top of page
Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel

On soruluk sohbetler: Milo Rau

İsviçreli tiyatro yönetmeni Milo Rau’nun La Reprise adlı eseri bu hafta sonu DasDas’ta seyirciyle buluşuyor. On soruluk sohbetler serimiz kapsamında yönetmene sorularımızı yönelttik


Röportaj: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel


Milo Rau


Eserlerinde gerçeklik ve kurgu arasındaki sınırları bulandıran, geleneksel tiyatronun sınırlarını zorlayan, yenilikçi ve bazen radikal bir yaklaşım sergileyen işleri ile çağdaş Batı tiyatrosunun önemli bir figürü haline gelen ve de tiyatroyu sıklıkla toplumsal yorum ve katılım için bir araç olarak kullanan İsviçreli tiyatro yönetmeni Milo Rau bu sefer de La Reprise adlı eseri ile ikinci kez İstanbul’da. Daha önce İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, 1994 yılında Rwanda’da gerçekleşmiş olan soykırımı ele alan Nefret Radyosu (Hate Radio) adlı işi ile İstanbul seyircisiyle buluşmuş olan Rau’nun işlerinde sanat ve aktivizmin iç içe geçtiğini söylemek yanlış bir tespit olmayacak. Antik Mitler Üçlemesinin bir parçası olarak 2019 yılında Askhylos’un Oresteia uyarlamasını Irak’ta prova eden, daha sonraki The New Gospel için Matera, İtalya’da mültecilerle bir film sahneleyen Rau, en son olarak odak noktasını, Brezilya’daki çitçilerin çalışmayan tarlaları işgal edip orada ürün yetiştirdikleri Marksist ilhamlı Landless Workers Movement’a çevirdiği Antigone in the Amazon (Antigone Amazon’da) adlı eseri ile Avignon Tiyatro Festivali’nde yer alarak belki de bu sene festivalin en çok konuşulan işlerinden birini sahneledi. Rau ve ona eşlik eden NTGent oyuncularının Brezilyalı aktivistlere 1996’da askeri bir polis birimi tarafından 19 çiftçinin katledildiği bir olayı yeniden sahnelemeleri konusunda yardımcı oldukları ve neoliberal yeşil yıkamaya karşı bir manifesto olarak de değerlendirilebilecek bu proje Brezilya’da da ulusal bir tartışma konusu haline geldi.


İlki depreme denk gelmesi ikincisi ise tam anlaşılamayan bir sebeple iki kez ertelenen La Reprise bu hafta sonu nihayetinde DasDas’ta seyirciyle buluşuyor. Belçika’da gerçekleşen, Müslüman bir gay gencin öldürüldüğü bir cinayet olayını inceleyerek şiddetin etkileri ve adaletin karmaşıklığına odaklanan La Reprise, sahnede hem belgesel hem de tiyatro tekniklerini kullanarak bu trajik olayın derinlerine inerek seyircileri şiddetin doğası ve toplumun buna nasıl tepki verdiği konusunda düşünmeye davet ediyor. Milo Rau’ya bu vesile ile Gent’ten ayrılarak yeni görevini (Wiener Festwochen’in sanat yönetmenliği) teslim almak üzere Viyana’ya taşındığı gün, her şeye rağmen bize vakit ayırmayı başardığı için, sizler için uzun ve keyifli bir sohbette sorularımızı yönelttik.

La Reprise, Fotoğraf: Michiel Devijver


Belgesel tiyatronun özü sizce nedir?


