Covid-19 pandemisinin yarattığı yardım alanlarının önüne biriken Madridli mağdurların isimsiz kuyruklarını, Helga de Alvear galerisinde yer verdiği Büyük Çizgi isimli dizisiyle sergileyen Santiago Sierra, Art Unlimited’a konuştu: “Sanat, kangren olmuş kurumların zevahirini kurtarmak için kullanılıyor. Ödüllerin kazananlarla ilgisi yok. Yardım kuruluşlarında olduğu gibi, ödülü veren kişi aslında kendi yozlaşmış ismini toplumun değer verdiği kişilerle ilişkilendirerek bu ödüllendirme işinin kazançlı tarafı olmuş oluyor.”
Röportaj: Evrim Altuğ
Santiago Sierra
Santiago Sierra, fotoğraf, video, belgesel ve performanslarıyla, insanın (sözde) medeniyet ve çığırından çıkardığı tükenmiş ve çarpıklaşmış doğa karşısında maruz kaldığı ahlâki, ekonomik ve tarihsel ikilemlere, her seferinde en çarpıcı, ama yine en yalın haliyle tepkisel olabilmeyi başarabilen bir sanatçı.
İstanbul Modern ve Contemporary Istanbul ile İstanbul Bienali ve Pera Müzesi
gibi birçok kurum ve etkinlikte yapıtlarını izleme imkânı bulduğumuz Sierra, bu
kez de, tıpkı kirlilik, emek sömürüsü ve vahşi kapitalizmin ürettiği sosyal şiddet ve ayrımcılık gibi, yine küresel bir mesele olan Covid 19 pandemi krizini yorumladığı son fotografik-performatif serisi The Great Line (Büyük Çizgi) başlığıyla gündeme geldi. Pandeminin yarattığı ekonomik kriz sebebi ile açılan kamusal yardım bölgeleri önündeki insanları, sıra numaraları, bedenleri ve sıra numaraları ile yorumlayan İspanyol güncel sanatçının fotoğrafları, yıllardır birlikte çalıştığı, Madrid’deki Helga de Alvear galerisinde, 19 Kasım’dan 28 Kasım’a dek yer aldı. Bunlar olurken, Anadolu Ajansı’nın (AA) verdiği bilgiye bakılırsa, Avrupa Birliği’nin (AB) Pfizer-BioNTech firmasıyla yaptığı anlaşma gereği İspanya’nın payına düşen Covid-19 aşısının ilk bölümünün ülkeye ulaşmasının ardından aşılar yapılmaya başlandı.
Başkent Madrid yakınlarındaki Guadalajara kentinde bir bakımevinde kalan 96
yaşındaki Araceli Rosario Hidalgo, yerel saatte 09.00’da (TSİ 11.00) resmi olarak
İspanya’da ilk Covid-19 aşısı yapılan kişi oldu.Aşının dağıtımı için ölüm riski, hastalığa maruz kalma riski, sosyo-ekonomik etki riski, hastalık riski, yaş gibi kriterlere göre 18 grup oluşturuldu. İspanya hükümeti, üç ay içinde 4,5 milyon doz aşı gelmesini ve nüfusun yüzde 5’inin Covid-19 aşısı olmasını planlıyor.
Yaza kadar İspanya’da 20 milyon kişiye Covid-19 aşısı yapılması hedefleniyor.
Virüsten en fazla etkilenen ülkelerden biri olan İspanya’da, 25 Aralık’ta açıklanan son verilere göre, toplam vaka sayısı 1 milyon 854 bin 951’e çıkarken, salgından dolayı şimdiye kadar 49 bin 824 kişi hayatını kaybetmiş bulunuyor. Biz de bu koşullar vesilesiyle, Sierra ile elektronik posta yolu ile irtibat kurarak, gündeme, kariyerinde iz bırakan anlara, üretimi ve sanat ortamına dair özel bir söyleşi gerçekleştirdik.
Büyük Çizgi başlığında, küresel toplum tarihi bakımından 1929 yılında gerçekleşen Büyük Bunalım’a çok ince bir gönderme var. Peki sizin bu 91 yıl sonra yapılmakta olan kıyaslamaya dair izleniminiz ya da cevabınız nedir?
