Nergis Abıyeva’nın sanatçı Murat Sinkil’in hayatını ve sanatını ele aldığı monografik kitap çalışması, Çağdaş Resmin Dervişi: Murat Sinkil Yaşamı ve Sanatı adıyla okuyusuyla buluştu. Abıyeva ile kitabın hikâyesini ve Sinkil’in yaşamını konuştuk
Röportaj: İlker Cihan Biner
Murat Sinkil, İstanbul Erenkoy'deki atölye-evinde, 1989
Nergis Abıyeva'nın kaleme aldığı Çağdaş Resmin Dervişi: Murat Sinkil Yaşamı ve Sanatı adlı kitap için sanatçı Murat Sinkil’in bir portresi denilebilir. Yazar bu metinde sanatçıyı yüceltmenin ötesinde onun estetik üretimlerinin ve hatta oluşturduğu fikirlerinin izlerini takip ediyor. Nergis Abıyeva Murat Sinkil'in iz sürücüsü olma riskini göze alarak ortaya nefis bir monografi çıkartıyor. Yazar ile hem kitabın hikâyesini hem sanatçının yaşamını, eserlerini konuştum.
Deleuze bir röportajında* Francis Bacon'la ilgili yazdığı kitapla ilgili “resim yazıyı tutuşturur.” demişti. Bu kitabı yazmaya sizi ne tutuşturdu?
Doğrusu bu kitap beni buldu. Murat Sinkil’in ailesi ve dostları sanatçının 2018 yılındaki vefatının ardından, arkada bıraktığı yapıtlarını, yaşamıyla birlikte ele alabilecek bir sanat tarihçisi arayışındalarmış, çeşitli görüşmeler de yapmışlar. Tiraje Dikmen üzerine yaptığım akademik tez çalışması ve başka çalışmalarım sanatçının kardeşi Nurdan Sinkil’e referans verilince, bizim görüşmelerimiz de başladı. Sinkil’in ismine ilk kez Maçka Sanat Galerisi’nin arşivinde rastlamıştım, daha sonra Beral Madra’nın çevrimiçi arşivinde de karşıma çıkmıştı. Hem fonetik olarak farklı bir soyadı olduğu için, hem de 1970’lerin sonunda yaptığı Sinkil Parası işlerini farklı bulduğum için aklımda kalmıştı.
Kitabın yazarı olma ihtimalim ortaya çıkınca, Sinkil’in resimlerini görmek üzere, 1997’de taşındığı ve yaşamının sonuna kadar kaldığı Antalya’ya gittim. Koca koca tuvalleri, minik minik Sinkil paralarını, üç boyutlu işleri, eskizleri, defterleri, notları incelemeye başlayınca çok heyecanlandım. Bu birincil kaynaklarla ve Sinkil’in yakınlarıyla dolu dolu 3-4 gün geçirdim. Sanatçının özgün yapıtları, derin zihin dünyası ve sanki ölümünden sonrasına hazırladığı son derece düzenli defterleri bende bir merak duygusu uyandırdı. Sinkil’i daha yakından tanımak istedim, tanıdıkça da onu en iyi şekilde tanıtma arzusu doğdu.
"Sinkil, yalnızca hayatını ve sanat üzerine düşüncelerini yazmakla kalmıyor; sanat hayatını baştan sona gözden geçiriyor, yaptıklarını listeliyor, arşivliyor, adeta sanatını, “kendinden sonrasına” hazırlıyor..."
Nergis Abıyeva'nın kaleme aldığı Çağdaş Resmin Dervişi: Murat Sinkil Yaşamı ve Sanatı kitabının arka ve ön kapak fotoğrafları
Murat Sinkil’in yaşamına dair detaylara girelim mi? Kimdir Murat Sinkil?