Öncelikle, ben belgesel tiyatro terimini yanlış buluyorum. Bu terimin tamamen anlamsız olduğunu düşünüyorum. Bir belge nedir? Belge önceden var olan bir şeydir. Örneğin Shakespeare'in bir oyunu benim için belgesel tiyatrodur çünkü tiyatro tarihinden bir belgedir. Yani, Shakespeare’in nasıl sahneye koyduğu belgelenmiştir ve şimdi siz onu yeniden ve belgesel tiyatro olarak yaparsınız. Aslında şu sıralar “topluluk tiyatrosu” (ensemble theatre) olarak adlandırılan şey aslında belgesel tiyatrodur. Ve benim için belgesel tiyatro denilen şey kurgudur çünkü siz, bir nevi izlerden, tanıklardan, hayal ettiğiniz şeylerden, provalar sırasında olup bitenlerden kurgulayarak yapıtı oluşturursunuz. Yeni bir şey yaratırsınız ve bir olayın olası bir görünümünü sunarsınız. Mesela La Reprise oyunu örneğinde, olayın gerçekten böyle gerçekleşip gerçekleşmediğini bilmiyoruz. Zaten bu yüzden de adı "tekrar" değil, La Reprise, yani "tekrardan/yeniden göstermek". Bu, önceden var olan metinlerin teknik bir tekrarı değil. Birincisi, olup biteni anlatan, ikincisi olup bitene dair bir atmosfer kuran ve belki de olanı değiştiren ve olup bitene anlam veren olası bir metnin yaratılması. Tabii ki de belge üreten bir tiyatroyu bu şekilde tanımlardım diye düşünüyorum çünkü bunu yaptıktan sonra ben de çoğu zaman sahnelemeyle ilgili belgesel filmler çekiyorum. Bu, tıpkı belgeler üreten bir tiyatro gibi ve bazen insanlar bu belgeleri, bir Çehov oyununu yeniden sahneleyebilecekleri gibi yeniden sahneliyorlar çünkü oyunun bir de senaryosu var.


Ayşe Draz: Sizinle Nefret Radyosu'nun (Hate Radio) İstanbul Tiyatro Festivali’ndeki gösterimine (2016) dair kısa bir anekdot paylaşmak istiyorum. Oyunda bir an vardı ki, Beyaz Belçikalı karakter, "radyoda" müziği çalarken, dönüp seyirciye bakıyor. Ve benim izlediğim gösterimde bazı kadınlar kalkıp müzik eşliğinde dans etmeye başladılar. Ben de aslında oyunun tam olarak işaret ettiği şeyin bu olduğunu düşündüm. Adeta içeriğin ne olduğunu artık düşünmez oluyor (bir soykırım) ama olan bitene kendinizi öyle kaptırıyorsun ki… Ve işte o sahne harika bir andı.


Bunun gerçekten yaşanmış bir radyo programı olduğunu düşünen insanlar var ama bu program Ruanda'da hiç yaşanmadı. Yani, bu aşağı yukarı 500 farklı programdan alıntılardan oluşturulmuş bir program. Örneğin birkaç ay önce Ruanda'da ve İngiltere'de Nefret Radyosu’nun yeni versiyonunu gösterdik. Yeni bir versiyon yaptık ve bunu iki ay önce Ruanda'da gösterdik ve orada First Lady, yani Jeanette Kagame ile tanıştık. İlginç olan şu ki, 1994'te Nirvana'yı dinlediğini hatırladığını söyledi ki bu imkansız çünkü bu müzik radyoda hiç yayınlanmamıştı. Hatırlayanların hatırladığı şey aslında tam anlamıyla bir yalan, çünkü gerçekten kontrol edebilirsiniz kesinlikle dosyalarda yok. Hiç yayınlanmadı. Ama aynı zamanda insanlar için ve hatta Ruanda için bu, en güçlü ve en gerçek an. Peki bu, hafıza ve belgesel tiyatro hakkında ne söylüyor…”-mış gibi” ve bunu çok sık yaşıyoruz. Demek istediğim, bu garip etkiden uzunca söz etmek, kendi duyguların, hafızan vb. şeylerden gerçeklik denen şeyi yaratmak için ona nasıl unsurlar ekleyeceğinden uzun uzun bahsetmek mümkün.


La Reprise, Fotoğraf: Hubert Amiel


Hafıza kurgunun kaynağı olabilir mi? Hafızaya güvenebilir miyiz?