Yokluk, o zaman için de şimdi de sıradanlaşmış denilebilecek boyutlarda görülen bir şey, dolayısıyla bu kıyaslama mantıksız değil. Umarım önümüzdeki yıllar, 1929 yılındaki Büyük Bunalım’la karşılaştırılacak şekilde olmaz. O yıllarda kapitalizm, faşizm ve uluslararasılaştırılmış savaş sayesinde var kalıyordu. Lineer çizgide diğer tarafa, geleceğe baktığımızda ise tam da bir tür distopya, hatta anti-ütopyacılık gibi tasarlanmakta olduğunu görüyoruz. Özünde istenmeyen bir toplumun ortaya çıktığının tüm dünyada empoze edildiğine dair eşsiz ve ortak bir anlatı çok uzun zamandan beridir önceden kestirilebilir bir şey oldu. Ancak gelecek hakkındaki kurgular daima şimdiki zamandan bahseder. Şimdi, çoğunluk için zaten çoktan gerçekleşmiş olan bir felâkettir.
Dünya bir gıda kaynakları ve tıbbi kaynaklar krizinin eşiğinde. Dolayısıyla
içinde bulunduğumuz şu zamanlar, aynı zamanda DSÖ, UNICEF ve AB gibi
birçok siyasi yapının etkinliğini ortaya çıkarmakta. Bu anlamda online, kamu tabanlı, yerel ve uluslararası olanlar da dahil olmak üzere günümüzdeki yardım kuruluşu biçimleri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ben bir siyasi analizci değilim ve sözünü ettiğiniz çok uluslu kurumların attıkları adımları takip etmiyorum, ancak yardımseverlikten söz ediyorsanız, işleyişinde özü itibariyle adil olmayan toplumların yardım işlerine bir dikkat dağıtıcı olarak gereksinim duydukları söylenebilir. Bir yardım işinden faydalanan daima yardımı verendir, alan değil. Hayırsever, kendi egosunu tatmin etmek amacıyla hareket ettiğinden, yaptığı şey konusunda kendini iyi hisseder. Elbette, insan ilişkilerini yönlendiren nihai amaç olan açgözlülük sorunu ortadan kalkmamıştır. Sağlığı ve gıdayı yardım işlerine dayalı kılmak, insanların elinden alınamayacak bir hakkı olan şeyi bir lütuf gibi göstermektir. Yardımseverliğin karşı tarafında, daima eşitler arasında dayanışma ve toplumun öz-örgütlenmesi yer alacaktır. Benim bakış açıma göre, bu kurumların yaptığı şey, adına çalıştıkları kapitalist canavara yumuşak ve eli yüzü düzgün bir görünüm vererek kaosu yönetmektir.
Madrid’deki ARCO IFEMA Sanat Fuarı’ndan çıkarılan işinizi “Çağdaş İspanyol Siyasi Tutukluları” Türkiye’de (veya sanat dünyasının başka bir bucağından) bir kurum, galeri ya da müzeden yeniden sergilemek üzere davet alsanız cevabınız ne olurdu?
İspanya’daki siyasi tutuklularla ilgili işimizin başına gelen şeyin bir benzeriyle ne kariyerim boyunca karşılaştım ne de başka bir sanatçının başına geldiğini gördüm. Bu iş, sadece bir sefer özgün sergilemede değil, bir yıl içinde altmışın üzerinde sergide yer almıştı. Orijinalleri yerine bizim tüm sergileme taleplerine karşılık verebilmek için bir çözüm yolu olarak ürettiğimiz basılı kopyaların ve birçok başka tıpkı basım pano kopyaların kullanıldığı spontane sergiler yapıldı. Bu, dile getirilmesi gereken ciddi bir sorundu ve hâlâ da öyle. Burada sözünü ettiğimiz insanlar sadece aktivist ya da dünya siyasetiyle bağlantılı kişiler değil. İspanya bugün dünyada sanatçıların en çok hapse atıldığı ülke. Özgürlüğe yapılan böylesi saldırıların karşısında sessiz kalmaya niyetimizin olmadığı açıktır ve bu işin sergilenmesi için gelecek her yeni davete açığız.
