top of page
İbrahim Cansızoğlu

Mümkündür kapısı

Handan Börüteçene’nin bugüne kadar düzenlenen en kapsamlı sergisi Üç İç Denizin Ülkesi Salt Beyoğlu’nda izleyiciyle buluştu. Börüteçene’nin tutkularını, işlediği temaları, peşini ısrarla bırakmadığı meseleleri ve üretimindeki yeni açılımları bütünlüklü şekilde keşfetmeye olanak veren sergiyi sanatçıyla konuştuk


Röportaj: İbrahim Cansızoğlu 

Fotoğraflar: Berk Kır


Handan Börüteçene


Üç İç Denizin Ülkesi, kırk yılı aşkın süredir kararlı biçimde arkeoloji, tarih ve doğa odağında üreten Handan Börüteçene’nin bugüne kadar düzenlenen en kapsamlı sergisi. İsmi, sanatçının taşı toprağı ve mavilikleri kadar kültür mirası ile mitlerinden ilham aldığı bir coğrafyaya işaret ediyor: Anadolu ve Trakya. Salt Beyoğlu’nda yer alan seçki, sanatçının mezuniyet projesi için yaptığı erken dönem işlerinden ödüllü yerleştirmesi Kır/Gör’e (1985), 1987’de Urart Sanat Galerisi’nde gösterdiği terracotta serilerinden İstanbul’un kamuya açık mekânlarına yerleştirilen büyük ölçekli heykellerine birçok eseri gündeme getiriyor. Bellek yitimine meydan okuyan bir sanat pratiğinin izini süren ve 14 Nisan’a dek açık kalan sergi, Börüteçene’nin tutkularını, işlediği temaları, peşini ısrarla bırakmadığı meseleleri ve üretimindeki yeni açılımları bütünlüklü şekilde keşfetmeye olanak veriyor.


Handan Börüteçene’nin işlerini uzun yıllardır yakından takip ettiğimi söylersem yalan olur. Yalnızca ismine aşina olduğum ve karıştırdığım kitaplardan birkaç işini hatırladığım Handan Hanım’ın eserlerini, Amira Akbıyıkoğlu küratörlüğünde düzenlenen ve geçtiğimiz sonbaharda SALT Beyoğlu’nda açılan Üç İç Denizin Ülkesi sergisiyle tanıdım. Sanat eserleriyle bazı ilk karşılaşmaları etkileyici bulurum; görür görmez o eserin zihnimde uzunca bir süre dolanmaya devam edeceğini sezerim. Handan Hanım’a sergideki işlerini ve daha fazlasını, doğru ya da yanlış olan veya ne doğru ne de yanlış olan gözlemlerimin süzgecinden geçirerek sordum ve diyaloğumuz ilerledikçe “mümkündür kapısı” aralandı…   


Handan Börüteçene’nin 5. Yeni Eğilimler Sergisi’ndeki (Mimar Sinan Üniversitesi) Kır/Gör yerleştirmesi, 1985, Sanatçının izniyle


Geçtiğimiz sonbaharda Salt Beyoğlu’nda açılan ve küratörlüğünü Amira Akbıyıkoğlu’nun üstlendiği Üç İç Denizin Ülkesi başlıklı serginiz, giriş katından itibaren çaresi olmayan tek şeyi, yani ölümü izleyicilere hatırlatarak başlıyor; ancak eserleriniz arasında gezindikçe canlılığa ve şifa bulmaya dair bir hissin serginin bütününe yayıldığı seziliyor. Örneğin, sergide yer alan Yaşasın Neolitik üçlemesindeki kil işleri şifa veren otlarla yağlıyor ve öyle sunuyorsunuz. Bu serginin hazırlık sürecinde şifa fikri nasıl ortaya çıktı ve ardından nasıl bir yolculuk izledi? 


