top of page
Sami Kısaoğlu

Parça Bütün, edebiyat ve sanata dair


Art On Istanbul'un direktörü, küratör ve yazar Gökşen Buğra’yla projelerinden şiir ve çağdaş sanat ilişkisine, Türkiye’deki sanat tarihi yazımından Sezer Tansuğ’a uzanan, sınırlarını edebiyat ve sanatın ördüğü, bir söyleşi gerçekleştirdik

☕️ 11 dakikalık okuma

Gökşen Buğra, Fotoğraf: Elif Kahveci

Geçtiğimiz sezon ilkini gerçekleştirdiğiniz ve yeni sezondaki açılış serginiz olan Parça Bütün sergilerinin kavramsal yapısı ve sahip olduğu alt metinler üzerine konuşabilir miyiz?

Parça Bütün sergi serisi, aslında benim uzun süren okumalarımın sonucunda geliştirdiğim bir konsantrasyonun sonucu olarak ortaya çıktı. Bilkent’te Türk Edebiyatı bölümünde yüksek lisans yapıyordum. Mehmet Kalpaklı, Osmanlı Edebiyatı dersi veriyordu. İlk derse tahtaya birtakım yapılar çizerek başladı. Anlatırken bu yapıların art arda gelme biçimlerinden söz ediyordu. Daha sonra bunun Topkapı Sarayı’nın yerleşimi olduğunu söyledi ve yapı kompleksinin değişen sultanlarla nasıl eklemelerle şekillendiğini anlattı. Sonra da bu yapıyla Osmanlı şiiri arasında bir ilişki kurdu ve sarayın yapısıyla şiirin yapısının aynı zihinsel alt yapının ürünü olduğundan bahsetti. Çok etkilenmiştim. Bununla beraber bir kavrama formasyonu kazandım; bu biçimle başka konularda da derinlikli çözümlemelere girişebildim. Bunun yanı sıra, Sezer Tansuğ’un, Topkapı Sarayı üzerine muazzam bir çözümlemesi vardır. Doğu sanatında parça-bütün ilişkisi nasıl kuruluyor, nasıl bir eklektik yapı var, bunları araştırır. Bu eklektik yapı, kendi başına bir birim olarak ve bir bütün olarak işlev görürken, diğerleriyle beraber anlaşılabilir. 2017 yılında Mithat Şen’in İstif sergisi için hazırladığımız kitapta da yine Sezer Tansuğ’un Yapısal Bütünlük makalesini yayımlamıştık. Bu metin de parça-bütün konusunda başvuru kaynaklarımdan biridir. Metnin konuya asla bir karşıtlık gibi yaklaşmayan, ilişkilenmeyi birbirini içerme ilkesiyle ele alan bir yaklaşımı var. Bu serginin benim edebiyat kökenli olmamla ilgili bir geçmişi var. “Bu tür bir yapı araştırmasıyla görsel sanatlar alanında neler bulabilirim, parça-bütün ilişkisini bir yapıt okuması olarak önerebilir miyim?” Yola çıktığım sorular bunlardı. Sanatçıların üretim biçimleri ve zihinsel yapıları üzerine yönlendirebileceğim soruların zenginleştirici sonuçlar çıkarabileceğine ikna olmuş vaziyetteyim.

Parça Bütün sergileri sadece fiziksel mekân üzerinden değil yayınlar üzerinden de ilerliyor değil mi?

Parça Bütün sergisinin kitabı, sergiden daha büyük ve benim için çok anlamlı. Çünkü bu kitabı hazırlarken hep sanat tarihine kalıcı bir belge bırakma arzum vardı. Tek bir kavram üzerinden sanatçının dünyası nasıl keşfedilebilir, açılabilir, yorumlanabilir ve bunun izini sürerek sanatçının bütün sanat pratiği nasıl değerlendirilebilir? Burada sergide gösterebildiğimiz bir ya da iki örnek var ama kitapta bu giderek genişliyor; parça-bütün izleği üzerinden sanatçının kronolojik olarak eski işlerine ve farklı serilerine bakıyoruz, bunları yeniden değerlendiriyoruz. Süreç boyunca, farklı dönemlerinden örneklerle hem sanatçının kendi üretiminde nasıl bir dönüşüm geçirdiğini görüyoruz hem de izleyiciye küçük bir introspektif veriyoruz. Bu yüzden kitap sergiden daha büyük. Serginin her sene yenilenmesiyle kitapların birbirini takip etmesi, bize değerlendirmek üzere daha fazla kaynak oluşturacak. İlk kitap için özellikle yazı yazmaktan ya da sipariş etmekten kaçındım. Sanatçıyla konuşmayı özellikle tercih ettim; onu araştıran, sürecini didikleyen ve sorularla belki onların fark etmediklerini ortaya çıkaran ama bunu onun dilinden aktaran bir aracı olmayı seçtim. Yazdığım sunuş ve değerlendirme yazıları galeride izlediğim küratöryal perspektifin bir açıklamasıydı. Röportajları yapmayı sürdüreceğim ama giriş yazılarını konuk yazarlara sipariş etmek, bu konseptin bana ait tescillenmesindense başkalarını yorumlamaya davet etmek istiyorum.

Parça Bütün sergilerinin sanatçı seçkisinde galerinin temsil ettiği sanatçıların yanı sıra galeri dışından da sanatçılara yer veriyorsunuz. Sergi kapsamındaki sanatçı seçkisi üzerine biraz konuşabilir miyiz? Nasıl bir yol izliyorsunuz?

