Paula Rego’nun Hikâyelerin Hikâyesi adlı kişisel sergisi sanatçının doğasını ve kök saldığı sosyo-politik bağlamı sergilemekten korkmadan; baskı, iktidar ve kurumsal şiddet ile özgün bir biçimde nasıl yüzleştiğini gösteriyor. Küratörlüğünü Alistair Hicks’in üstlendiği ve 30 Nisan’da sora eren sergi, Rego’nun 1960’larda Portekiz’deki çalışmalarının önemini bir kez daha doğruluyor ve 1980’ler ve 1990’larda Londra sahnesinde önemli bir sanatçı olarak ortaya çıkışına odaklanıyordu
Yazı: Nergis Abıyeva
Paula Rego otoportresi için poz verirken, 2015 ©Lila Nunes
“En sevdiğim temalar güç oyunları ve hiyerarşiler. Hep kafalarındakini altüst etmek, kurulu düzeni bozmak, kahramanları ve budalaları değiştirmek istiyorum. Eğer hikâye verilmişse onu kendi deneyimime uygun hale getirmek istiyorum ve şok edici olmak için değiştiriyorum. Hikâyeleri sevmekle beraber onların altını oymak istiyorum, tıpkı sevdiğiniz insana zarar verme isteği gibi.”
-Paula Rego (1)
Aslında Paula Rego’nun sanatı (1935-2022) üzerine bir metin yazmayacaktım. Türkiye’de yeni yeni tanınsa da uluslararası literatürde Rego’nun pratiğiyle ilgili sayısız nitelikli metin olduğu için tercüme olmayan, yeni bir söz söylemeye ne vaktim ne de yeterli motivasyonum vardı. Ancak editörüm Merve Akar Akgün, sergiye eşlik eden kitabın küratöryal metninde Alistair Hicks’in ortaya attığı “Rego, eşi Nick’in resmini yapmak için neden ölmesini bekledi?” sorusundan çok etkilendiğini ve bu eksende bir yazıyı benim bakışımdan okumak istediğini söyleyince, elbette koşullar kendiliğinden değişti.
Paula Rego, Tuzak, 1987, Tuvale sıvanmış kâğıt üzerine akrilik, 150 x 150 cm, British Council Koleksiyonu izniyle
Paula Rego’nun yapıtlarını ilk kez 2018’in Ekim ayında, Paris’te Musée de l’Orangerie’de The cruel stories of Paula Rego sergisinde gördüğümde, sanatçının Dans resmini Instagram’da “Bu kadar tekinsiz bir dans sahnesi olabilir mi?” notuyla paylaşmıştım. Rego, Venedik Bienali’nin son uluslararası sanat sergisi The Milk of Dreams’te “kendine ait bir odayla” yer alarak bienalin en geniş kapsamlı temsil edilen ve en çok ilgi toplayan sanatçılarından biri olmuştu.(2) Ben ise Rego’nun yapıtlarıyla Venedik’te daha yoğun bir temas kurabilmiş ve Giardini’de Rego’nun iki ve üç boyutlu yapıtlarıyla kurgulanmış bir salondayken, 87 yaşındaki sanatçının, oyunbozan bir feminist olduğunu düşünmüştüm. Alistair Hicks, Hatice Utkan Özden’e ArtDog İstanbul için verdiği Sanatçı Stüdyoları, Şehrin Toleransı ve Paula Rego’nun Hikâyesi başlıklı röportajda İstanbul’da birkaç sanatçının figürlerini ve resimlerini Paula Rego’ya benzettiğini, ancak bu sanatçıların Rego’yu bilmediğini, Pera Müzesi’ndeki serginin de aslında buradan doğduğunu anlatıyor. Ben de Rego’nun işleriyle Paris’teki ilk karşılaşmamda, Füsun Onur’un ile Nazan Azeri’nin yapıtlarını düşünmüştüm. 2010 yılında sanat tarihçi ve küratör Piedad Solans’ın İspanya’da gerçekleştirdiği Contraviolencias sergisine Rego’yla birlikte katılan sanatçılar arasında Nazan Azeri ve Şükran Moral’ın yer aldığını da tarihe bir not olarak buraya eklemek isterim.