Böyle bir yorumu ilk kez sizden duyuyorum. Hiçbir yerinden ölümün teğet bile geçmediği işlerle başlıyor sergi. Önce Sappho’nun Kayıp Sözcükler’i sonra da Bütün Denizlerin İçinden Geç, Sessizlik ve Sırdır Ötesi (1991-Aya İrini sergim)... Neyin size bunu düşündürdüğünü gerçekten merak ettim. Ama her zaman dediğim gibi izleyiciyle buluştuğu an itibarıyla benim için o sergi artık izleyicinin atölyesidir. Sizin fikir, duygu atölye çalışmanızda ölüm duygusu oluşmuş. Ben doğal olarak düşüncelerinizin sizdeki nedenini bilmesem bile demek ki siz atölyenizi oluşturmuşsunuz… Devamındaki şifa konusu da böyle. Şifa, şifalandırmak son yıllarda yeryüzü sanat ortamında ne kadar çok gündeme getirilen bir kavram oldu. Bunun nedeni belki de dünyanın geçirdiği pandemi süreci olabilir mi? Bilemem. Hiç şüphesiz şifanın kullanıcı tarafından çok katmanlı anlamlar yüklenmiş olduğunu da düşünmeliyiz. Örneğin, Yaşasın Neolitik işiyle ilgili… Buradan devam etmek isterim. Kaş’ın Pınarbaşı köyünde yaşayan ve üreten çok sevdiğim bir sanatçı dostum var: Sibel Düzel. Bir gün ona şöyle dedim: "Çömlekçi çarkına en son akademi üçüncü sınıftayken oturdum. Bir gün atölyende çarka oturup çömlek çekmek istiyorum" Araya pandemi girdi. Fakat pandeminin sonuna doğru Sibel, Dönsün Dünya adıyla bir proje hazırladığını söyledi. Beni de davet etti. Keyifle katılacağımı söyledim. Bir hesapladık ben çömlekçi çarkına oturmayalı tam 42 yıl olmuş! Müthiş! Ne ki onca yıl sonra zihnimde bu çarkta ne yapacağımı henüz bilmiyordum. Tam o sıra Rusya Ukrayna’ya saldırdı. Savaş! Ne aklım ne gönlüm ne ruhum 2022 yılında bu bir türlü bitmeyen savaşlara bir yenisinin daha eklenmesini kabullenemedi. İşte o an her zaman olduğu gibi bellek bana yol gösterdi. Çünkü günümüzden en az on bin yıl önce insanlığın yaşadığı Neolitik dönemde hiç savaş yaşanmamıştı! Dünyanın herhangi bir toprak parçasında Neolitik döneme ait hiçbir kazıda hiçbir savaş aleti bulunamadı. Hiçbir şehrin etrafında sur da bulamadık. Yani insanlık Neolitik dönemde hem kendi aralarında hem doğayla barış içinde binlerce yıl boyunca yaşamayı başarmıştı. Bence gerçek medeniyet budur! 


Neolitik dönem insanlarının topraktan ürettikleri kapları, aletleri müzelerde görürsünüz. Her birinin estetik yanlarının güzelliği şöyle dursun, fonksiyonları açısından bugün bile özenebileceğimiz tasarımlar üretmişler. Bütün dünya tekerleğin müthiş bir buluş olduğunu söyler. Ne ki çömlekçi çarkının icadının ne kadar büyük bir buluş olduğunu unuturlar. Zihnimde kalan Neolitik çömleklerden üç tanesini kullanmaya karar verdim. Ne ki bu kapların altına hiçbiri birbirine benzemeyen ve boyları da aynı olmayan dengesiz ayaklar çektim çarkta. Bu ayakları kaplarımla birleştirdiğim zaman neolitik çömlekler değerlerinden hiçbir şey yitirmese de çağımızın her anlamdaki dengesizliğini gün gibi ortaya koyuyordu. Bu üç parçayı fırınladıktan sonra Likya’nın mis kokulu doğal bitkilerinin yağlarıyla yağladım. Bu yağlama işlemini yaparken şifalandırmak hiç aklımdan geçmedi. Ama bir yandan da kabul edilmesi mümkün olmayan müptezellikteki savaşa, bir diğer yandan da yok olursa asla yaşayamayacağımız doğanın müptezelce tahrip edilmesine karşı şifalandırmak dersek o zaman Yaşasın Neolitik şifalandırmanın bizatihi kendisidir.


Sergiyi oluştururken Amira ve ben, hangi işlerimi bu sergiye davet edeceğimizi düşündük. Omurgayı, yapıldığı dönemlerde söyledikleri sözlerin bugün de devamlılığı olan işleri seçerek oluşturduk. Bu işlerimin bir kısmı Kır/Gör (1985), Kitle İletişimsizlik Araçları vs vs zzzz…bızzz (1989), Yeryüzünün Belleği (1995) gibi… İkinci kararımız ise sadece bu ülkede ürettiğim işlerin içinden bir seçki yapmaktı. Ama interaktif işlerimin güçlü örneklerinden biri olan Bana Kendini Getir’i Paris’te yapmış olsam da ona bir ayrıcalık tanıyarak davet ettik. Neyse tek tek bütün işleri saymayayım burada. Bazı işlerimin fiziki bedenlerini sergilenme süreci sonunda yok ederim ama fikrî bedenleri yaşarlar…Onları böyle yaşatmaya devam ederim. Onları da yeniden bedenlendirdik. Bazı işlerimi ise uzun zamanlara yayarak capcanlı tutarım. Mesela Kendine Gömülü İstanbul 1998’de başladı hayatına, 2007’de Suların Bağladığı/Suların Çözdüğü adıyla, 2014’te Kendime Gömülü Kaldım adıyla yaşamaya devam etti... Ne ki ilk günden beri biliyordum, bir gün bu iş serisi son cümlesini kurarak susacak cevapları hemşehrilerinden beklemeye başlayacaktı… İşte o son sözü bu sergide söyledi, şöyle söyledi: "Morla döndüm. Gömülü kaldığım geceden sabaha.” Eskilerden gelen ama ilk defa görünür kıldığımız bir başka iş ise Çok Sıkıldım oldu.


