Performans sanatçısı Marina Abramović ve kurucusu olduğu Marina Abramović Enstitüsü’nün (MAI) Sakıp Sabancı Müzesi’nde 31 Ocak 2020’de açılan Akış / Flux sergisi pandemi nedeniyle uzun bir süre kapalı kaldı, daha sonra alınan önlemlerle, lakin insanların bir mekanda toplanmaya ve bir topluluk oluşturmaya daha temkinli yaklaştığı bir dönemde yeniden ziyarete açıldı. Sergide Abramović’in performanslarının dokümantasyonlarının yer aldığı ana bölüme eşlik eden canlı performans programına, yapılan açık çağrı sonrasında Türkiye’den 12 sanatçı davet edildi. Biz de sergide hem pandemi öncesi hem de pandemi esnasında ‘canlı’ performansları ile yer almış bu sanatçılarla On soruluk sohbetler serimize devam ediyor ve ilk sohbetimize Bahar Temiz ile başlıyoruz.
Fransa’da yaşayan koreograf, dansçı ve çağdaş dans eğitmeni Bahar Temiz İstanbul’da, Akış / Flux sergisindeki BUZ adlı performansı öncesinde en son 2018’deki 22. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Marc Vanrunxt’un onun için tasarladığı White on White adlı solo yapıtı sunmuştu. Temiz iki yıllık bir hazırlık sürecinden sonra Ekim 2020’de, Platform 0090 ile KVS (Kraliyet Flaman Tiyatrosu) ortak yapımı olarak Brüksel’de KVS BOX’da ICE adlı solo yapıtının prömiyerini gerçekleştirdi. Temiz ICE’ta Antarktika’ya yapılan keşif seyahatlerinden ve Rebecca Solnit’in The Faraway Nearby isimli kitabından esinlenerek insanın bir yandan dünya/doğa ile, bir yandan da kendi doğası/dünyası ile yaşadığı bitmez-tükenmez mücadelesini bedenselleştiriyor
Röportaj: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel
Bahar Temiz
Performansın özü sizce nedir? Performansı günümüzde nasıl tanımlarsınız?
Bence performansın işlevi, izleyicilerin katılımıyla, o an orada olması haliyle, izleyiciyi hayatlarındaki nesnellikten çıkarıp kendi içlerine sokuyor olması. Ve hatta bu düşünceyi bir adım daha ileri götürüp, bir tür özneler arası iletişim yarattığını söyleyebilirim. Orada gerçekleşene tanık olan bireylerin toplamının ötesinde, bir topluluk oluşuyor. Bu durum, tabii ki performans sanatının kavramsal ve çağdaş boyutuyla kısıtlı da değil; kökleri Yunan tragedyasına ve belki daha öncelere dayanan tarihsel ve törensel bir olgu. O anda orada olma halini paylaşmak. Her şey basit, kendiliğinden ve doğal bir şekilde gerçekleşiyor gibi görünse de, bu doğallık ve buradalık hissi büyük bir hazırlık ve kararlar sürecinden geçiyor. Ve bu yüzden de, bir sanat pratiğinden ve işi sanat olan kişilerden bahsediyoruz. Yani performans denince, herhangilikten çıkıp tam olarak da bu diyebilen ve kendini sorgulayan bir buradalık hali söz konusu bence.
Sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Nasıl?
Sanatın bedenselliğine ve bedenselliğin dönüştürücü gücüne inanıyorum. Yani evet!
Size ilham verdiğini düşündüğünüz biri/leri var mı, varsa kimler?
Dans alanında, Merce Cunningham’ın çağdaşı birçok sanatçı ile ortaklaşa yaptığı çalışmalar beni çok heyecanlandırıyor. Onun sanatında, estetiğin ötesinde bir düşünme sürecini görebiliyorum. Beraber çalışma şansım olan insanları da saymak isterim. Marc Vanrunxt, Pol Matthé ve Charo Calvo beraber çalışmaktan büyük haz ve ilham aldığım sanatçılar. Son olarak da, sanırım bir alan belirtmem gerekirse; görsel sanatlar izleyiciye (ya da katılımcıya) özgürlüğünü verirken, bir yandan da bedeni içine alan mekanlar yaratmasıyla bence en güçlü formlardan bir tanesi. Bu alanda aklıma gelen ilk isimler: James Turrell, Jeanne-Claude ve Christo, Olafur Eliasson ve Francis Alÿs.
Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız? Rüyalarınızın işlerinize etkisi olur mu?