Murat Sinkil (1952-2018), yakın sanat tarihimizin kendine mahsus sanatçılarından. Dedesi asker ressamlarımızdan İhsan Çanakkaleli (1886-1966), torununun çocukluk resimlerini hangi gün yaptığı notuyla birlikte saklıyor. Sinkil, otobiyografik notlarında henüz ortaokuldayken, Sarkis Zabunyan (1938-) ve Altan Gürman (1935-1976) gibi aile dostları olan sanatçılar aracılığıyla “soyutu” sevdiğini, yadırgamadığını yazmış.
Sinkil, 1973’te, tam da yatılılık sisteminin değiştiği yıl Gazi Eğitim Enstitüsü’ne giriyor ve burada Mustafa Ayaz, Mürşide İçmeli gibi hocaların öğrencisi olarak modelden desen, gravür, grafik, linol baskı, çinko baskı çalışmalar yapıyor. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün grafik ağırlıklı, uygulamalı bir ders programı var. Sinkil, Gazi’deki bitirme tezini muhtemelen grafik ağırlıklı üretim yapan hocası Mürşide İçmeli’nin de etkisiyle, Mengü Ertel (1931-2000) ve sanatı üzerine yapıyor.
Mezun olunca bir yıl kadar Soma’da mecburi hizmet için resim öğretmenliği yapıyor, öğretmeyi sevse de resim öğrenmeye devam etmesi gerektiğine karar veriyor. Tabii memuriyetten sıkılma da söz konusu, notlarında sınırları çizilmiş, monoton bir hayat istemediğini yazıyor. 1978 yılında o zamanki ismi hâlen İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi olan MSGSÜ’de dönemin genç, dinamik ve farklı hocası Mehmet Güleryüz’ün (1938- ) öğrencisi oluyor. Sinkil, ilerleyen yıllarda öğrencilerine ve dostlarına, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün öğretmen yetiştirmeye yönelik programından dolayı oradaki eğitiminden memnun kalmadığını, esas resim eğitimini Akademi’de aldığını söylese de, üretimini farklı kılan unsurları Gazi Eğitim Ensitüsü’nde aldığını düşünüyorum.
1979’da döneminin öncü etkinliği Yeni Eğilimler sergisine, 1989’da II. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliği olan Genç Kuşak sergisine katılmasına, 1980’lerin başından 1990’ların ortasına kadar İstanbul sanat ortamının etkin sanatçılarından biri olmasına rağmen, 90’ların sonuna doğru İstanbul’dan ayrılıyor ve bu şehre bir daha ayak basmıyor. Yaşama yeniden başladığı Antalya’da hayatını öğreterek kazanmayı tercih ediyor. İstanbul’dan ayrılırken 300 civarında resmini yok ediyor ve altı yıl boyunca resim yapmayı bırakıyor. Sonraki yıllarda, Antalya’daki yaşamını da oturttuktan sonra üretmeye devam ediyor, fakat yaptıklarını pek sergilemiyor ve çok az kişiyle paylaşıyor.
“Kızgındım, sanki sevdiğim, önemsediğim mesleğimden kazık yemiştim.”
-Murat Sinkil
Murat Sinkil'in yaşamıyla ilişkili iz sürücü olduğunuz görünüyor. Yazarken nasıl bir yol izlediniz? Başka açıdan; sanatçının birbirinden farklı dönemlerini bir araya getirirken oluşturduğunuz tarihsel perspektiften bahsedebilir misiniz?