Türkiye dışındaki hiçbir koleksiyondan işlerimi davet etmedik. Hatta herhangi bir yöntemle onları görünür de kılmadık. Bunu buradaki kimi sergilerime de uyguladık. Toparlarsak bu sergimi söyledikleri sözlere göre seçtik…Öyle bedenlendirdik bu sergimi. Sorunuza son bir dönüş yaparsam ne ölüm temamızda ne de şifa izleğimizde yer aldı. Ama algılarda uyanmaya yola açan bir fikir şifalandırmasından bahsedeceksek buna hiç itirazım olmaz.


Handan Börüteçene, Kitle İletişimsizlik Araçları vs vs zzzz....bızzzz (1987), 1. Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri, 1987, Sanatçının izniyle

İlk kez 1995 yılında Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde izleyicilerle buluşan Yeryüzünün Belleği isimli serginizi hazırlarken tuttuğunuz notlardan birinde ölü kültür diye bir şeyin olmadığını belirtiyorsunuz ve kültürlerin çözülerek, dönüşerek ve katman katman birikerek evrende var olmaya devam ettiğini söylüyorsunuz. Önceki çalışmalarınızdan elde ettiğiniz hangi çıkarımlar sizi bu zihin açıcı bakış açısıyla buluşturdu ve bu fikir daha sonraki çalışmalarınızda nasıl yankılandı? 


Sadece geçmiş kültürler değil, tüm evren, dünyamız da dahil olmak üzere hiçbir şey ölümlü değildir. Her şey, her varlık sadece dönüşür… Bunu kavramamak benim için imkânsız görünüyor. Bunu kavramak için özel bir çabaya bile gerek yok. Her şey gözlerimizin önünde yaşanıyor. Ben sadece işlerimde değil, hayatımın bütününü böyle yaşıyorum. Dolayısıyla işler de hayatımın içinden çıkıyorlar. 


Mesela hiç derinlere dalmadan basit örneklerle etimolojik alandan bakalım. Bütün dünya dillerinin hepsinde o hangi ülkeyse o ülkenin dip kültüründe var olan kelimelerin hâlâ yaşar olduğunu biliyoruz. Bu çok açık ve net değil mi? Hititler zertun demeseydi, günümüz Türkçesinde biz zeytin demeyecektik. Hititler diye özellikle altını çiziyorum. Orta Doğu’da zertun’un karşılığı zai’dir. Demek ki bu topraklarda yaşayanlar Doğu Akdeniz kültürlerinden bu manada etkilenmemişler. Doğu Akdeniz’i özellikle söylüyorum. Günümüz dünya siyasetinde Doğu Akdeniz’i ve neden bilmem (ya da bilirim) Türkiye’yi de bir Orta Doğu ülkesi olarak tanımlama eğilimi var. Bu "Orta Doğu" terimine dair 50'lerde yavaş yavaş başlayan, son 20-25 yılda yoğunlaşıp hızlanan öylesine bir algı oluşturuldu ki Türkiye vatandaşları Türkiye’den bahsederken Orta Doğu ülkesi demeye başladılar. Yani kültürel bellek ve coğrafya bilmek neden değerlidir? Orta Doğu örneğinde olduğu gibi bu tür algı yönetimlerinin tuzağına düşmezsiniz, kim olduğunuzu bilirsiniz, işte bunun için değerlidir. O nedenle bahsettiğiniz 1995 tarihli Yeryüzünün Belleği sergimin doğum yazısından alıntılarsam doğa ve arkeoloji size asla yalan söylemez. Nasıl mı? Deyin ki bir balık fosili buldunuz. Bunu kurbağa fosili diye size anlatan zihniyet sadece siyasi ve ekonomik erklerin oluşturmak istediği bir tür “resmi tarih”tir; bir algı şaşırtmacasıdır. O algı artık kimlerin işine yarayacaksa ona hizmet eder. Bize etmez. Bellekten romantik bir nostalji tutkusu olarak bahsetmediğim nettir. Bellek bugünü anlamaya ve geleceğe yol haritası çizmeye özellikle de geleceği şekillendirmeye yarar.