Paula Rego, Geniş Sargasso Denizi, 1991 Tuval üzerine akrilik, 75 x 99, 5 cm, Ostrich Arts Ltd. & Victoria Miro izniyle
Rego, Venedik Bienali açıldıktan birkaç ay sonra dünyamızı fiziksel olarak terk etti. 22 Aralık sabahı Pera Müzesi’nde gerçekleşen basın toplantısında serginin proje yöneticisi Begüm Akkoyunlu, Hikâyelerin Hikâyesi sergisini hazırlamaya 2019’da başladıklarını, ancak projenin pandemi nedeniyle ertelendiğini anlattı. Yani eğer pandemi olmasaydı, Rego, Pera Müzesi’ndeki sergisini de görebilecekti.
Portekiz kökenli olup hayatının büyük çoğunluğunu İngiltere’de geçiren Rego, sanatını üretirken hem toplumsal hikâyelerden hem de kendi kişisel hikâyelerinden besleniyor. 1952’de henüz 17 yaşındayken Londra’da resim eğitimine başlayan Rego, erkek egemen bir okul olan The Slade School of Fine Art’ta hikâyeleri resmine geri çağırıyor. Hicks, feminist bir bakış açısıyla kaleme aldığı, detaylı ve Rego’yu pek çok yönüyle analiz eden küratöryal metninde, 1950’lerin Slade’inde hikâyeci resme karşı katı bir kural olduğundan bahsediyor; Hicks’e göre bu kuralın altında, hikâyelerin kadınlar tarafından aktarılan dedikodular olarak görülmesi var. Yani hikâyeci resimler, erkek otoritelere göre yine sanatçı kadınlar tarafından icra edilen “görsel dedikodular.”(3)
Paula Rego Vivian Girls’ü (Vivian Kızları) yaparken, 1984
Paula Rego, hikâyeleri resme geri çağırsa da bunu didaktik bir şekilde yapmadığı için beni her seferinde, belirsiz ve tanımsız bir alana götürüyor. Bir bekaret kontrolü sahnesi olan Pamuk Prenses ve Üvey Annesi resmini gördüğümde çarpıldığımı anımsıyorum. Hıristiyan bir ülkede kutsal anlatılar ve masallarla büyütülen Rego için çocukluk, tıpkı resimleri gibi çelişkili ve karmaşık bir dönem. Henüz çok küçük yaştayken annesiyle babasının Rego’yu Portekiz’de anneannesine bırakıp Londra’ya gitmesi, biraz daha büyüdüğünde özel ders aldığı matematik öğretmeninin ona dayak atıp zorbalık yapması sanatçıyı yaşam boyu etkilemeye devam etmiş gibi...
Bunu özellikle 2009 tarihli Oratorio isimli, dolaptan, dolabın içine yerleştirilen resimlerden ve bez bebeklerden oluşan yapıtına bakarken duyumsuyorum. Venedik Bienali’nde de yer alan bu yapıt, Hikâyelerin Hikâyesi’nin tamamlayıcı parçası. Sergide yer alan tek üç boyutlu çalışma olan Oratorio, Rego’nun üç boyuta yöneldikten sonra gerçekleştirdiği en çarpıcı işlerinden biri olarak İstanbul’daki ilk sergisinde olmasaydı, sergi eksik kalırdı.
Paula Rego, Oratório, 2009, Sekiz adet resim (kâğıt üzerine conté kalem) ve sekiz figürden oluşan yan panelli ahşap dolap, 255 x 350 cm, Ostrich Arts Ltd. Koleksiyonu & Victoria Miro izniyle
Paula Rego, benim için, kendisine verilmiş olan yeri kabul etmeyen asi ve inatçı, yol - daş bir ruh. Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabında “oyunbozan feminist” diye bir ifade ortaya atarak, oyunbozanlığı inatçılık, gerginlik, irade, istenç kavramları üzerinden tanımlıyor. Ahmed’e göre, oyunbozan feministler, “çok fazla olan”, aynı fikirde olmadığını ilan eden ve bunun arkasında duran özneler. Ahmed, kendisinin feminist olma deneyiminden yola çıkarak oyunbozan feministlerin bir aile sofrasında huzur, keyif ve iştah vaadiyle yemek yerken bazen bir cinsiyetçiliğe, bazen ırkçılığa, bazense kendisini pek de ilgilendirmeyen bir haksızlığa söz söyleyerek ortamın tadını kaçıranlar olduğunu ortaya koyuyor. Rego, yapıtlarında güç, şiddet, tahakküm kurma ilişkileri, tecavüz, kürtaj, aile içi şiddet gibi olgulara odaklanarak bir tür gerginlik üretiyor. Rego’nun yapıtlarındaki gerginliği feminist bir müdahale biçimi, hatta bazılarını insanın yüzüne doğrutulmuş silahlar olarak ele alıyorum ve bana Ahmed’in tanımını hatırlatıyor.