Rüyalarımı kendim için yazıyorum ama proje yapmak için fazla kişisel bulduğum bir materyal. Yaptığım araştırmalar, benim için sadece bir ekiple gerçekleştiklerinde anlamlı. Ve bunun için de, ortak bir dil bulmak en önemli husus. Amacım her zaman, ortak referanslar bulup fikirlerimi paylaştığım kişilerle, beraber bir hayal kurmak. Bir iş üretirken, tek bir fikirden sonsuz sayıda yeni dala atlıyor, filmler, tarihi veriler, felsefe, edebiyat, bilim, google, youtube, wikipedia, bulabildiğim her tür kaynaktan yararlanıyorum. Saf bir dil yaratmaya çalışsam da, üretme sürecinde biraz fazla dağıldığımı ve toparlanmakta zorlandığımı söyleyebilirim.
Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?
Ad verme meselesi, beni en zorlayan şeylerden bir tanesi. ICE’ta isim sürecin ortalarında, bir Rebecca Solnit kitabından geldi. Ondan öncesinde 1,5 sene boyunca başka bir başlık altında çalışmıştım. Şu an çalıştığım PUNKT ise, daha fikir ortaya ilk çıktığında, ICE’ın prömiyerinden az önce, Pol, Charo ve Marc’a danışarak en baştan belli oldu. Değişeceğini de açıkçası düşünmüyorum. ZEE’yi yaparken sanırım 5 farklı isimden sırasıyla geçtik. Bayağı yıpratıcı bir dönem oldu. Çünkü isim oturunca artık ne yaptığımı biliyor oluyorum.
BUZ ile ICE arasında bağlantılar var mı? Varsa, birbirlerinden nasıl beslendiler?
Akış/Flux’ta, İngilizce çeviride bile BUZ başlığını koruduk. Çünkü tam olarak da sorduğunuz gibi bir özdeşlik olsun istemedim. İki projede de beyaz üzerine beyaz bir estetikte, halatlarla çalışıyorum. ICE, Charo’nun ses, Pol’un ışık ve bir mekân tasarımı ile siyah bir kutuda (black box), bir saat içinde, her an ne olacağı ve nasıl olacağı bilinerek gerçekleşen, bir metinle başlayan ve yine bir metinle son bulan bir performans. Akış/Flux sergisindeki BUZ’da ise, ses, ışık ve mekân tasarımı söz konusu değil. Bir sıralamayı da takip ettiğim söylenemez. 3 hafta her gün (ilk başta 8 saat, sonra 6, sonra 5 saate dönüşen uzunlukta), müzenin açılısından kapanışına, mekânı terk etmeme iddiasıyla gerçekleşen ve kanımca bu iddianın projenin içeriğinin önüne geçtiği bir formattı. Marina Abramovic Institute’a fikirlerimi anlatırken, onlardan aldığım cevap, “güzel, ama ne yapacağını planlamadan hareket etmelisin” oldu. Sadece orada olan bir yoğunluk arıyorlardı. Benim sunduğum proje, o çerçeveye ne kadar uydu pek bilmiyorum. Halatlar doğaları gereği bir manipülasyondan sonra düğümleniyorlar. Ve onları hep açmak ya da belli bir sıralamada hareket etmek gerekiyor. Yani o aranan yoğunluğun ötesinde, çok elle tutulur bir problem hep mevcut ve bu yüzden de, ziyaretçiler beni çokça bu pratik sorunla cebelleşirken gördüler. ICE’ta eylemlerin sırasına karar veren de halatların bu doğası oldu.
Bir dansçı/koreograf olarak daha çok performans sanatına yakın duran bir iş üretmenin ve onu adeta maraton benzeri bir süreç boyunca icra etmenin deneyiminden biraz bahseder misiniz?
Sanırım benim dans/koreografi alanındaki duruşum, zaten performans sanatından uzak değil. İşlerimi izleyen insanlar, bunun neresi dans sorusuyla çıkabiliyorlar. İşlerimin içinde hep bir iddia var ya da bir imkansızlıktan yola çıkılıyor. Zorlanan, çabalayan ve her zaman da başaramayan bedenler görüyoruz. Hiçbir virtüözlüğün olmadığını söylemek yanlış olur ama dans izleyicisinin virtüözlük beklentisini genellikle karşılamıyor. Bu yüzden maraton, radikal uzunluk, yavaşlık, yoğunluk, rahatsızlık, hatta hayatta kalma gibi fikirler, benim çalışma seklimde zaten mevcutlar. Sergiye, ICE’in prömiyeri henüz olmamışken başladığımda benim için güzel bir prova imkânı oldu. İnsanın kendi üzerine solo bir iş çalışması çok zor olduğundan, bu iddia işime yarayacaktı. Ama tabii COVID ile yarıda kalıp prömiyer sonrası devam ettiğimde bu durum değişti. ICE’ın hatırası tabii ki benimleydi. O bir saate sığamayan şeyleri dilediğim sürede ve özende yapabilmek hem özgürleştirici, hem de biraz âtıl hissettirdi diyebilirim.