Sorunuzdan şu bölümü alıntılarsam: “Önceki çalışmalarınızdan elde ettiğiniz hangi çıkarımlar sizi bu zihin açıcı bakış açısıyla buluşturdu?” Bu “zihin açıcı bakış açısı” dünya gezegeni üzerinde, bu gezegenin fiziki şartlarına uyumlu olarak fiziken sınırlı bedenlerle var olduğumuzu idrak edince başladı… Müthiş keyifli, yıllara yayılan bir süreçti bu.


Mesela, mantis karidesi biz insanların göremediği bir sürü rengi görebiliyor. Biz sınırlı bir şekilde malumunuz tayftan geçen belli dalga boyundaki renkleri görebiliriz. Köpekler bizden daha az rengi algılıyor olsa da çok düşük frekanstaki sesleri duyar ama biz duyamayız. Bu örnekleri sürdürsek bu metinde çok yer kaplar. Hiç şüphesiz farklı boyutları algılayan başka canlılar da var… Peki hiçbir sınırı olmayan tek yerimiz nedir? Hayal gücümüz. Onu sınırlayan tek şey kişinin kendisidir. Bu benim “mümkündür kapısı” dediğim yerdir. Bu kapının eşiğinde daim durup dünyaya, evrene bakarsanız dersiniz ki ne çok renk ne çok boyut ne çok ses ne çok olgu ne çok zaman var ama ben onların kimilerini göremiyorum, duyamıyorum, algılayamıyorum… Ben algılayamıyorum diye onların varlığına yok diyemem. Bu noktada sınırsız bir algı kucaklar sizi, sonsuz özgürlükte…Karşınıza çıkan her şey ile diğeri arasında o sihirli bağlantıyı oluşturmaya başlarsınız. Bu bağlantıdan doğan, kendinize ait olan bu sözler yeryüzünün ve evrenin belleğiyle birleşir… Evet, ben o “mümkündür kapısı”nın eşiğinde yaşıyorum, üretiyorum.


Handan Börüteçene, Aya İrini’deki Bütün denizlerin içinden geç. Sessizlik ve sırdır ötesi sergisinden bir heykel, 1991, Sanatçının izniyle
"Neolitik dönem insanlarının topraktan ürettikleri kapları, aletleri müzelerde görürsünüz. Her birinin estetik yanlarının güzelliği şöyle dursun, fonksiyonları açısından bugün bile özenebileceğimiz tasarımlar üretmişler. Bütün dünya tekerleğin müthiş bir buluş olduğunu söyler. Ne ki çömlekçi çarkının icadının ne kadar büyük bir buluş olduğunu unuturlar. Zihnimde kalan Neolitik çömleklerden üç tanesini kullanmaya karar verdim. Ne ki bu kapların altına hiçbiri birbirine benzemeyen ve boyları da aynı olmayan dengesiz ayaklar çektim çarkta. Bu ayakları kaplarımla birleştirdiğim zaman neolitik çömlekler değerlerinden hiçbir şey yitirmese de çağımızın her anlamdaki dengesizliğini gün gibi ortaya koyuyordu."

Serginiz yüz yıllar önce yaşamış, belki de hâlâ yaşamaya devam eden kadın şairlerle diyalog halinde. Antik Yunan’dan Sappho’nun fısıltılarıyla deniz ve ay, Bizantion'lu kadın şair Moiro’nun sesiyle ise şehir/ler sergiye davet ediliyor ve sergide kurulan sahnelerin ana oyuncuları haline geliyor. Üç İç Denizin Ülkesi ve aklınızdaki kitap arasındaki yakınlıklar ve mesafeler hakkında neler söylemek istersiniz? 