Gerçeklikle ilgili bir oyun yaptığımda, mesela Last Days of The Ceausescus (Çavuşeskuların Son Günleri) adlı işimde gerçekliği normalleştirmem gerekiyordu. Örneğin, Çavuşesku çiftinin davranışlarında, oyuncular gerçekte nasıl davrandıklarını daha az abartarak oynamak zorundaydı çünkü yoksa insanlar bunun bir tiyatro olduğunu düşünecekler, bu gerçek değil diyeceklerdi. Ve bunu o kadar sık ​​yapmalısınız ki gerçekten gerçekliği aşağı seviyeye çekebilesiniz. Kurguda kabul edilebilir hale gelen bir gerçeklik. Gerçeğin tesadüfleri, gerçekliğin tuhaflığı ve tekinsizliği, kurgunun olabileceğinden hep çok çok daha fazladır. Demek istediğim şu ki, kurguda asla ölemezsiniz ama ölmek zorundasınızdır. Ve bu o kadar tekinsizdir ki, gerçeklik her zaman hayal edebileceğiniz her kurgunun üstündedir. Yani en basit gerçekleri, doğumu ve ölümü hayal bile edemezsiniz. Ancak yaşayabilirsiniz. Bunu ancak deneyimleyebilirsiniz. Ve ölmüş olduğu için de bunu yaşayan hiç kimse konuşamaz. Aslında gerçekten de en temel gerçeklerin o kadar bunaltıcı bir şiddetle üzerimize üzerimize geldiği bir dünyada yaşıyoruz ki, evet, bu yeni temsil tarzına ve tiyatroya ihtiyacımız var, bu yüzden uzun yıllar boyunca tiyatronun burjuva döneminde yaşadık diye düşünüyorum. Shakespeare'in zamanındaki tiyatro kadar güçlü bir tiyatromuz yoktu. Kendi zamanında, Orta Çağ'da ya da tabii ki eski Yunan tragedyasında gerçekliğe dokunduğu kadar gerçekliğe dokunan bir tiyatromuz yoktu. Ve sanırım asıl konu bu ve biz buna tiyatronun rüyası diyoruz.


NTGent manifestonuzda tiyatronun dünyayı değiştirmesi gerektiğini söylediğinizi biliyoruz, peki sanatın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz?


Evet, elbette. Farklı seviyelerde. Bir durumu, davet edilmeseniz bile ayağa kalkıp dans edebileceğiniz ve bunun bir parçası olabileceğiniz kadar gerçekçi hale getirmekten bahsettiniz siz biraz önce. Bu bir şey; veya soykırım retoriğinin ezici gücü, ki bunu hissedebilirsiniz. Çok pratik olan başka bir şey de, yazarlık haklarını kimin alacağını, bir oyunun nasıl üretileceğini, bir şehir tiyatrosunun veya şu anda bir festivalin nasıl işlediğini ve neyin temsil edildiğini, Musul'da siyah bir İsa'nın veya bir stea'nın, değiştirebilirsiniz. Son kitabımda anlattığım ve mikroekoloji dediğim son nokta ise siz yokken var olmayı sürdüren, özgürlük anlayışı ve sanat üreten kurumlar yaratmanızdır. UNESCO ile birlikte kurduğumuz Musul'daki film okulu. Ya da Antigone için topraksızlar hareketi ile birlikte yürüttüğümüz ve şu anda devam eden kampanya. Veya bir şehir tiyatrosu yapmanın yeni bir yolu vb.


La Reprise, Fotoğraf: Hubert Amiel


Bir iş üretirken hangi kaynaklardan beslenir, nelerden ilham alırsınız?