Bu işinizi Sakıp Sabancı Müzesi’nde sunarken seyirci ile yaşadığınız etkileşim anlarından sizi en çok etkileyeni hangisiydi?
Bu konuda ne yazık ki pek pozitif bir anım yok. Genellikle çok az ya da hiç izleyici olmadığı dönemlere denk geldim iki dönemde de. Zaten seyirciye ya da etkileşime açık bir halde de değildim. Orada kendime görevler verip onları uygulamakla yükümlüydüm kendi adıma. Ve sanırım, beni rahatsız eden en büyük şey, insanların algısına hiçbir şekilde müdahale edememek oldu. İstedikleri zaman gelip gittikleri için, ben çoğunlukla orda bir durumun içinde onlara belirdim. Ve bu karar verme mekanizmasını elimde tutamadığımdan, sanırım bu durum beni biraz teşhirci gibi hissettirdi. Sanki izleyiciyi büyüleyen şey, orda o kadar saat durmamızdı ve içerik çok da önemli değildi. Bu anlamda, çağdaş bir iş yapıyor olmaktan çok, kendimi kathartik ve gelenekçi bir temsilde hissedip, biraz yabancılaştığımı söylersem sanırım daha samimi olurum. Ama tabii ki, bu benim duruşumla çok ilgili. Bir gün, bir bey “vay canına, bu kadar saat…” gibi bir yorum yaptı mesela. Bu tarz bir büyüleme benim kendi işlerimde çok tercih etmediğim bir şey. Ayni şekilde, izleyici konumundaysam, daha hassas ve güç algılanan öneriler beni hep daha fazla etkiliyor. O yüzden, bu cevabı tamamen öznel bir yerden verdiğimi ve bir eleştiri olmadığını belirtmek isterim.
Serbest çalışan bir dansçı ve koreograf olarak pandeminin yarattığı zorlayıcı koşullarla nasıl başa çıkıyorsunuz?
İstanbul’daysam her sabah 7’de kalkıp Haliç’te, Haliç Kürek Kulübünde harika insanlarla ve Fırat Hoca ile kürek çekiyorum. Paris’te isem, evin yakınındaki stadda koşuyorum. Fransız hükümeti, çalışamadığımız için işsizlik maaşlarımızı vermeye devam ediyor. Yeni proje için stüdyoya giriyor, yazıyor, araştırıyor, okuyorum. Youtube’a düşüp saatlerimi kaybediyorum ama onu zaten normalde de yapıyordum. Bütün bu donmuş zaman diliminde, 3 ay çalışıp 3 gösteri yapabilmiş olduğuma şükredip moralimi yüksek tutmaya çabalıyorum. Yapabildiklerime odaklandıkça pek sorun olmuyor. Ama tabii ki her zaman başaramıyorum.
İnsanlığın küresel ölçekte içinden geçmekte olduğu bu yeni pandemi süreci sizce gösteri sanatlarını gelecekte nasıl dönüştürecek?
Geleceği bilmiyorum ama şu an herkes canlı performans videoları yapıyor. Ben ekran başına oturup bir şeyi baştan sona izleme kabiliyetimi çoktan kaybettim. O yüzden, ne kadar başarılı olduğu konusunu bilemiyorum. Bir takım işler videoda, profesyonel çekimlerle, gerçeklerinden daha güzel olabiliyorlar. Mesela Anne Teresa de Keersmaeker’in Drumming’inin önünden kalkamadım. Steadicam en güzel icatlardan bir tanesi. Elde edilen görüntüler de, kameramanın hareketini görmek de dansın ruhuna çok uygun. Bana hatta Cunningham’ın happening'lerini andırdı biraz. Performansı çevreleyen yeni bir performans gibiydi. Geleceği düğününce, pandemi süreci bittiğinde, umarım virüsler, dokunma ve salgın üzerine binlerce iş izlememiz gerekmeyecek diye umut ediyorum. İlk izleyeceğimiz işlerde, beraber olacağımız salonlarda yaşaracak gözlerimizi şimdiden görür gibiyim.
Comments