Gözünüzden kaçmış bir şairimiz daha var: O kadın değil. Agathias! Hemşehrimiz Agathias, milattan sonra 550’li yıllarda yaşamış ve üretmiş. Onunla birlikte üretme yolculuğum 1998 yılında Yapı Kredi’nin Akdeniz’in Mor Bin Yılı sergisinde İstanbul’un hayaletini bir kefen gibi yere sererek Agathias’ın “Burada bir ceset var, dışında mezar yok. Burada bir mezar var, içinde ceset yok” şiiriyle birlikte sergileyerek başladı. O zaman İstanbul’un hayaletini sergilerken adını Kendine Gömülü İstanbul koymuştum. Bu işin devamı malumunuz. Bir diğerinin hikayesi ise şöyle: İstanbul Hipodromu’nun bugün ayakta sapasağlam kalan Sphendone duvarına yapışık olarak izinsiz inşa edilmiş eski yapılar dönemin belediye başkanı Bedrettin Dalan tarafından bir arkeolojik destek alınmaksızın herhangi bir hafriyat gibi yıkılmıştı. Burada çarpıcı iki konu vardı. Birincisi, yıkılan binaların Sphendone duvarındaki kalıntılarıydı. Şöyle kalıntılardı onlar: Musluğu, sabunluğu, havlusuyla birlikte bir lavabo, bir klozet, bir duş, dolaplarıyla birlikte bir mutfak tezgâhı…Ve daha bir sürü nesne …Gerçeküstü! Ama gerçek! Bu çalışmalarımın tümünü Sanat Dünyamız dergisinin 69. sayısında (1998) “Dikkat! Burada Hipodrom Var(dı): “Şey"lerin Kaderi…Ya da Sphendone Duvarının Resimli Hayat Hikayesi" başlığıyla bulabilirsiniz. İkincisi ise zeminde yıkılmış evlerinin yığını içinden eşyalarını arayan insanlardı. Bir kadın gördüm, şaşkınlıkla yıkıntıların içinde bir şey arıyordu. Ben tam fotoğrafını çekerken küçük oğlu koşarak “Anne buldum, buldum!” diye kadının yanına geldi. Bulduğu şey nüfus kağıtlarıydı.

Bu sergide gördüğünüz işte ise o yıkıntılardan bir tuğlanın üzerine yazdığım Agathias’ın şiiri ve Sphendone duvarı önünde evinin yıkıntıları üzerinde nüfus kağıtlarını arayan kadının fotoğrafı bir röliker kutusunun içinde. Kapağının tepesindeyse minicik bir cam küreye, hotoz misali bir tavus tüyünün binlerce yılın renk kardeşliğiyle eşlik edişini dinliyoruz. Bu işimi ta oralardan davet ettik. Bugün de sözünü söylemeye devam ettiği için…Bir gün Sphendone'nin önünden geçer de hatırını sorarsanız o da anlatır… İstanbul hiç susmaz!


Sappho’ya gelince… Milattan önce 600’lerde yaşamış ve üretmiş, şiirlerini çok sevdiğim şairlerden biridir o kadar ki arkadaşlarımdan biri oldu. Birlikte çok şey yaşadık. Yıllar yıllar önce tesadüf bu ya bir gün Girit’te elime bir Sappho kitabı geçti. Bu kitapta ilk kez Sappho’nun şiirlerinin kayıp sözcükleri, dizeleri olduğunu ve kayıp sözcüklerinin nokta nokta bırakılarak yazıldığını gördüm. Birdenbire şunu düşündüm: Onun dizelerinde hangi sözcükleri kullandığını bilmeden, çevirmenlerin tamladığı sözcüklerle çevrilmiş/yazılmış şiirler okumuşum! Şiirlerin bu halleriyle hiç tamlanamayacağını düşündüm. Yani onca yıl ben Saphho’nun şiirlerinin gerçeğini hiç okumamışım/okumamışız! Oysa şiirde de   restorasyondaki kural gibi davranmalıydık: Mesela arkeolojide kırık bir parçayı tamlamak için sağlam veri gerekir. Eğer yoksa tamlanmaz ve olduğu gibi bırakılır. Bir manada tamlama işi izleyenin hayal gücüne bırakılır. Sappho’nun şiirlerinin tamlama işi de okuyucusunun hayal dünyasına bırakılmalıydı.


Keşke demiştim o yıllarda; Sappho çevirmenleri şiirlerin bir sayfada orijinal halini yan sayfada kendi çevirilerini özgürce koyarak kitaplar yapsalar… Hem hakikati bilirdik hem de çevirmenin tamlama yaparken onların hayal güçlerinin lezzetini okurduk. Bir zaman sonra Türkçede Samih Rıfat ve Kriton Dinçmen böyle çevirilerle kitaplar yaptılar. İkisine de teşekkür ettim.