Her sanatçı, kendi çağının, kendi döneminin bir tezahürü. Monografi çalışmalarında özneyi merkeze alsak da, aslında iyi bir sanatçı monografisi sanatçının yaşadığı dönemin halet-i ruhiyesine de ışık tutar. Sinkil, 1980’li yılların çalkantılı politik ortamını ve neoliberal ekonominin etkisiyle yeni yeni oluşmaya başlayan bir sanat ortamını deneyimleyen bir kuşağın sanatçısı. Yapıtlar, notlar, günlükler gibi birincil kaynakları edinirken, sanatçının yakınlarıyla da görüşmeye başladım. Başta kardeşi Nurdan Sinkil olmak üzere, hocası Mehmet Güleryüz, dostları Müşerref Zeytinoğlu, Mahir Güven, İnci Eviner, öğrencileri Aylin Zaptçıoğlu, Cengiz Kuluğ, Aydan Murtezaoğlu, Sevde Hallaç, Bahadır Yıldız gibi sanatçıların tanıklıkları, gerçekçi bir “Murat Sinkil portresi” çizebilmek için önemliydi. Bu kitap için Murat Sinkil’in ilişkilendiği yirmiye yakın kişiyle görüştüm. Bu liste daha da genişletilebilirdi ancak, çalışmayı bir "anı kitabı"na dönüştürmemek için, görüşmeleri belli bir noktada tamamlamam gerekiyordu. Seçimleri yaparken özellikle günlüklerinde bahsettiği kişilere öncelik verdim. Görüşmeler, deşifreler, onaylar…Tek başına üstlendiğim bu yoğun bu mesaiyi yalnızca sanatçıya duyduğum merak ve beğeniyle açıklayabilirim.
Sinkil’in yazdıklarını, defterlerini okumak müthiş etkileyiciydi. Metnin içinde bir kısmına yer verdiğimiz ve Nurdan Sinkil’in arşivinde bulunan bu notlardan anlaşıldığı kadarıyla, Sinkil, 2016 yılında tüm yaşamını, retrospektif bir bakışla kısa notlar şeklinde yazıyor ve yeni bir döneme geçme kararı alıyor. Bu karar, sanatçının sağlık sorunları olduğunu, bu sorunları gidermek için gerekli tıbbi yardımı almazsa iki üç yıllık ömrü kaldığını öğrendiği, ancak kendini iyileştirmek için gerekli adımları atmadığı zamana denk düşüyor. Sinkil, yalnızca hayatını ve sanat üzerine düşüncelerini yazmakla kalmıyor; sanat hayatını baştan sona gözden geçiriyor, yaptıklarını listeliyor, arşivliyor, adeta sanatını, “kendinden sonrasına” hazırlıyor: Resimlerini dönemlerine göre Akademi, İstanbul ve Antalya olarak atölyesinin ayrı odalarına koyuyor, desenlerini, konularına göre ayrı zarflara yerleştiriyor. Eserlerinin kimlerde, hangi koleksiyonlarda olduğunun listesini çıkarıyor. Ayrıca resimlerini satın alıp parasını ödemeyen kişinin adını soyadını belirterek “resimleri aldı, kayıplara karıştı” yazacak kadar da detaylı notlar tutuyor. Sanatçı, bu dokümantasyon çalışmalarının ardından, tasarladığı çalışmaları gerçekleştirmek üzere çalışmalarına hız veriyor, terk ettiği İstanbul’la hesaplaştığı resimler yapıyor, ertelediği sanatsal işleri kotarmaya girişiyor.
Notlarına göre resimlerini satın alan kişilere şahsen ulaştım, resimlerin fotoğraflarını rica ettim. Aklıma gelenler Megi-Haldun Dostoğlu, Cemal Mutlu, Hakkı Mısırlıoğlu, Ferit Özkaşıkçı.
Daha sonraki adım ise literatür taramasıydı. Kitapları, gazeteleri, dergileri ve tezleri taradıkça Murat Sinkil'in isminin pek çok yerde geçtiğini (bazen yanlışlıkla Sinkıl olarak yazılsa da) fark ettim. Beral Madra, BM Galeri’de Sinkil’in iki kişisel sergisini açmış ve sergilere metinler yazmış. Aynı şekilde Vasıf Kortun da 10 kitabında Sinkil’den bahsetmiş. Salt araştırmanın arşivinde de Anı/Bellek sergisi için isminin geçtiğini görmüştüm. Sinkil’in Kortun’un da dikkatiğini çektiğini fark ederek kendisine ulaştım. Kortun, görüşmemizde Sinkil için şöyle demişti: “Murat rahat ve beklentisiz bir insandı. Okullu olmasına rağmen, bünyesinde saldırganlık taşımıyordu. Neo Ekspresyonist furyası içinde kendine yol açmıştı. Belki pratiği çok orijinal değildi ama yine de Sinkil parasını sevmiştim. Anı/Bellek sergilerini üç kez yapabilseydik, Murat’ı da dahil edecektik fakat yalnızca ikisini yapabildiğimiz için bu tasarı kâğıt üzerinde kaldı.” Kortun’un radarına giren bir sanatçı olmasını önemsiyorum.