Ben gerçekten kolektif bir kişiliğim. Bu yüzden bağlamdan ve birlikte çalıştığım insanlardan ilham alıyorum. Ve ilham aldığım şey Amazon'daki Antigone olabilir, Amazon'daki İncil olabilir, bilmiyorum, James Joyce'un Amazon'daki eserleri olabilir, her şey olabilir… Ama her neden ilham alırsam alayım sonunda birlikte çalıştığım insanlar onu tamamen değiştirecek olanlar. Yani, elbette, bir tür karşı ağırlığın olması gerekiyor, denge gerekiyor, bu bir efsane ya da bir olay olabilir... Her zaman bir tür kristalleşme noktasına ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum. Çünkü tamamen sınırsızlıkla çalışmak imkansız. Yani her zaman bir çeşit aynaya ihtiyacın var. Nefret Radyosu’nu yaptığımda benden biraz daha yaşlı olan ve oyunu birlikte geliştirdiğim Dorsey Ruggamber ile konuşuyorduk. Onunla MC Hammer hakkında konuştuk. Çünkü Dorsey MC Hammer’ı tanıyordu, ben de onu tanıyordum ama Dorsey soykırımdan sağ kurtulmuştu. Ve bu İsviçre Alplerinde lisedeyken oldu. Ve ne tuhaf zamanlarda yaşıyoruz dedim, bir yandan bu şarkı benim için bir kurtuluş, özgürlük şarkısı, bir yandan da onun için şiddetli bir öldürme şarkısı. Peki, küreselleşme ne anlama geliyor… Sanırım ben küreselleşen ilk nesilim, yani 89 yılında çocuktum ve dünyayı tek ve aynı şekilde yaşadım. Ve Ruanda'da bloğun açılışı ve iki bloğun sonu bir nevi felaketti. Tam bir felaketti, toplum patladı, birçok toplum patladı. Bunu anlamanın ve bunu anlaşılır kılmanın bir yolunu bulmak istedim, bu ‘radyo’ya ihtiyacım vardı ve bu şarkılara ihtiyacım vardı. "Radyo" olmadan ya da Antigone ya da İncil ya da Oresteia ya da La Reprise, bu kristalleşme olmadan anlatmak istediğimi anlatamazdım. Ama tabii ki, La Reprise tesadüflerle, gerçekçiliğin yöntemiyle, yasla ilgili, orta Avrupa'nın en büyük sanayi şehri Liege olduğu için neoliberal değişimin yok ettiği bir toplumu konu alıyor. Çelik endüstrisinin diğer ülkeler tarafından, örneğin Çin, neoliberal sömürüsüyle tamamen yok edildi. Bütün toplum ‘peki şimdi ne oluyor?’ diye düşünüyor, 250 yıldır bununla yaşıyorlardı, Avrupa'nın en eski madeni, biliyorsunuz. Peki bu topluma ne olacak? Bu şiddet nereden geliyor? Ama buna ihtiyaç da var. Buna sosyolojik bir yaklaşım getirebilirim dedim ama netleşmeye, kristalleşmeye ihtiyacım vardı. Ve sanırım La Reprise’de bir bağlam ve kristalleşme var.


Eğer zaten halihazırda bir adı yoksa, üzerinde çalışmakta olduğunuz yapıta adını vermeye ne zaman karar verirsiniz?


Buna endüstri karar veriyor. Demek istediğim, mütevazi kariyerimde iki şey öğrendim. Son başlığınız olmayan bir başlıkla yola koyulursanız, bu başlık bir şekilde sonsuza kadar kalıyor ve sonsuza kadar bir yerde kalıyor ve artık onu silemiyorsunuz. İşte bu nedenle her zaman ilk iletişimin daha sonra yapamayacağınız tek önemli iletişim olduğunu söylerim çünkü günümüzde medya çok hızlı, süper bir hızla yayılıyor her şey. Peki ne zaman ve nasıl iletişim kuracaksınız? Working titles’a (geçici başlıklara) sahip olmanın hiçbir anlamı yok çünkü ortak yapımcılara bir başlık vermeye oldukça erken ihtiyacınız oluyor. İnsanlar ortak yapmak, ortak yapımcı olmak istiyorlar ve buna üç yıl önce ya da dört yıl önceden karar vermek zorundalar. Bu bir başlık seçmekte erken olmayı gerekli kılan bir unsur. Diğer yandan bir başlığın esrarengiz gücü her zaman sevdiğim bir şey. Yani, tamam, şimdi bir oyun üzerinde çalışıyorum ve adı All About Love (Aşk Hakkında Her Şey). İçeriğinin ne olacağını henüz bilmiyorum ama herkes başlığı duyunca bana aşk ilişkileriyle ilgili, okuduğu kitaplarla ilgili hikayeler anlatmaya başlayacak. Yani, "tamam, sizi Aşk Hakkında Her Şey'le ilgili çalışmaya davet ediyorum" dediğimde bu, oyuncular için bir nevi tetikleyici bile oluyor. Sonra soruyorlar, “ama bu neyle ilgili?” Ve bilmediğimi söylüyorlar. Bunu öğreneceğiz. Ama elbette tetikleniyorlar. Ve bence, size bir nevi, yani, ne yaptığınıza dair bir tür bilgi veren bir başlığa sahip olmak güzel. Yön belki.


La Reprise, Fotoğraf: Hubert Amiel


Sanatınızı etkilediğini düşündüğünüz biri veya bir sanatçı var mı, varsa kim?