Ben de onun bu hikayesini işlerimde yaşatmak istedim… Sappho’nun şiirlerinin kayıp sözcüklerinin yerine yaşamın ışıltısını içinde koruyan cam kürelerimi bu kayıp sözlere ithafen izleyicinin dilediğince tamlaması için yerleştirdim. Zaten 1989’da cam kürelerimin doğum hikayesi de şuna dayanıyor: Midilli adasında Sappho’yla küçük bir balıkçı köyü olan Skala Kaloni’de birlikte yaşamıştık. Onun öyküsünü de başka bir zaman anlatırım…Ama bir kısmıyla Denizi Seven Kürenin Kitabı’nın doğum yazısıyla sergide yer alıyor.


Tam bunları üretmeye başladığım zaman da anladım ki Sappho da bundan çok keyif aldı. Nasıl mı derseniz olaylar şöyle gelişti; Pompei’deki arkeolojik kazılarda yanık papirüs ruloları bulundu. Yaşasın gelişen uzay teknolojisi, NASA’nın geliştirdiği bir mikroskop çeşitli yanık evrakları okumamızı sağladı. Çalışmalar tamamlandığında bu papirüs rulolarındaki yazıların Sappho’nun bilinmeyen şiirleri olduğu ortaya çıktı. Bu arada merakımı katmerlendiren diğer konu bu son keşifle iyice heyecanımın dozunu arttırdı çünkü Napoli Arkeoloji Müzesi’nde Sappho’nun Pompei’de bir evin duvarında bulunan portresi vardır, fresko tarzında. Ne ki bu portreye “Sekreter Portresi” denmiş. Gerçekten sekreterle asla ilgisi yok! Hatta ciddi bir hata çünkü ne Roma’da ne de antikitede kadın sekreter (sekreterden kasıt yazman) yok! Bu hata burada duruversin bakın daha neler oldu.


Sappho’nun sevinç verici sürprizleri bununla da bitmedi... Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ni 1996'da gezerken bir mozaikle karşılaştım. Karşımda Napoli Arkeoloji Müzesi’ndeki portrenin aynısı duruyordu... Sappho bu kez de Gaziantep’te beni karşıladı ama orada da mozaiğin altında yine “Sekreter Portresi” yazmaz mı! Yahu dedim bu Roma döneminin ne müthiş bir sekreteri varmış ki tüm Roma coğrafyasında yayılmış. O kadar meşhur bir portre ki günümüz dünyasındaki ünlü yazarların, müzik, sinema starlarının afişleri gibi evlerin duvarlarına işlenmiş. Bu kadar meşhur bir sekreter! Tabii ki o bir sekreter değil! Apaçık Sappho’nun ta kendisiydi. Elimizde yeni şiirleri gibi şapşahane iki de portresi olmuştu. Biri Gaziantep’te biri Napoli’de… Bulundukça kim bilir daha nerelerde çıkacaktı karşımıza Sappho.


Heykellerden ya da fresklerden, kimin kim olduğunu anlayabilmek için ikonik verilere başvurulur, örneğin saç şekli, saçında kullandığı taçlar, tokalar, bantlar... Boynunu nasıl eğik ya da dik tutuğu, hatta gülümsemesi ya da tersi bütün bunlar veridir. Bu verilerin ışığında bilinen en eski Sappho portresi İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde çocukluğumdan beri hayatıma eşlik eder durur. Her iki müzedeki her iki portre de İstanbul’daki Sappho’nun tüm özelliklerini taşımaktaydı. Zaten kalemi dudaklarında, dalgın gözlerle hayal kurar gibi bakıp elindeki ahşap içine balmumu döşenmiş deftere neler yazacağını hayal eden sekreter mi olur? Olmaz! Bütün ip uçları önüme serilmişti. Roma döneminin çok sevilen, popüler şairlerinden biri olduğunu kendisi zaten her türlü ortaya koyuyordu. Bu bağlantıyı kurunca çok mutlu oldum, Tabii ki İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki büstünün önünde durup bütün olanları bir bir ona anlattım.  Kim demiş mermerden bir yontu gülümsemez diye...


Uzun zamandır arkeologların da bir bütünleme çalışması yapıp iki müzede de eserlerin altına “Sekreter Portresi” yerine Sappho yazmalarını bekliyorum. Çünkü akademisyen olmadığım için makale yazmadım. Benim dilim sanat. Tüm araştırmalarımı, çalışmalarımı sanatın diliyle hayata geçiriyorum… Bir fikrin, bir bulgunun peşine heyecanla merakla müthiş bir yolculuğa çıkıyorum işte bu yaratıcı sürece tutkunum.