Literatür taraması neticesinde Sinkil’in 1970’lerin sonundan 1980’lerin sonuna kadar yaptığı resimlerin, genellikle Yeni Dışavurumculuk bağlamında ele alındığını gördüm. Yeni Dışavurumculuk, tartışmaları günümüze kadar gelen bir eğilim. Almanya başta olmak üzere Avrupa’da görülüyor. Türkiye’de de 1980’li yılların başından 1990’ların ortalarına kadar, Bedri Baykam’ın başıçektiğini, Hale Arpacıoğlu, Arzu Başaran, Fuat Acaroğlu, Yavuz Tanyeli gibi sanatçıların yeni dışavurumcular olarak adlandırıldıklarını görüyoruz. Murat Sinkil bu isimlerden biri, hatta Bedri Baykam Sinkil Parası resimleriyle ilgili bir eleştiri de kaleme almış. Yeni Dışavurumculuk’un zamanın ruhuyla ilgili olduğu gibi, sanat piyasasının büyük boyutlu resim sevdasıyla da bir ilgisi var. Sanat tarihçi Nilgün Özayten, Yeni Dışavurumculuk’u galericilerin zaferi olarak görmekte haksız değil. 1970’lerin sonunda gündeme gelenin yalnızca dışavurum değil, figür resmine ve tuval üzerinde boyaya dönüş olduğunu yazarken de.
Sinkil’in İstanbul dönemi için Yeni Dışavurumculuk ve Ötesi başlığını tercih ettim, bu bölümde dönemin gazetelerinden, dergilerinden ve tanıklarından faydalanarak yeni dışavurumculuğun Murat Sinkil için ne olduğunu ve Sinkil’in o furyadaki konumunu anlamaya çalıştım. Tabii İstanbul’dan ayrılmadan önce 1990-1992 arasında yaptığı, soyut özellikler gösteren, figürden azade mavi resimleri de var. Düşsel bir takıntı gibi bu resimler. Psikolojik olarak zorlandığı, İstanbul sanat piyasasında var olma mücadelesi verdiği yıllarda yapmış bu resimleri.
Zaten 1993-1999 arasında altı sene kadar resim yapmayı bırakıyor, 2016’da kaleme aldığı biyografik notlarında resmi bırakarak “Sıradan insan olmak istediğini, gününü sıradan işlerle uğraşarak geçirdiğini” yazıyor. Yorgunluğunun, bıkkınlığının, küskünlüğünün, yeniden toparlanmasına izin vermediğini, “Kızgındım, sanki sevdiğim, önemsediğim mesleğimden kazık yemiştim.” diye yazmasından anlıyoruz. Sanat piyasasının yeni yeni oluştuğu bir dönemde, çok meşhur bir sanat tacirinin kendisini nasıl manipüle ettiğini notlarında ayrıntılı bir şekilde yazmış.
İstanbul’dan ayrıldıktan sonra iletişim kurduğu tek kişi olan Güleryüz, bir görüşmemizde Sinkil’in sanatıyla, sanatın sorunlarıyla, sanat ortamıyla girdiği mücadelenin bünyesinin kırılganlığıyla birleştiğini, kendine uygun ortamı bulamadığında ya da bu ortama inancını yitirdiğinde yalnızlık ve boşluk hissi yaşadığını söylemişti.
"Sanat, ortaya koyulan yapıtın maddi değerinden çok bir düşünme pratiği. Murat Sinkil etrafını çevreleyen her neyse onu kavramsallaştıran ve resminin öznesi haline getiren biri."
