Merhaba,
Dün akşam aynı Instagram canlı yayınına katıldığımız birçok kişi, bu sabah işe gitmek için evden çıkmak zorunda kaldı. Bu derece tutarlı bir gerçeklik kurgusunda takdir edersiniz ki #HayatEveSığar, #EvdeKal gibi söylemler de lüks tüketim kapsamına giriyor.
Pandemi sürecini Milano'da yaşayan biri olarak, şansımı sorgulamakta haklı olduğumu düşünsem de, bu dönemde evinde kalabilen insanlar arasında yer aldığım için kendimi nispeten şanslı bulduğumu söyleyebilirim. Yaptığım son iki market alışverişini saymazsam evde kaldığım süre bir ayı biraz geçiyor ve bu süreç beni, bir yandan evi, onunla kurduğum mekân-deneyim ilişkisini, bir yandan da şehri ve gelecek senaryolarını düşündüğüm bir yere doğru itti.
"Ev" kavramı sanki bir kez daha tarih öncesi işlevi olan "sığınak"a doğru bir gerileme sergilerken, mekân deneyimleri de dönüşmeye başladı. Kendi adıma, plan çizimlerinde net alana dahil etmeyi uygun bulmadığımız balkonların bu sürecin en çok dönüşen mekânı olduğunu düşünüyorum. Normal şartlar altında telefonla konuşmak, hava almak, çiçek sulamak ya da sabah kahvesini içmek için çıktığım balkon, şu an kolektif bilincin bir parçası gibi hareket eden bir deneyim alanına dönüştü. Spor yaptığım(ız), bazı akşamlar büyük bir cenaze evi sessizliğinde diğer sessiz katılımcılarla birlikte mum yaktığım(ız), sağlık çalışanlarına destek için alkışladığım(ız) ya da marketten aldıklarımı(zı) bir süre beklettiğim(iz), hazırlamış olduğum "her şey güzel olacak" afişini astığım, yani bir şekilde ses çıkardığım, buradayım dediğim daha fonksiyonel bir mekân tarifine doğru evrilmeye başladı.
Öyle görünüyor ki, mekân-deneyim ilişkisindeki dönüşümlerin yanı sıra, zorunlu hale gelen sosyal mesafenin de olası mekânsal karşılıklarıyla birlikte, içinde bulunduğumuz bu dönem ve beraberinde getirdiği muğlaklık, mimarları ya da tasarımcıları artık birçok yerde yarışma çağrısına rastladığım Pandemic Architecture üzerine soru sormaya hatta çözüm üretmeye zorluyor. Parçası olduğumuz bu distopik gerçeklikle kuracağımız sağlıklı bir mekânsal ilişki, belki de şehirlerimizin 1960'ların ütopik şehri Walking City'den, evlerimizin aynı dönemin David Greene projesi Living Pod'dan, mobilyalarımızınsa Super Studio'nun 1970'lerde tasarladığı Quederna koleksiyonundan dönüşmüş kartezyen bir yaklaşımın ortak ürünü olabilir.
Bu yeni gerçeklikte ve olası gelecek senaryosunda mimarlığın, tasarımın aldığı pozisyonun, aktörleriyle birlikte hızla açık edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kapsamda okumanız için İtalya'da nakliye konteynerlerinin Covid-19 tedavisi için dönüştürülme hikâyesini, virüsün evlerimizi nasıl etkilediğine dair bir yazıyı ve distopik bir dünyadaki hayali iki şehirde geçen China Miéville'nin Şehir ve Şehir kitabını birer okuma önerisi olarak paylaşıyorum.
Güzel bir gün dilerim.
Comments