Bizantionlu Moiro ise şehrimizin adını bildiğimiz ilk şairi. Milattan önce 300’lerde yaşamış. Sürprize bakın; o bir kadın. İstanbul’un ruhu benimle bir kadın sesiyle konuştu “Bu Moiro’nun sesi" dedi. Adını bildiğimiz en eski şair hemşerimiz. İşte Moiro da işlerime böyle katıldı. İstanbul’un ruhu görünmek ve bilinmek isteyince önce bir beden istedi. Evdokia’nın elbise modelini tercih etti ama gönlü kırık olduğu için incileri, yakutları istemedi. Kırık çömlek parçaları dikmemi istedi bedenine, altın ipliklerle… Elbise bedeni tamamlanınca hemşehrileri onu görsün, o da onları görsün ve sorsun istedi: “Neden belleğimden bu kadar korkup kaçıyorsunuz?”


Handan Börüteçene, Üç İç Denizin Ülkesi, Salt Beyoğlu, Kasım 2023, Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)
"Sappho’nun şiirlerinin kayıp sözcüklerinin yerine yaşamın ışıltısını içinde koruyan cam kürelerimi bu kayıp sözlere ithafen izleyicinin dilediğince tamlaması için yerleştirdim. Zaten 1989’da cam kürelerimin doğum hikâyesi de şuna dayanıyor: Midilli adasında Sappho’yla küçük bir balıkçı köyü olan Skala Kaloni’de birlikte yaşamıştık. Onun öyküsünü de başka bir zaman anlatırım...Ama bir kısmıyla Denizi Seven Kürenin Kitabı’nın doğum yazısıyla sergide yer alıyor."

1994 yılında Şaraçhane Parkı’na yerleştirilen İstanbul Kitabı’nın, çevresinde bulunan Geç Roma, Bizans ve Osmanlı dönemi eserlerle kurduğu diyaloğu nasıl şekillendirdiğinizi merak ediyorum. Sizin kendi estetik anlayışınız bağlamında kurguladığınız bu diyaloğun ötesinde İstanbul Kitabı’nın kamusal alanda var olmaya devam eden bir heykel olarak hikâyesi bugünün İstanbul’u hakkında bizlere neler anlatıyor? 


Üç sayfadan oluşan İstanbul Kitabı sadece orta sayfasında yaşamın ışıltısını daima içinde saklayan cam küreyi taşıyor. İlk ve son sayfalarında kürenin yerleri boş. Bu işi Saraçhane Parkı’nın neresine yerleştireceğime karar vermek için bir İstanbul haritasını masama serdim. Pusulamı da yanıma koydum, işimin şimdi durduğu noktayı seçtim, oradan çizgiler uzattım her yöne. O çizgiler nihayetinde 360 derecelik bir dairenin çizgileriydi... Şehrimin her dönemine ait tüm yapıların üzerinden geçiyordu. Yani durduğu yerde şehrim, kitabı aracılığıyla orada durduğu her an hepsini selamlıyordu, bitmeyen ışıltısıyla. 


İnteraktif işler yapan biri olarak merak eden herkesin bir İstanbul haritası üzerinde bu çalışmayı yaparsa nerelere değdiğini kendilerinin görebileceğini söyleyebilirim. 


Handan Börüteçene, Sırça sözler masal değil, öyle dinleme!, 1991, Sarı Konaklar Sitesi izniyle, Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)


Üç İç Denizin Ülkesi ağırlıklı olarak sanat üretiminizin ilk dönemlerinden itibaren gördüğümüz, izleyiciyi etkileşime çağıran eserleri bir arada sunuyor. Bu sergi için yeniden ürettiğiniz Kır/Gör (1985-2023) ve izleyicileri yerleştirmenin bir aktörü haline getiren Bana Kendini Getir (2009) bu eserlerden bazıları… Basın toplantısı sırasında yaptığınız konuşmada da ilk soruma verdiğiniz yanıtta olduğu gibi sergiyi bitirdiğinizi, artık bu serginin izleyenlerin atölyesi olduğunu belirtmiştiniz. İzleyiciler şimdiye dek sergiyle nasıl ilişkiler kurdular? 


İlk şaşırtıcı ilişki bir izleyicinin danışmaya bıraktığı notla başladı. Çünkü bu not kayıp ilanımıza bir ihbardı. O kayıp yapıtın nerede olduğu bilgisini vermişti.

Diğerlerini paylaşmak bana doğru gelmiyor. Çünkü, birebir benimle paylaşılmış metinleri, fotoğrafları, şiirleri (özellikle Sappho’nun kayıp sözcüklerine dair yazılmış olanları) hatta projeleri o kişilerin izni, haberi olmadan paylaşamam. Nasılsa hayatın içinde bir gün karşımıza çıkarlar.