Murat Sinkil, İsimsiz-Çocuksu Resimler Serisi, 2015-2018, kraft kağıdı üzerine akrilik, 190x130 cm
Murat Sinkil nasıl bir öğretmendi? Aynı zamanda öğretmenliği sevdi mi?
Sinkil öğretmenliği sevdi, bu kesin. Akademi’den mezun olduktan sonra Bilsak başta olmak üzere çeşitli yerlerde Mehmet Güleryüz’ün asistanlığını yapıyor. Caddebostan Sanatevi’nde resim dersleri vermeye başlıyor sonra. Orada resim kursuna kaydolan ve güzel sanatlar fakültesine hazırlananlardan biri Aydan Murtezaoğlu. Notlarında da bahsediyor Murtezaoğlu’ndan. Bir süre Erenköy’deki evinde, 1983 yılından 1993’e kadar da Çizgi Sanatevi’nde ders veriyor. Antalya’ya taşındıktan sonra 1997 yılında Galeri Art House diye bir yerde ders vermeye başlıyor, daha sonra ise kendi atölyesini açıyor. Kısa sürede Antalya’da güzel sanatlara hazırlık alanında en öne çıkan hoca oluyor. Antalya’daki öğrencilerinden biri olan Aylin Zaptçıoğlu, bir görüşmemizde Sinkil’in öğretme şeklinin çok zenginleştirici bir tarafı olduğunu, insanın potansiyelini fark etmesini ve kendini geliştirmesini sağladığını söylemişti.
Öğretmeyi de sanat yapıtının kendisi olarak gören sanatçılar var, aklıma MSGSÜ’de Halı Atölyesi’ni yürüten Prof. Gülçin Aksoy geliyor. Mehmet Güleryüz’ün 1975-1980 arası Akademi’de resim eğitimi vermesi de sanatından ayrı değil. Murat Sinkil hem Akademi, hem de İstanbul dışında Akademi’ye hazırlarken, bir "Karşı-Akademi" de kurmayı başarmış biri.
Sanatçı çalışmalarını yaparken hangi malzemeleri kullandı?
Sinkil, resimlerinin büyük kısmını kraft kâğıdına toz boyayla, bir kısmınıysa akrilikle yapıyor. Güleryüz atölyesinden aldığı önemli özelliklerden biri malzeme bilgisi, toz boya kullanmaya o atölyede başlıyor. Güleryüz’ün Akademi’de tuval üzerine yağlıboya çalışma zorunluluğunu kırmak için mücadele ettiği biliniyor. Akademi’de Neşet Günal atölyesinde ders vermeye başlayınca, resim atölyelerinin yağlıboya atölyesi adı altında toplanmasına karşı çıkıyor ve yağlıboyadan uzak duruyor, öğrencilerini de uzak tutuyor. Yağlıboyayı ya da tuvali kötülemek için değil, öğrencilerin tuval ya da yağlıboya alabilecek durumları olmadığı için. Ayrıca yağlıboyayla yaptıkları tabloların kuruması on beş, yirmi gün, bir ay sürdüğü için. Kraft kağıdı üzerine toz malzemenin hem ucuz, hem de kolay olması, öğrencilere aradıklarını bulabilecekleri bir alan sağlıyor. Murat Sinkil hocalık yaptığında da bu öğretme metodunu öğrencilerine aktarıyor.
"Başarıya giden yolda sanatçıların personalarının, işlerinin niteliğinden daha önemli olduğunu görmemek imkânsız. Mücadeleci olmak, doğru kişilerle ilişkilenmek ve bu ilişkileri iyi yönetmek… Sanatın tüm bunlardan azade, saf bir alan olduğunu düşünmek hiç gerçekçi değil."