Kamusal pandemi koşulları müzeler, galeriler ya da farklı disiplinleri buluşturan etkinlikler gibi kültürel ve sanatsal yapılarda “sınırlandırılmış” biletler, koltuklar veya bireylere göre tarihler aracılığıyla bir başka “prestij” sınıfı yaratıyor. Siz de sınıflar arasında bir uçurum daha oluşmasının nedenlerinden bir tanesi olmaktan kaygı duyuyor musunuz?
Tıpkı siyasal sınıfın seçim süreciyle icra edilen rejime bağlı kalınmadığı müddetçe hiçbir anlam ifade etmeyeceği gibi, kültürel elitler de büyük kültürel etkinlikleri dolduran izleyici kitleleri olmaksızın hiçbir şey ifade etmez. Mevcut durum müzelerin, bienallerin ve benzerlerinin geleneksel işlevlerini açığa çıkarıyor. Bu durum devam ederse, bizatihi müzelerin varlıklarının yeniden ele alınması, elitlerin değerli kabul ettiği şeyler için bir tür depoya indirgenmeleri gerekecektir. İzleyici olmazsa değer ortadan kaybolur, çünkü o zaman sadece halka açık yapılan şey var olur, herkesin değerli olarak kabul ettiği şey var olur.
Üzerinde neredeyse acımasızca diyebileceğimiz sayılar bulunan, kimliği bilinmeyen kurbanların “yüzsüz” bedenlerinin yer aldığı, kamusal alanlarda yer almış siyah beyaz görüntüler... Merceğinizden yansıyan bu “yanlı” kişiselleştirme daha önceki projelerinizde de kendini göstermişti: emeğin ticari, kapitalist vahşet adına var oluşunu ve sömürülüşünü belgelemiştiniz; mesela 1999 yılında sırtlarına “tek çizgi dövmesi” yaptırmaları için Kübalı erkekler tutmanız örneğinde olduğu gibi ya da tıpkı 2017 yılının Mart ayında Büyük Çizgi Projesi vesilesiyle bir basın açıklamasında tekrar altını çizdiğiniz gibi, 10 EURO performansında görüldüğü gibi. Aslında tüm kariyeriniz boyunca, performans sanatı serileriniz aracılığıyla günlük hayatlarımızdaki yetkilendirme mekanizmalarının karşılıklı değiş tokuş edilmesi meselesiyle ilgilendiniz hep. Bu performanslarda, izleyici de özgürce tarafını veya kendi kararı doğrultusunda “patron” ya da “işçi” olarak konumunu seçebiliyor. Sonuç olarak özetle sormamız gerekirse, o eserleri yapan sanatçı olduğunuz gerçeği haricinde sizin kendi eserlerinizdeki rolünüz nedir? İsteyerek olsun, istemeksizin olsun hemen hemen her sanatçının yaptığı gibi Tanrısal bir rol üstlendiğinizi düşünüyor musunuz?
Tanrı herhangi bir rol üstlenecek şekilde hareket etmez, çünkü o kurgusal bir
karakterdir. Tıpkı Süpermen gibi kurgusal bir karakteri taklit edip pencereden
aşağı atlayabileceğimiz gibi, küçük birer tanrıymışız gibi kendimizi üst ahlâka sahip yaratıcı dehalar olarak düşünmemiz de mümkündür. Sanatçıyı üzerinde yaşadığı buluttan indirip, taşıdığı pek çok başka nitelik içerisinde en öne çıkanıyla kapitalist olan toplumdaki payını onun yüzüne söylemek işte bu nedenle önemlidir.
2010’da, Kültür Bakanlığı’nın verdiği Plastik Sanatlar Ulusal Ödülü’nü reddettiniz. Bu kararı alma nedeninizi bir kez daha anlatabilir misiniz?
