Küratörlüğünü Taner Ceylan’ın yaptığı Olimpos Sergileri serisinin ilk bölümü Portre, 23 Mart'a dek Cihangir’deki Sadık Paşa Konağı’nda izlenebilir. İlker Cihan Biner, değerlendirme yazısında sergideki portrelerin hikâye anlatımına odaklanıyor
935 kelime
Metin Çelik, Kaos-Kozmos, 2017, Kağıt üzerine kalem, 29.7 x 21 cm
0. Olimpos neresi?
Küratörlüğünü Taner Ceylan’ın yaptığı Olimpos Sergileri dizisi adından anlaşılacağı üzere mistik bir anlatının rahminden doğan hikâyelere göz kırpar gibi görünüyor. Fakat biraz daha yaklaştığımızda durumun tanrısal biçimlerle ilişkili olmadığını anlıyoruz. Ortaya çıkan bulanıklığı giderebilmek adına sergiye dair iki soru sorabiliriz: Eserlerin tümü mitolojik anlatıların merkez olduğu yerde mi yeşeriyor? Yoksa bu dağ yalnızca coğrafi bir alana mı gönderme yapıyor?
Sualleri net yanıtlayabilmek adına biraz gezintiye çıkmamız şart gibi görünüyor.
Öncelikle yüzümüzü biraz daha eskiye çevirelim.
Klasik Yunan mitolojisinde 12 tanrının yaşadığı yer olarak Olimpos Dağı hiyerarşik bir yapıyı barındırır. Başında Zeus’un bulunduğu esrarengiz alanda her tanrının birbiriyle ilişkisi ve ortaya çıkan olay örgüsü mutlaka belli kavramları sergiler. Örneğin; Olimpos’un kapılarına bakire Horalar bekçilik eder. Onların annesi olan Themis, yani ebedi adalet, gün boyu Zeus’un yanı başında oturur ve ona adalet, hikmet telkinleri yapar. İşte böyle bir saha temsil düzenini özetler. Günümüzde devlet inşasının formunu andıran Klasik Yunan mitolojisindeki roller söylenebilir ile görülebilir arasındaki bağı mutlak olarak kodlar. Sınırlar çizilir. Bu çatı altında belirli duygular ortaya çıkar. Themis ebedi adalet veya Zeus mutlak gücü temsil eder. 13 tane tanrı Olimpos Dağı’nı mistik güçlerle donatır.
Ama Taner Ceylan’ın Olimpos Sergileri dizisinin bu anlatılarla ilişkili olduğunu söyleyemeyiz. Aksine mekâna yayılan her çalışma ayrı ritme sahip. Yani tekillik arz eden eserler estetik süreçlerin hareketliliğiyle beliriyor.
O halde Olimpos neresi?
Sanatçının doğa ile kurduğu ilişkinin boyutları derinleşerek coğrafi bir mekândan güç alıyor. Olimpos, tanrıların iktidarı yerine antik kentin doğal gücüne atıf yapıyor. Antalya’nın bir ilçesine bağlı olan bu tarihi şehir Taner Ceylan’ın yaratıcı müdahalelerine tanıklık eden görünüme kavuşuyor. İleride seri halinde görebileceğimiz sergilerin ilk bölümünü ise Portre oluşturuyor.
1. Karanlık Çağ ve portreler
Yaşam tam anlamıyla imgesel bileşenlere sahip olma özelliği taşır. Bedenlerimiz sayesinde çeşitli zihinsel uyarılarla hareket ederiz. Temsiller, metaforlar, semboller aracılığıyla yarattığımız imgeler dünyaya bakış açımızın temellerini oluşturur. Ten fizyolojik, anatomik, biyolojik olanın yanında iç görü sahasıyla kendini deneyimler. İmgesel nosyon bu bağlamda sabitlik arz etmez. Kavramı esnek, eylemli ve derinin üzerinde gezinen motifler olarak nitelendirebiliriz. Yani gerçeklik ile imgeselliği birbirine zıt olarak konumlandıramayız. Her ikisi de birbirine düğümlenen maddeler halinde gezinirler. Görsel bakış açılarımız gerçek ile imgenin dolaşıklığıyla belirir.
Ama yaşarken önümüze dikilen duvarları pas geçemeyiz. Toplumsal yüzeye doğru açıldıkça üniter imgeler organizasyonu ile karşılaşırız.
Olimpos Sergileri serisinin ilk bölümü olan Portre’ye döndüğümüzde kimi eserlerin sabit hale gelmiş bedenlerin ifşasına giriştiğini görürüz. En başta kaskatı kesilmiş cinsellik imgeleri Cem Adrian'’ın Portreler çalışmasında işleniyor. Ataerkil görüş açısıyla baktığımızda cinsel organlar bedenlerin yüzeyine hâkim olur.
Patriarkal organizasyon anüs, vajina gibi seksüel anlama sahip organları edilgenleştirir. Cinsel arzu vasıtasıyla onların kullanımı dışlama pratiklerini getirir. Bu donuk kavrayış cinsiyetçiliğe, homofobiye ya da transfobiye yol açar.