Murat Sinkil, Isimsiz, 1980, kraft kağıdı üzerine toz boya, 124x96 cm
Yazdığınız bir bölümde Murat Sinkil'in yaşadığı coğrafya ile doğrudan ilişki kurduğu görülüyor. Sanatçının Hitit tanrıları gibi arkeolojik göstergelerle yapmış olduğu eserler var. Sinkil için ressam olarak yerlilik/yerellik fikrini aşmış diyebilir miyiz? Ayrıca yerlilik fikri ile coğrafyanın ritimlerinden ilham alarak estetik pratikler yaratma arasında fark yok mu? Siz ne düşünüyorsunuz?
Çok güzel, çok anlamlı bir soru bu. Fark ettiğiniz mesele çok doğru. Sinkil gibi Antalya’nın falezlerinden, doğasından, arkeolojik ve kültürel mirasından etkilenerek üreten epey bir yerel sanatçı var.
Objektif bir şekilde, sanat tarihçi olarak baktığımda Sinkil’i bu sanatçılardan ayıran nedir sorusunun cevabı benim için şu olmuştu: Sanat, ortaya koyulan yapıtın maddi değerinden çok bir düşünme pratiği. Murat Sinkil etrafını çevreleyen her neyse onu kavramsallaştıran ve resminin öznesi haline getiren biri. Bu durumu iki resmi üzerinden daha iyi anlatabilirim.
Biri Akademi’de öğrencilik döneminden bir resim. 1980 Darbesi’nden sonra askerlerin ve jandarmanın ismi de değiştirilen okulu sık sık bastığı biliniyor. Bu resimde Akademi’nin günümüzde de aynı şekilde kalan Osman Hamdi Salonu’nda, Nike heykelinin yanında ellerinde silahlarla duran, yüzü betimlenmeyen askerler görüyoruz. Sinkil bu resmi yapmaya daha oracıkta başlamış. Resmin Sinkil tarafından o anda ve orada yapıldığının tanığı olan yakın arkadaşı Müşerref Zeytinoğlu, buluştuğumuzda bana bu resmin hikâyesini anlatmıştı. Nike heykelinin altında duran jandarmanın Sinkil’in çok ilgisini çektiğini, jandarma tarafından resim yaptığı fark edilince nasıl karakola götürüldüğünü. Sinkil daha sonraki yıllarda yakınlarına militarizm ve sanatın yan yana gelmesine ve askerlerin okulun içinde eli silahlı dolaşmalarına inanamadığını, bu sahneden çok etkilendiğini ve oracıkta resmini yapma isteğini engelleyemediğini anlatmış.
Bir diğeri, İstanbul’a ilk geldiğinde, aile dostları olan, sanatçı (ve aynı zamanda Avni Lifij’in eserlerinin koruyucusu) Harika Lifij’in evinde kaldığı sırada yaptığı Koridorda Takla isimli resmi. Harika Hanım’ın kendisine verdiği odayı atölye yaparak, yatağını koridora koymuş ve odasına takla atarak girmek zoruna kalmış. Odaya takla atarak girme jestini görselleştirmiş yani, böyle çok sayıda etkileyici otobiyografik resmi var.
Dolayısıyla Antalya’ya taşındıktan sonra metropol hayatından uzak bir şekilde, denizleri, falezleri, atık malzemeleri, kartonları, plastikler, mandalinaları, mandalina satıcılarını konu edinmesi çok doğal. Bunları yerellik isteğiyle ya da tam olarak ekolojik kaygılarla gerçekleştirmediğini, onu çevreleyen yaşamda akıp giden imgeler olduğu için çalışmalarında yer verdiğini düşünüyorum. Bununla beraber karbon ayak izi meselesine, az tüketmeye, tüketici alışkanlıklarına da kafa yorduğu ve son derece minimal bir yaşam sürdüğü kesin. Bu durum hem çalışmalarında, hem de yaşamında çok açık bir şekilde görünüyor.