Beni bu kararı almaya iten birçok durum arasından altını çizmek adına çok net
olan bir tanesini söyleyebilirim; ödülü bana elden takdim edecek olan beyefendi şu anda Birleşik Arap Emirlikleri’ne kaçmış olan İspanya Kralı olacaktı. Bir hırsız olarak kaçtı, bu da Frankoculuğu sürdüren bir kişi olması rolünü ve eşdeğerde birçok nahoş durumu katmerleyen bir şeydir. Kendimi TV haberlerinde bu şahsın elini sıkarken gözümün önüne getiremedim. Sanat, kangren olmuş kurumların zevahirini kurtarmak için kullanılıyor. Ödüllerin kazananlarla ilgisi yok. Yardım kuruluşlarında olduğu gibi, ödülü veren kişi aslında kendi yozlaşmış ismini toplumun değer verdiği kişilerle ilişkilendirerek bu ödüllendirme işinin kazançlı tarafı olmuş oluyor. Monarşi, hiçbir içsel değeri olmaksızın, toplumun saygı duyduğu, dolayısıyla da onu “değer” kavramıyla ilişkilendirecek her girişimin altına imzasını atıyor. Böylece bir bakıyoruz, İspanya’da sağlık hizmetleriyle gerçek anlamda hiçbir bağları olmadığı halde her
kraliyet ailesi üyesinin isminin verilmiş olduğu bir hastane var. Sanatta ise durum epey akıllara ziyan. İspanya cumhuriyetçiliğinin mevcut en büyük sembolü olan Picasso’nun Guernica tablosu, Reina Sofía (Kraliçe Sofia) adlı bir müzede yer alıyor, utanç verici. Hiçbir şey olmamış gibi davranıp bunu kabullenebilir, sadece biyografimize etkileyici bir satır daha eklemeyi düşünebiliriz ya da bu diktatörler tarafından araçsallaştırılmayı, onların oyunun bir parçası olmayı reddedebiliriz. İkinci durumda elbette bunun sonuçları olacağını dikkate almak zorundasınız, ama en azından hâlâ aynada kendinize bakacak yüzünüz olacaktır.
Eserlerinizi gördükten sonra her seferinde, yozlaşmış olanların ya da dünyadaki neoliberal, kapitalist düzenin kirlettiği tanımlamaların içine atıldığı bir “geri dönüşüm kutusu” gibi bir işlev gördüğünüzü hissettim. Bana göre siz bir “insanlık hacker”ı gibi çalışıyorsunuz; ya da kavramsal, etik açılardan Duchamp’a, Warhol’a, Beuys’a veya Alys’e göndermelerde bulunan “reklam-karşıtı” bir ajansın sanat yönetmeni gibi. Tıpkı LABOR 2019 kapsamında Mexico City’deki “kirli hava” temalı resimler serinizde bizzat, somut olarak bir vahşi gerçeklik aynası yaptığınızda olduğu gibi; ya da İstanbul’da, 2015 yılının sosyo-politik açıdan karanlık günlerinde, bana zamanımızın sansür ve otosansür sorununu anımsatan minimalist ve son derece politik siyah posterlerinizde olduğu gibi. Dolayısıyla bu anlamda, tüm projelerinizin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşündüğümüzde, gelecek nesillere ve dünyanın geleceğine ilişkin sorumluluğunuza nasıl baktığınızı merak ediyorum. Hiç kendinizi bir muhabir ya da bir anlamda tarihçi gibi hissettiniz mi?
İşimle ilgili ne hissettiğimi kendime hiç sormam. Bana göre o tümüyle doğal, hatta gündelik bir aktivitedir. Kişisel olarak, içinde yaşadığım zamana bir tanıklık bırakmaya niyet etmeyi kendime kılavuz ediniyorum, bu bilhassa beni bir izleyici olarak da ilgilendiren şeyin sanat olmasından kaynaklanıyor. İşimdeki “ben” çok seyreltilmiştir. Bir perspektif çiziminde bakış açısının rolü gibi kalmaktadır ancak. Sanatın icrasıyla ilintili olarak benimle ilgili sorulan sorular daima tutucu bir yerden gelir, çünkü benim varlığımı sürdürmeme ve işimin bana sağlayacağı konfora atıfta bulunurlar. Sadece empati bakımından değil, metodolojik bir mesele olarak da dikkate aldığım kamudur, çünkü sanat eserinin izleyicinin kafasında yaratıldığı bana göre kuşku götürmez. Benim
rolüm ise oldukça manipülatif, çoğu zaman karşı-propaganda niteliğinde, zira bu yıkıma alkış tutan zaten çok fazla sayıda insan var.