Handan Börüteçene, Bana Kendini Getir, 2009, Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Koleksiyonu izniyle, Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)


Sergide yer vermek istediğiniz ancak çeşitli nedenlerden ulaşamadığınız bazı eserlerle ilgili notlar oldukça dikkat çekici. Kimi zaman eserin en son gösterildiği sergi mekânının düzgün kayıt tutmaması kimi zaman da eseri bünyesinde barındıran koleksiyonun dağılması sebebiyle kaybolan sanat yapıtlarından söz ediyoruz. Bu eserler için hazırladığınız ilanlar hem bir eserin sergilenme olasılıklarıyla ilgili yepyeni kapılar açıyor hem de sanat yapıtlarının provenansını araştırmak adına alışık olmadığımız şeffaflıkta bir yaklaşım öneriyor. Bu ilanlar için gelen geri dönüşlerden daha etraflıca bahsetmek ister misiniz? 

,

“Kayıp” ihbar hattı iyi işliyor. Sizin de dediğiniz gibi, sanat alanının alışık olmadığı şeffaflıkta bir tavır koyduk. Çünkü amacımız, bu konunun kapsamlı bir şekilde gündeme getirilip her türlü boyutuyla tartışılmasını ve mümkünse bir çözüm bulunmasını istemekti. Zaten bunun için mart sonunda bir panel düzenliyoruz. 


İlk ihbar, 1987’de Urart Galerisi’ndeki sergimden, Mutfak Ordusu’nun kayıp işlerinden biri için aralık ayında geldi. İş, Londra’da E. Barnes’ın özel koleksiyonunda bulundu. Urart Sanat Galerisi artık yok ama arşivimde sakladığım, sergi sonunda bana verilen listede böyle bir kayıt da yoktu. Oysa E. Barnes bu yapıtı sergiden almış.


Medyada genellikle yerel yönetimler ya da hükümetler tarafından kamusal alanda bulunan eserlerin tahrip edilmesi, yok edilmesi ya da kaldırılması geniş yankı buluyor ve zannediliyor ki bu sorun sadece bu mecralarda var. Oysa müzelerde, galerilerde, özel koleksiyonlarda da bu sorunlar var. Kamunun haberi olmasa da sanat ortamının insanları bunu gayet iyi biliyor. Ne ki muhtelif nedenlerden bu konu kamusal alanda pek de gündeme gelmiyor. O nedenle bu sergide bu kadar şeffaf bir şekilde konuyu gündeme getirmek ve hukuk üstünden hakların nasıl korunacağına dair çözümler bulmak istedik. 


Handan Börüteçene, Yaşasın Neolitik, 2021, Sanatçı ve Tansa Mermerci Ekşioğlu’nun izniyle, Fotoğraf:: Mustafa Hazneci (Salt)


Uluslararası İstanbul Bienali için önerdiğiniz bir projeye ait eskiz ve metinler, Üç İç Denizin Ülkesi’nin farklı sergileme olasılıklarını araştıran, geliştiren ve zenginleştiren yapısını ortaya koyan bir başka unsur olarak sergide yer alıyor. Proje için seçtiğiniz iki cümlenin bugünden baktığımızda güncelliğini hâlâ korumalarını, hatta belki de yepyeni ve daha somut bir güncellik kazanmış olmalarını çarpıcı buluyorum: Aynı dili konuşuyoruz ve Birbirimizi anlamıyoruz. 1988-1989 yılları arasında bu projeyi oluştururken sizi bu iki cümleyi seçmeye yönelten dinamikler nelerdi? Bu dinamikler dünden bugüne dönüştü mü yoksa oldukları yerde duruyorlar mı? 


İnsan dil ile düşünür. Dil hayal edemeyeceğimiz kadar önemli iletişim aracı olduğu gibi aynı zamanda bireyin kendini inşası için de olmazsa olmaz bir malzemedir. Her dilin kendine göre bir mantığı, matematiği, yapısı vardır. Bu yapı bozulunca aynı toplumun bireyleri birbirini anlamaz hale gelir. Doku hasara uğrar. 


Sonuçta aynı dili konuşuruz ve birbirimiz anlamayız. Sizin de altını çizdiğiniz gibi, 1989’da bu konuya dikkat çekmek için yaptığım bu işin derdi olan mesele günümüzde katmanlaşarak büyümüş vaziyette. Gerçekten aynı dili konuşuyoruz ve birbirimizi anlamıyoruz. 


Not: Birbirimizi anladığımız zamanlarda çok mutlu, çok keyifli, çok verimli oluyoruz…

Comments


bottom of page