Murat Sinkil, Koridorda Takla-Geri Dönüş serisi, 2015-2018, tuval üzerine yağlı boya, 124x95 cm
"Bu kitabı hazırlarken, Sinkil’i idealize etmemek en başından itibaren benim için çok önemliydi. Ayrıca sanatçıyı İstanbul sanat piyasasının “yuttuğu” sanatçılardan biri olarak görmüyorum, bence mücadeleyi bırakmayan, kendi iradesiyle dönüştüren biri o. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında söylediği gibi kendine uygun, yeni bir hayat yaratmış biri. "
Murat Sinkil'in yarattığı bedenlerde iç ile dış birbirinin eşiği. Hatta kitabın bir yerinde şöyle diyorsunuz: “Sinkil 1980'li yıllardan itibaren resimlerinde yer alan bedenin, ilerleyen yıllarda yalnızca dışını değil, içini de sorunsallaştırmış gibidir.” Ayrıca Sinkil'in doğa kavrayışı özcü değil. Tüm bunlarla beraber sanatçı beden ve doğa ilişkisini nasıl kavrıyor?
1980’li yıllarda ürettiği resimlerinde (sanatçının web sitesi üzerinden de görülebiliyor) ikili ya da üçlü figürler var. Figürlerden bize tensel yakınlıklar, cinsel gerilimler nüksediyor. Sinkil’in resimlerinde, dahil olduğu genç kuşağın diğer sanatçılarında olduğu gibi, cinselliğin kavramsallaştığını görebiliyoruz.
Sanatçının 1986’da Berk Sanat Galerisi’nde gerçekleştirdiği ilk kişisel sergisi üzerine bir eleştiri yazısı kaleme alan Can Külâhlıoğlu, bu resimlerde ana temanın cinsellik olduğu görüşünde. Külâhlıoğlu, cinselliğin vurgulandığını, ön plana çıktığını ve kadın figürünün yapısal öğeleri ve bu öğelerin fiziksel devinimleri bağlamında ele alındığını ifade ediyor. Ancak ben bu sergide yer alan figürleri kadın ya da erkek olarak, ikili cinsiyet sisteminin önerdiği şekilde görmüyorum. Daha akışkan, daha kuir bir beden algısı var burada.
Zaten Sinkil de notlarında figürleri üç “kadınımsı” figür olarak adlandırmış, “şov ve pin up” giyimli, doğada dans eder, poz verir gibi renkli, eğlenceli olduklarını yazmış. Kendisine karşı özeleştiri yapmayı iyi bilen bir sanatçı olmasına rağmen, bu çalışmaların özgün, kimsenin resmine benzemeyen resimler olduğunu ifade etmiş. Gerçekten çok özgün, çok cesurca resimler bunlar. Evet zamanın ruhundan, o dönemde resimde cinselliğin özgürleşmesinden etkilenmiş, ancak onu bir adım öteye götürmüş bence. Vasıf Kortun da söz konusu resimleri 10 kitabında çok iyi yorumlamış: “Murat Sinkil’in 1988-1989 civarında yaptığı, Yeni Vahşiler (Neue Wilden) çizgisinde görülen, ancak Kibele’yi, ana(ç) tanrıçayı, kentli travestiye eklemleyerek bedenin cinsiyetini çaldığı resimleri bununla ilgilidir.”
Deleuze ile başlayıp Bilge Karasu ile devam edelim. Göçmüş Kediler Bahçesi öykülerinde Masalın da Yırtılıverdiği Yer adında bir yer var. Karasu şöyle diyor: “Sanatçıların yaşamı değil, yaptıkları önemlidir deriz kolaycacık.” Kitabınızın son bölümünün adı: Murat Sinkil'in sanatçı personası. Bilge Karasu'nun yazdıklarıyla kesişen cümleleriniz var. Bu bölümü yazarken neler hissettiniz?