Bir şair olarak Anne Carson. Klasik edebiyatı tercüme ederek ve yeniden yazarak nasıl benimsediği. Ne yazık ki Nobel Ödülü'nü alamadı ama arkadaşım oldu ve gerçekten en sevdiğim şairlerden biri. Benim için her zaman ilham kaynağı olan bir diğer isim film yapımcısı Lars von Trier. Biraz Michael Haneke ile aynı seviyede, çok derin bir ilham kaynağı. Gerçekçi bir yaklaşım olarak Haneke ve Lars von Trier. Aslında bunun dışında çok fazla bir etki yok; yani Yunan tragedyasından, İncil'den, Rus savaş filmlerinden gelen etkiler vara ama öyle altı çizilecek türden değil. Ve sanırım üzerimde en büyük etki, ki bu daha çok politik bir etki, gençliğimde bir aktivist olan babamdan kaynaklanıyor. Ben aslında yola böyle başladım ve üzerimde en büyük etkisi olan şey kitlesel dayanışma hareketi deneyimiydi ve zaten benim için temel ilham kaynağı olan şey, yani birlikte bir şeyler gerçekleştirmekti. Bu demek değil ki Michael Haneke gibi bir film yapmak istedim; her ne yapmak istiyorsam bunun için insanlarla tanışmak istedim. Benim için tiyatro bir buluşma aracı. Ve eğer tiyatroyu tek başıma yapacak olsaydım bunu yapmazdım. Yalnız başına yapılan bir iş olduğu için yazar olmadım. Anne Carson'u gerçekten seviyorum ama oturup kitap yazamazdım çünkü çok yalnız bir iş bu. Ve biz de kitap yazıyoruz, ama hızlı bir şekilde, asıl çalışmamız olarak değil. Sevdiğim yüzlerce, yüzlerce ve yüzlerce yazar var ama birini söylemek çok zor.


Dünyanın mevcut durumunu değerlendirdiğinizde, bir sanatçı olarak sizin için en önemli ve acil konu nedir?


En önemli konu ürünlerin ve anlamın dağıtımının başka yollarını bulmamız gerektiği. Kapitalizm hiçbir değere sahip değil. Ve eğer kapitalizmin dağıtım sistemini devreye sokabilirseniz, örneğin herkes yeşil ürünlere sahip olmak ister. Herkes doğaya zarar vermeyen ürünler istiyor ama bu ürünler süpermarketlerde yok veya sahte sertifikalarla satılıyorlar. Veya yeşil yıkama yapıyorlar (greenwashing). Ve eğer var olan bu ürünleri bugünden yarına dağıtıma, küresel dağıtım sistemine dahil ederseniz, dünyayı bu şekilde kurtarabiliriz. Lobiciler durup bunu söyleseler, belki… Ama örneğin, Avrupa Birliği'nde yasayla getirilen ve fosil dizelden üç kat daha kötü olan biodizeli ele alırsak, biodizel ve soya CO2 için üç kat daha kötü. Soyanın Amazon'daki ormanları nasıl yok ettiğini gördüm, ancak biz yanlış hikâyeleri anlatıyoruz; çünkü endüstri orada ve endüstri en saçma şeyleri yapabiliyor. Tüketicilerin bu ezici ve bir bakıma demokratik gücünü birbirine bağlamak için başka bir bilgiye ve başka bir dağıtım sistemine ihtiyacımız var ve bunun gerçekleşmemesi çılgınca. Dünyayı değiştirmekten bahsediyordunuz, ancak böyle değiştirebilirsiniz. Bunun hakkında konuşarak dünyayı değiştirebilirsiniz çünkü büyük şirketlerin yaptığı da tam olarak bu. Sertifikalarla falan güzel dünyadan bahsediyorlar.


Ayşe Draz: Paketlemeye değil, eyleme ihtiyacımız var.


Evet kesinlikle. Bu çok iyi.


Tiyatronun Tarihçesi (Histoire(s) duTheatre) serisi için farklı sanatçıları davet ettiniz. Mesela sıradaki sanatçı Tim Etchells, veya diğerleri Faustin Linyekula, Miet Warlop ve Angelica Liddell. Kimleri davet edeceğinize nasıl karar veriyorsunuz?