Cinsel farkın kabullenilmeyişi ve yol açtığı girdap Cem Adrian’ın çalışmasında doğrudan işlense de bir şeyin görünürlüğü her zaman eksik kalma tehlikesi taşır. Oysa yaşamı daha etkinleştirmek adına bedeni güçlendirip imge dünyasını bilindik klişelerden temizlemek gerekir. Cinsel azınlıkların mücadelesi git gide büyürken tensel meselelerin kurgusuyla ilişkili doğa-kültür devamlılığına vurgu yapan feminist, kuir çalışmalardan bahsedebiliriz. Bu konuda sayısız metin, performans, eser var. Hatta serginin küratörü Taner Ceylan’ın yapıtlarını değerlendirdiğimizde cinsel enerjinin doğrudan özgür kullanımlarıyla karşılaşırız.
Diğer yandan sergiye yayılan toplumsal cinsiyet problemi Şeyma Barut’un Androjen portresinde farklı biçimde işleniyor. Figürün boğazına kırmızı ipin çizildiğini görüyoruz. Bedene yapışan norm olarak kırmızı ipin çarpıcı izi eserin ana teması olan tahakküme işaret ediyor.
Hande Şekerciler’in Epoksi yapıtına geldiğimizde yaşadığımız çağda iki bedenin etrafını sarmış sevgisizlik yumağı fark ediliyor. Etin gerilmiş, katı malzemeyle yoğrulması ve hiçlik duygusunun yaygınlaşması güncel durumumuza dair bir veri sunuyor. Gizem Akkoyunlu’nun kendi üzerine kapanan hayvan imgesi, Yunus Emre Erdoğan’ın oto sansür vurgulu oto portresi, Metin Çelik’in Kaos-Kozmos çalışmasındaki kuru kafa resmi ve Hakan Çınar’ın Francis Bacon’ın eserini (Study After Francis Bacon’s Portrait of Pope Innocent) mermer malzemeden heykel biçimine dönüştürmesi yine yeraltı dünyalarımızın yıkıntılarını cisimleştirme işlevlerini barındırıyor. Parçalar halinde tüm bu eserlerin kısmi halleri bize dünyanın yalnızca belirli durumlarını resmediyor. Yani yaşamlarımız yalnızca krizlerden ibaret değil. Sergideki kimi eserler de hayatın başka kısımlarını ele almakla birlikte başka dünyanın ihtimaline göz kırpıyor.
Rugül Serbest, Dünyanın Teni, 2018, Tuval üzerine yağlıboya, 90 x 120 cm
2. Dünyanın tenine doğru: Kırılgan portreler
Güneş Acur’un Ağustos Böceği Olsam, Dora, Defne adındaki eserleri empresyonist (izlenimci) izleri taşıyor. Işıklı renkler çalışmaların yüzeyine yayılıyor. İki portre ve çiçeklerin olduğu bu hareketli eserler serginin gökkuşağı renklerini barındıran yüzünü ortaya koyuyor.
Onur Hastürk’ün oto portresine geldiğimizde oluşturulan motifler kendilik sürecine dair bir tür güç olarak beliriyor. Öte yandan Metin Çelik’in oto portresinin Hastürk’ten farklı biçimde yaratıldığını görüyoruz. Sanatçı kendi mücadelesinden önce karşılaştığı zorlukları tuvaline taşıyor. Arka planda talan edilmiş doğa manzarası yer alırken paletle durumu aktarma eylemi Çelik’in silahına dönüşüyor. Böylelikle resim sanatçının yaşamını sürdürmesinde önemli bir rol oynuyor.
Rugül Serbest’in Dünyanın Teni çalışmasında Ophelia imgesiyle karşılaşıyoruz. Öncelikle eserin John Everett Millias’ın eserinden farklılık taşıdığını vurgulamamız gerekiyor. Ama Rugül Serbest sanatçının meşhur tablosundan esinlenirken tam da onun karşısına kendi çalışmasını koyuyor. Bir gerilimi fark ediyoruz. Bu çatışmadan beslenerek Dünyanın Teni hem imge üretimini parlaklaştırıyor hem de Ophelia eseriyle kurduğu ilişkiden dolayı onun geldiği ve oluştuğu yerin tanığına dönüşüyor. Diyebiliriz ki; nefes aldığımız dünya kırılgan imgelere sahip kaotik bir yüzeye sahiptir. Masum Ophelia’yı şarkılar mırıldanarak boğulduğu nehirdeki süzülüşüne bakarken doğum ve ölüm arasında beliren yaşamın kayıp gittiğini düşünebiliriz.
Yine de ufak bir ayrıntıyı kaçırmayalım: Olimpos sergilerindeki tüm bu çalışmaların hikâye anlatımı dünyaya bakışımıza dair bir şeyler söylüyor. Portrelerin oluşturulmasında göze çarpan en önemli şeyin imgesel çeşitliliğin fazlalığı olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç olarak; Olimpos’un kapıları uzun süre açık duracak. Dünyanın statik bir yer olmadığı, estetik süreçlerin parlaklığıyla da deneyimlenir. Sahi Olimpos’un gücü buradan kaynaklanmıyor mu?
Comments