Türkçe edebiyatta Masalın da Yırtılıverdiği Yer’den daha özel bir son yazma biçimi olduğunu şimdilik düşünmüyorum. Size bu metni hatırlatmasına çok mutlu oldum. Kitabı sonuç ya da sonsöz yerine böyle bir bölümle tamamlamak istemiştim. Çoğunlukla sanatçılığın da bir kariyer yönetimi olduğunu unutuyoruz, sadece işler üzerinden düşünme gafletine düşebiliyoruz. Oysa bir tarafta gayet kariyerist sanatçılar varken, bir diğer tarafta kariyer yapmayı reddeden sanatçılar var. Birinin diğerinden daha iyi ya da daha doğru olduğunu iddia etmiyorum, fakat var böyle bir fark. Başarıya giden yolda sanatçıların personalarının, işlerinin niteliğinden daha önemli olduğunu görmemek imkânsız. Mücadeleci olmak, doğru kişilerle ilişkilenmek ve bu ilişkileri iyi yönetmek… Sanatın tüm bunlardan azade, saf bir alan olduğunu düşünmek hiç gerçekçi değil. Daha genç zamanlarımda böyle düşüncelere kapılmak hatasına düştüğüm, sanat tarihini de böyle okuduğum oldu; ancak sahada, sanat piyasanın içinde çalıştıkça artık bu parametreleri daha iyi okuyabiliyorum.
Monografi yazımında çalışmanın öznesini romantize etmek, kahramanlaştırmak vs. gibi yaygın bir tutum var. Bu kitabı hazırlarken, Sinkil’i idealize etmemek en başından itibaren benim için çok önemliydi. Ayrıca sanatçıyı İstanbul sanat piyasasının “yuttuğu” sanatçılardan biri olarak görmüyorum, bence mücadeleyi bırakmayan, kendi iradesiyle dönüştüren biri o. Tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanında söylediği gibi kendine uygun, yeni bir hayat yaratmış biri.
Murat Sinkil yaşamını sanat eserine dönüştürmüş bir ressam. Siz ise böyle bir hayattan sanat eseri yaratıyorsunuz. Türkiye'deki monografi yazımına dair ne düşünüyorsunuz?
Hocası Mehmet Güleryüz’ün kitabın arka kapağı için yazdığı cümleler de tam olarak sanat-hayat meselesine değiniyordu, böyle düşünmenize çok sevindim. Vefat etmiş bir sanatçının ardından monografi yapmak çok meşakkatli ve ayrıntılı bir çalışma istiyor. Dedektif kılığına girip sizin de dediğiniz gibi iz sürmek zorunda kalıyor insan. Biraz tutku işi bu. Akademik veritabanlarında tez formatında yazılmış ve maalesef çürümekte olan sayısız sanatçı monografisi var. Bunların bir kısmı gayet iyi, doğru bir editörle çalışılarak çok iyi kitaplara dönüşebilecek potansiyele sahip. Ancak görünen o ki yayınevleri ve kurumlar yalnızca yıldız sanatçıların monografiyi hak ettiğini düşünüyor. Bunun dışında bir de telif sorunları söz konusu. Kendi tecrübemden bahsedecek olursam, MSGSÜ Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat bölümünde yazdığım Tiraje Dikmen’in Sanatı ve Hayatı başlıklı tezi bir süredir kitaba dönüştürmek için uğraşıyorum. Ancak hem Tiraje’nin mal varlığı (buna resimler de dahil) üzerinden süren telif davaları, hem de sanıyorum ki doğru kişilerle, doğru zamanlarda denk gelmemiş olmam nedeniyle bu çalışmayı bir türlü kitaplaştıramıyorum.
Sanatçıların ardından arşiviyle, koleksiyonuyla yani kısacası sanatsal mirasıyla titizlikle ilgilenen yakınlarının olup olmaması sanat tarihi yazımını etkiliyor. Sinkil bu anlamda şanslı. Bu işe bütçe ve zaman ayıran yakınları var. Ailelerin bu tür projeleri finansa ettiği durumlarda her şey yazarın istediği gibi olamasa da bir şeylerin yapılması hiç yapılmamasından daha iyi diye düşünüyorum. Daha çok monografi demek, sanat tarihinin yalnızca kurumların ya da yayınevlerinin tekelinden çıkması demek bence. Sanat tarihi kanonu dediğimiz şeyin böyle böyle sarsılacağına inanıyorum.
Comments