Objektif olmaya çalışıyorum ve gerçekten kendime şu anda kimin hayatta olduğunu, tiyatronun ne olduğunu, benimkinden farklı farklı şekillerde tanımlayan bir yaklaşıma sahip kimlerin olduğunu soruyorum. Mesela koreograf Faustin Linyekula. Veya Angelica Liddell 'ın sanat, makine, endüstri ve benzeri konulardaki görüşlerini paylaşmıyorum. Bana göre biraz eski tarz, hatta biraz faşist bir yaklaşımı var. Ama önemli bir figür ve çok çok önemli şeyler yapıyor. Ben de onu davet ettim. Miet Warlop Gent'ten geliyor ve uzun zamandır da orada ama önemli bir ses. Onu uzun zamandır tanıyorum ama aynı zamanda onun gerçekten önemli bir ses olduğunu da düşündüm. Ve bence yaptığı oyun benim haklı olduğumu ortaya çıkardı. Ve tabii ki Forced Entertainment ve Tim Etchells. O bir efsane, tarihin yaşayan bir figürü. Onun bir anda ortaya çıkacağı ya da Forced Entertainment'ın bir anda ortaya çıkacağı belliydi. Thomas Ostermeier'ı ya da, mevcut metin ve sahnelemeyle çalışan, daha çok, ne bileyim, iyi yapımcılar gibi olan ama tiyatronun gerçekte ne olduğunu hiç yansıtmayan birini asla davet etmem. Yeni iş yapmayan birini. Linyekula, Angelica ve Miet her zaman tiyatroda tarihin hangi noktasında olduğumuzu düşünüyorlar ve her zaman tamamen yeni işler yapıyorlar.


(Ayşe Draz: Metateatral bir yaklaşımları var diyebilir miyiz?)


Meta-teatral bir yaklaşımları var ve bir yaratım yaklaşımları var. Bir seyirci olarak elbette yeni bir Shakespeare veya iyi bir Moliere oyunculuğu görmekle ilgileniyorum ama Gent Manifestosu'nda yazdığım gibi, bunlarla meta-teatral bir açıdan veya diyelim ki sanatsal bir açıdan hiç ilgilenmiyorum. Sektörün Ivo van Hove veya Thomas Ostermeier gibi iyi yönetmenlere veya repertuvarı sahneleyecek bu tür insanlara ihtiyacı var, çünkü bu ilginç ve önemli bir şey. Bu ürünlere ihtiyacınız var ve kanonun bir şekilde yaşaması ve sorgulanması gerekiyor. Ama bu sanat yapmak değil. Sanat yapmak meta-teatral düzeyde yeni bir şey yapmaktır. İyi bir James Bond filmi olabilecek bir James Bond filmi ile sanat filmi olabilecek bir Godard filmi arasındaki fark bu. Bir James Bond filminin kötü olduğunu söylemiyorum ama bir film tarihi çıkaracak olsam bu film, onun ne olacağını tanımlamaz. Çünkü fikirler elbette Godard'dan, István Szabo’dan alınmıştır. Ben de sanatın ne olduğunu tanımlayan insanları davet etmek istedim. Ve tabi ki mevcut kanona bir parça alternatif kanon yaratmak istedim. İşte bu doğrultuda karar verdim. Hadi devam edelim, şu anda sadece beşinci bölümdeyiz.


Wiener Festwochen'da da daha önce Gent’e atandığınızda yaptığınız Lam God gibi bir şey olacak mı? Yani Viyana'yla veya onun tarihiyle ilgili bir şey?