Sanatçı, bazı yapıtlarında oldukça canlı renkler kullansa da “mutlu” yapıtlar üretmeyen ya da üretimiyle mutluluğa katkıda bulunmayan biri. “Kendimi bildim bileli depresyonla başa çıktım. Depresyon hiç yaşamımdan çıkmadı.” (4) derken, yine aklıma Ahmed’in “mutluluğu reddeden özneler” olarak tanımladığı pek çok feminist kadının hayatlarını akıl sağlığının sınırlarında yaşadığını söylemesi geliyor. Zaten patriarkal bir düzende “mutlak mutluluk” nedir? (Bu sorunun olası yanıtlarının “eril mutluluğa” hizmet ettiğini Agnès Varda’nın 1965 yapımı Mutluluk filminde de görebiliriz.)
Paula Rego, Ksar El-Kebir Savaşı, 1966 Keten üzerine yün ipek, pamuk ve çeşitli dokular, 250 x 650 cm, Cãmara Municipal de Cascais / Fundação D. Luís I,Casa das Histórias, Paula Rego Koleksiyonu izniyle, Fotoğraf: © Carlos Pombo
Yapıtlarında kelimelere dökülmesi ya da temsil edilmesi imkânsıza yakın hisleri, durumları, girift ilişkileri ele alan Rego kendi kuşağındaki pek çok kadından farklı olarak feminizmi kucaklayan, resimlerinde de yaşamında da aktivist tavrı sahiplenmiş biri. Bunu yazarken özellikle kürtaj serisini düşünüyorum. Rego, The Slade School of Fine Art’ta okurken, kendinden yedi yaş büyük olan Nick Willing’le tanışır ve sanatçı çiftin yıllar içinde ortak üç çocuğu olur. Rego, çocuklarından önce defalarca kürtaj yaptırır ve kürtaj hakkında yaşamı boyunca alenen konuşur. Kürtaj hakkı başka pek çok ülkede olduğu gibi, Portekiz’de de kadınların mücadele ettikleri, kazanıp geri kaybetme tehlikesi yaşadıkları haklardan biri. (Burada, kendisi kürtaj yaptırmaktan imtina ettiği halde yaşamı boyunca kürtaj hakkını savunan feministlerden bahseden Bell Hooks’u da anıyorum.) 1998’de Portekiz’de gerçekleşen referandumda halkın yalnızca yüzde 10’unun oy kullanması Rego’yu öfkeli bir feminist yapıyor ve kürtajın yasallaşmaması durumunda istenmeyen hamileliklerden doğan tehlikeleri, resimlerinde son derece rahatsız edici bir şekilde ortaya koyuyor. 2007’de ikinci defa gerçekleştirilen referandumda kürtajın yasallaşması kararında, Rego’nun resimlerinin dönüştürücü gücü de etkili oluyor.(5)
Paula Rego, resimlerinin ilgi görmediği, sanattan pek bir şey kazanamadığı zor dönemlerden sonra dönemin öne çıkan sanat danışmanlarıyla iş birliği yapmaya başlayınca prestijli kurumlardan teklif almaya, farklı şehirlerde sergilere katılmaya, kişisel sergiler açmaya başlıyor. Michael McNay, Rego’nun Lea Kresner ve başka pek çok sanatçı kadın gibi kocası Willing’in ölümüne dek yeteri kadar kendini ortaya koyma cesareti göstermediğini söylese de (6) oğlu Nick’in annesi üzerine yaptığı Paula Rego: Secrets and Stories adlı belgeselinde durumun pek de öyle olmadığını görüyorum. Peki, her ikisi de sanatçı olan heteroseksüel bir çiftin üretimi birbirini nasıl etkiler? Sergide iki taraflı olarak asılmış bir resmin bunu çok iyi gösterdiği kanaatindeyim: 1960 yılından Türk Hamamı resminde Rego kurnazca ve oyunbozanca bir hamle daha yapmıştı: Nick, 1958 yılında Paula’nın çıplak bir portresini, geleneksel tuval üzerine yağlıboya tekniğiyle yapmıştı. Paula, bu resimdeki eril bakışla donatılmış nü geleneğini fark ederek, resmin arkasına sanat tarihinden röntgenci, oryantalist bakışı yakaladığı resimleri kolaj tekniğiyle kesip biçerek, Nick’in resmine etkileyici bir nazire yapmıştır. Bu iki taraflı yapıt, her ikisi de sanatçı olan heteroseksüel bir çiftten geriye kalan en etkileyici işler arasında yerini aldı bile.
