayın, otonom anlar ve alanlar yaratmaya; farklı bir yaşamı, farklı bir insanlık durumunu düşlemeye. Korkmayın, yüzleşin, farkında olun. Mimarca değil öncelikle insanca!

Comments


bottom of page