Pek çok, pek çok şey. Viyana şehrine tamamen hayran kaldım. Avrupa'nın dört şehrinden biri gibi. Ve inanılmaz bir tarihi var, modernizmin tamamı, Schönberg'den Freud'a, yani Viyana'da olup biten her şey... Tarih neden 19. yüzyılın sonundan 20'li yıllara kadar buna karar verdi bilmiyorum ve sonra faşizm doğdu, antisemitizm, iyi ve kötü şeyler, aynı zamanda modern resim, modern tiyatro, modern film, her şey…orada oluyordu ve nedenini bilmiyorum. Ve şimdi de tabii ki Haneke var, Elfriede Jelinek var, yüzlerce çılgın aktivist ve sanatçı var ve ben elbette bununla ilgileniyorum. Tabii ki Viyana Festivali sizi çağırıyorsa Avrupa'da buna hayır diyemezsiniz en azından benim sektörümde hayır diyemezsiniz. Eğer bunu yapmak istiyorsanız, bunu yapmak zorundasınız. Yani buna ben karar vermedim ve bu Avignon'da Tiago'ya Avignon'un direktörlüğünü yapmak istediğini sorduklarındaki ile aynı durum. Tabii ki evet demek zorundaydı çünkü karşısındaki Avignon'du ama bence fark şu ki Avignon bir pop-up festivali. Avignon festival sırasında Avignon'da yaşananlardan, popüler tiyatro ve buna benzer şeylerden oluşan bir tür hazır (ready-made) tarih değil. Viyana'daki gibi inanılmaz bir tarihe sahip, tarihi ve sosyal bir gezegeni yok onun. Şehrin içine baktığınızda Avrupa'nın en büyük 10 sanat kurumu Viyana'da. Evet. Birleşmiş Milletler Viyana'da. Yani sanki her şey Viyana'daymış gibi. Ve nedenini bilmiyorum, sanırım çünkü şehir ve ülke adeta tamamen yok edilmiş gibiydi. Osmanlı gibi, Osmanlı İmparatorluğu gibi. Demek istediğim, Hapsburg İmparatorluğu da tıpkı öyle. Ve bence İstanbul'un bu kadar büyük ve bu kadar önemli olmasının nedeni de bu, çünkü sanki artık var olmayan bir imparatorluğun tüm tarihi tek bir şehre, tek bir Viyana şehirde toplanmış gibi, bu inanılmaz bir güç. Ve benim için ilginç olan da bu.


Bir aktivist, bir sanatçı olarak çok fazla insandan oluşan bir koleksiyonunuz var, sadece sanatçılar değil, aynı zamanda profesyonel olmayan yerel aktörlerle tanışıyorsunuz ve etrafınız pek çok insan tarafından çevreleniyor. Farklı insan gruplarında bulunmanın ve farklı profillere maruz kalmak adeta sizi sadece sanat dünyasının içinde kaybolmadan ayakta tutuyor. Tanıştığınız tüm bu insanlarla ilişkinizi nasıl sürdürüyorsunuz?


Ben buna mikroekoloji diyorum. Kesinlikle. Sanat eserlerinden oluşan bir ağ şeklinde bir şey inşa ediyorsunuz. Çünkü normalde hayal edersiniz, tamam, bir sanat eseri yaparsınız, sonra iletişim halinde kalırsınız, sonra bağlantıyı kaybedersiniz ve işte bu kadar. Ama benim yaptığım şey tamamen kendimin ve sanat eserinin dışında ağlar kurmak. Mesela İsa'nın domatesleriyle şu anda 150 süpermarketteyiz. Filmde yer almış insanlar çalışıyorlar, işleri ve belgeleri var. Şu ana kadar belgesi olan 1.500 kişiden bahsediyoruz ve bu rakam artıyor. Ve artık bana ihtiyaçları yok. Ben sadece bazen propganda etkinliğini organize ediyorum. Kongo Mahkemesi’ni (The Congo Tribunal) oluşturan, şu ana kadar bağımsız yapım şirketleri tarafından yapılmış 10 Kongo tribünümüz var. Ve bu insanlarla temas halindeyim ama bunu zorlamama gerek yok. Sanatın bir ağ gibi bir şey yarattığını, onun dışındaki insanlarla bağlantı kuran bir kurum olduğunu anlamanın gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu meta-teatral değil. Öyle bir şey değil. Bu gerçek. Bu var olan bir şey ve daha önce yoktu. Ve insanları birbirine bağlıyor, bu insanlara faillik kazandırıyor, bu insanlara iş veriyor, bu insanlara kağıtlar veriyor, yeni sanat eserleri üretiyor. Musul'daki sanat okulumuz, orada dokuz filmimiz çekildi. Ve ben yatırım yapmadım, yönetmedim, hiçbir şey yapmadım… Ama şimdi onlar Avrupa festivallerine gidiyorlar. Belki 10 yıl sonra Avrupa tiyatrosunun ve sinemasının yeni yıldızları olacaklar. Ve bu böyle yürümeli. Bu arada tabii ki tanıdığım herkesle her zaman telefonda konuşamayabilirim, ama elbette iletişim halinde kalıyoruz, hatta aralarından bazı arkadaşlarım var ki her iki veya üç günde bir arıyorum.

Kommentare


bottom of page