Pera Müzesi Paula Rego sergisi yerleştirme görüntüleri, 2023
Paula Rego, Portekiz’in sömürgeci tarihine, Salazar’ın diktatörlüğü dönemindeki yaptırımlarına göndermede bulunan yapıtlar üreterek feminizmin ırk, sınıf, yabancılık/göçmenlik gibi cinsiyet dışı varoluş biçimleriyle birlikte ele alıyor. Sembolizm, Rego’nun yapıtlarında öne çıkan bir olgu; özellikle hayvanların sembolizmi, fablları akla getirircesine Rego’nun resimlerinde yerini buluyor. Rego, katıldığı HENI Talks’un Giving Fear a Face: Paula Rego adlı bölümünde içgüdüsel olarak yaptığı resimlerdeki hayvanların tanıdığı insanlara dönüştüğünü ifade ediyor. Örneğin, köpekler ilk kez Rego’nun resimlerine kocası Victor Willing 1988’de öldüğünde onu temsilen girer. Köpek ve kadın serisindeki kadın figürü kendisinin, köpek figürü ise ölmeden önce uzun bir süre baktığı Multipl Skleroz (MS) hastası kocasının yansımalarıdır.
Paula Rego, Cennet, 1985, Tuval üzerine akrilik, 220 x 200 cm, Özel Koleksiyon
1990’larda başka bir yöne evrilen “köpek kadın” resimleri de Hikâyelerin Hikâyesi’nde önemli bir yer tutuyor. Bu resim serisinin Rego’nun pratiğinde zihnimi en çok kurcalayan, beni en çok şaşırtan resimleri olduğunu söylemeliyim. Sanatçı, bu resimlerde insan bedenleri ve köpek kafaları arasında bir sentez yaratmış. Köpek kadın serisi, Rego’nun kadın bedenine ve kadın deneyimine dair kompleks ve karanlık imgeler yaratan geniş çalışma yelpazesinin bir parçası gibi. İlk bakışta evcil bir köpeğin davranışlarına öykünen kadın figürleri gibi gözükseler de ilişkilerin karmaşık doğası üzerine düşündürüyor. Rego, daha sonra dönüp baktığında, bu serinin de 35 yıl birlikte yaşadığı Nick’le ilgili olduğunu, ölümünden sonra ona temas edebilmek için bu resimleri yaptığını ifade ediyor. (7) Resimlerde Willing bedeniyle yer almasa da eşyalarıyla ve kendisine hatırlattığı çeşitli duygularla orada duruyor. Bu resimler belki de yaşamı boyunca otoriteye sıkı sıkıya bağlı olduğunu söyleyen, ancak pek de itaatkâr davranmamış, itaatkâr resmetmemiş, itaatkâr yaşamamış (8) bir sanatçı kadının ikircikli hislerinin dışavurumu.
Bu metni yazarken izlediğim, Jean Cocteau’nun, Pedro Almodovar tarafından kısa film olarak uyarlanan oyunu İnsan Sesi zihnimde Hikâyelerin Hikâyesi’yle buluştu. Filmde Tilda Swinton’ın canlandırdığı karakter, ayrıldığı eski sevgilisine, onun yanındayken “bir hayvan gibi acı çektiğinden ve bir hayvan gibi zevk aldığından” söz edip, onunla birlikteyken itaatkârlığından bahsedip filmin sonunda, görmediğimiz eski sevgilinin gözünün önünde ev-stüdyosunu ateşe veriyordu. Film boyunca Swinton’a eşlik eden, kendi gibi “sahibi” tarafından terk edilen köpeği de anlatının bir başka evrenini oluşturuyordu. Rego’nun feminist delikler açarak gemiye su kaçırtan, her daim taze pratiğini ve aile sofralarında başlayıp sokakta devam eden oyunbozanlığıyla sergi alanından taşan sergisini düşünürken bu yoldaş türlerin biraz da iç içe geçmiş, birbirine öykünen melez türler olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Comments