NASA’nın tarihi “evrensel USB ya da insanlığın LP-Altın Plak projesi”
Voyager 1 ve Voyager 2 hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu projenin küresel sanat ve kültür açısından bir değeri olduğunu veya bu projenin emperyalist sömürgeci bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu konunun uzmanı olmamakla birlikte, uzaydaki görevler askeri amaçlarla,
iletişimle ve son zamanlarda da madencilikle ilgili. Ancak bunların, Hollywood
fantezilerinin tedrisatından geçmiş bir toplumun desteğini dinamitlememek için
tumturaklı sözlerle meşrulaştırılması daima daha iyi görülmüştür. Sorunuzun gizemli yönüyle devam edecek olursak, Mısır’daki piramitlerin en büyük gizemini oluşturan şey, Mısırlıların firavunu ve onun rahipler sınıfını timsahlar yesin diye Nil nehrine atmamalarının nedeniyle aynı şeydir. Emek gelirinin vergilendirilmesinden elde edilen paranın Marslılarla ya da cennetteki baş meleklerle iletişim kurmak için kullanılması NASA’yı ateşlemek için yeterli gerekçe olacaktır.
Çalışmalarınızı, herhangi bir işinizi deneyimler iken, aynı zamanda arazi
sanatı, minimalizm, happening, pop-art ve elbette fotoğraf ve sinema gibi yaratının birçok farklı haline de iştirak edebiliyoruz. Yani, mesaj(lar)ınızı fizikselve paradigmal sınırlardan bağımsız, olabildiğince aşikâr biçimde iletmek istiyorsunuz. Sonuç olarak, ana akım medyada genel okura, izleyiciye açık yayınlanan röportajlarda veya tüm dünyadan profesyonel eleştirmenlerin yazıların da işlerinize verilen geri bildirimlerin ne kadarını dikkate alıyorsunuz?
Pek dikkate aldığım söylenemez doğrusu, almalıyım, ancak tembelliğe yenik
düşüyorum. Bir sanatçı olarak benim işim sanatı bir araç olarak kullanarak söyleyeceklerimi söylemekten ibaret. Çalışmalarımın sözcüklere dökülemeyeceğini düşünmüyorum, fakat bu bana bir parça ihanet gibi geliyor. Benim çabalarım sanat eleştirisinin ana akımı için makbul olan söylemi dile getirmekten ziyade bir sanat eserini tamamına erdirmek yönünde.
“Nefes alamıyorum” hareketi gibi, iklim değişimi protestoları ya da tröst
karşıtı – kültür sanat organizasyonlarında “kirli” sponsorluk protestoları gibi, hatta COVID 19 protestoları ya da Hong Kong Şemsiye hareketi protestoları şeklindeki başlıklara, protestoculara ya da protesto araçlarına baktığımızda, kültür ve sanatın her türlü eşitsizliğin karşısında olmayı ifade etmenin çok etkili bir yolu olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Bu protestoların oluşturduğu resmin bütününe baktığınızda siz ne görüyorsunuz?
Protestolar Dünya gezegeninde zeki yaşam formu bulunduğunun bir göstergesidir, ama yeterli değildir. Hiyerarşik iktidarı ortadan kaldırmaya ve kendi yaşamlarımızın kontrolünü ele almaya çaba gösterilmelidir. Protesto etmek birileri için kendi iktidarını ikrar etmek anlamına da gelebilir, öylesi bir durumda bu kişilere sırt çevirmemiz daha iyi olabilir. İktidar sahibinden adalet istemek Meryem Ana’ya dua etmek gibidir. Her iki edimde de bolca inanç mevcuttur. Ortaya atılan fikirler arasında en ilginci ev işgalciliğiydi, bu bana göre gerçekten ilginç bir fikirdir. Dünyayı işgal etmek, Siyah Bayrak projemin arkasında yer alan fikirdi.
Şayet bir sanatçı için aklını ve fiziksel kabiliyetini kiralayan veya paylaşan bir işçi dersek, sizin bakış açınıza göre küratör için yapılabilecek en doğru tanım nedir?
Sanatçı ile kurum arasında bir aracıdır denilebilir. Aynı zamanda, kurumun karşısında sanatçının müttefiği ya da tam tersine sanatçının karşısında kurumun müttefiği de olabilir. Bu bakımdan, kendini tanımlaması gereken küratördür. Bu üç tanımdan her birine uyan küratörlerle karşılaştım.
2012 yılındaki işiniz Kavramsal Anıt'ı 2015 İstanbul Bienali’ne getirmiştiniz. O zamandan bu yana bu eser üzerinde herhangi bir “düzenleme” ya da
güncelleme yaptınız mı?
Hiçbir yenilik yapmadım, ancak böyle bir şeyin hâlâ olanaklı olduğunu görüyorum. Tam da bazı üniversiteler polis faaliyetlerini askıya almışken, tüm hükümet müdahalelerinden azade ve tamamen halkın idare ettiği bölgeler yaratmak güzel olacaktır. Bu projeyi bir gerçekliğe dönüştürmeyi gerçekten çok isterim, ancak nasıl ve ne zaman olur şu anda bilemiyorum. Bu işi benim adıma başkalarının yürütmesinin de benim için sakıncası yoktur, önemli olan toplumun bir bütün olarak etkin biçimde özgürleşmesi için adımların atılmasıdır.
2010 yılında (Macaristan’dan Pecs ve Almanya’dan Ruhr ile Essen’la paylaşarak) aldığı Avrupa Kültür Başkenti konumu dolayısıyla İstanbul (ya da Türkiye) hakkındaki düşünceleriniz ve geleceğe yönelik fikirleriniz/projeleriniz nelerdir? Sizin de muhtemelen gördüğünüz gibi ülkede birçok toplumsal ve siyasi sorun mevcut. Yakın zamanda Ayasofya camiye dönüştürüldü. Aralarında Anadolu Kültür ve DEPO İstanbul Kültür Merkezi’nin kurucusu Osman Kavala’nın da olduğu birçok siyasi tutuklumuz var. Fakat diğer yandan, Türkiye burjuvazisinin kaynaklarından ya da bizzat devletten “yumuşak güç” babında gelen oldukça yüksek oranda bir kültürel ilgi ve yatırım da mevcut; sözgelimi çok sayıda müze projesi ile yaratıcı faaliyetler alanında veya sosyal medya platformlarında “gelecek nesil patlaması” gibi...
Bir taraftan dünyanın her yerinde özgürlüklerin kütle çekim merkezi olmaya kalkışırken bir taraftan muhalifleri hapse atmak ve özgür düşünceyi baskılamak gayet Avrupai ve gayet kapitalist bir şey. Burası Avrupa ve ben bugün İstanbul’un baskıcı bir devletle gerçek Avrupa ruhunu temsil etmesinde bir tutarsızlık görmüyorum.
Son Venedik Bienali’nin son başlığı Amerikalı bir galerici tarafından, eski bir Çin özdeyişinden yola çıkarak İlginç zamanlarda yaşayasın olarak adlandırıldı. Bienallerin, müzelerin ve büyük sanat etkinliklerinin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
İçinde yaşadığımız zamanlar ilginç, çünkü burjuvazinin seküler can sıkıntısını
avutuyor, fakat sıradan halk için bunlar tahammül edilemez zamanlar. Somut anlamda gelecek, bugün benim için her zaman olduğundan daha büyük bir soru işareti. Böyle giderse, anlaşılan o ki bienalleri ya da festivalleri ziyaretçisiz veya yalnızca yerel izleyici ve sanatçılarla gerçekleştirmek çok da mümkün olmayacak. Bunlar daha ziyade daha gerici ve etrafındaki başkalarını dikkate almamaya elverişli zamanlar. Her halükârda, şu sıralarda bienal düzenlemek isteyen herkese şans diliyorum, çünkü buna ihtiyaçları olacaktır.
Comentarios