Türkiye’den sanatçılarla çalışmayı özellikle tercih ediyorum. Zaten “sanat tarihine arşiv niteliğinde belge bırakmak” gayreti, buradaki bir eksikliğin giderilmesi idealinden kaynaklanıyor. Galeriyle arasındaki mesafeyi de her sergiden temsil edilen bir sanatçıyla sağlıyorum yani galerinin temsil etmediği sanatçılar üzerine eğilmesi noktasında kesin bir kararım var. Bu, galeride yaptığım küratöryal sergilerin tamamı için geçerli çünkü galerinin sanatçıları, zaten galeride temsil ediliyor. Bu galerinin herkesin sevdiği, rahat hissettiği ve işini göstermekten memnun olduğu bir yer haline dönüşmesi için, daha fazla sanatçıyı kucaklaması lazım. Temsil etsin ya da etmesin, galeri, gösterdiği sanatçıyı iyi tanımaya ve tanıtmaya gayret eden bir kurum olmalı. Bir sanatçıyı bir, iki işle iyi tanıyamayız ama kapsamlı bir kitapla izleyiciye daha fazla perspektif açabiliriz. Parça Bütün sergilerinin ilkinde Gülsün Karamustafa, Ahmet Elhan, Burcu Yağcıoğlu, Mithat Şen, Begüm Yamanlar, Ekrem Yalçındağ ve Ülgen Semerci yer alıyordu. Bu yıl 4 Eylül’de açılışını gerçekleştireceğimiz ikinci Parça Bütün sergisindeyse Canan Dağdelen, Şakir Gökçebağ, Nuri Kuzucan, Seçkin Pirim ve Guido Casaretto var.

Lisans ve yüksek lisans eğitiminiz edebiyat alanında. Biraz edebiyat ve sanat ilişkisi üzerine konuşalım isterim. Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de, “Dilin resimle olan bağlantısı sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni, sözün yetersizliği ve görünenin karşısında kapatmaya boşuna uğraşacağı bir açığının olması değildir. Bunlar birbirine indirgenemez niteliktedir. Gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığı ile istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer, gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir,” diyerek görsel sanatlar ve edebiyat arasında herhangi bir üstünlük arayışının mümkün olamayacağını savunsa da; John Berger Görme Biçimleri’nde “Görme konuşmadan önce gelir,” diyerek görsel imgeyi baskın kabul eder.

Sanat tarihi boyunca William Blake’in, Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Düşü için yaptığı çalışmalar ya da Salvador Dali’nin Alice’in Harikalar Diyarındaki Maceraları’ndan ilhamla ürettiği bir dizi çizim gibi edebiyattan yola çıkarak üretilmiş birçok eser söz konusu.

Canan Dağdelen, Cüz , Beyaz toprak, sır, platin, 57 X 40 X 11,5 cm, 2015, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Peki sizce 21. yüzyılın ilk çeyreğine yaklaştığımız şu dönemde edebiyat, güncel sanatın neresinde? Dünyadaki ya da Türkiye'deki çağdaş sanat üretimi merceğinden bakacak olursanız edebiyat ve çağdaş sanat ilişkisine dair neler söylemek isterseniz?

Kültürün tamamını bir bütün olarak görüyorum. Güncel sanat ve edebiyat da kültürün bir parçası. Dolayısıyla bunları birbirlerine göre hizalamak, konumlandırmak ya da mukayese etmek yerine müziğin, şiirin, resmin birbirine eridiği ve farklı kanallardan suya karıştığını düşünüyorum, hepsinin birbirini beslediğine inanıyorum. Bana göre esas olan bütün bu üretimin altındaki biçimi zorlayan etkenler; zihinsel yapının kodları. Söylediğiniz örnek gibi örtüşmeler, eşleşmeler, ilhamlar ve iz düşümler hep var. Mesela arkamda Olgu Ülkenciler’in Rus Klasikleri serisi var: Sanatçının romanlardan referansla değişmeyen insanlık hallerini soyutladığı bir dizi resim. Neticede bu bir bakışta anlaşılabilecek açıklıkta değil ve olmamalı da... Çünkü işin özü soyutlama. Ben soyutlamanın hatırına direkt referansları olan şeylerden kaçınırım. Bu bir sezgi ve sezdirme meselesidir.

Kelime sözcüğü Arapça, k-l-m kökünden geliyor. Yara anlamına geliyor bu kök. Bir yanıyla da yaralayan, acıtan bir şey kelime. Kelime, insanın içindeki sızının tınlamasıdır belki. Sizde iz bırakan, bir şekilde yara olmuş şiirler ya da kelimelerden bir sergi yapmak var mı gündeminizde?

Edebiyat her zaman işin içinde olacak. Bu bağlamda yapmayı çok istediğim bir sergi ve kitap var. Bu düşüncelerin zihnimi meşgul etmesini seviyorum... Öte yandan, asıl olan yapıttır, yani kurduğumuz bütün bu dünya; müzeler, galeriler, koleksiyonlar, kısaca sanat dünyasının etrafındaki her şey aslında bir çekirdeğin etrafında dönüyor: Yapıt. Ona ışık tutabilecek, yapıtın üzerindeki anlam matrisini çözebilecek bir destek bana kutsal geliyor. Yapıtın kodlarının iyi çözülmesi ve izleyiciye, dili bir iktidar aracı olarak kullanmadan taşınması önemli. O yüzden edebiyatın, yazının, sanat yapıtıyla ilişkisi çok hayati.

Geçtiğimiz sezon gerçekleştirdiğiniz Sezer Tansuğ’a öykünen serginiz üzerine konuşmak istiyorum. Türkiye’de pek rastlamadığımız bir sergi pratiği öneriyordu 99 Kare.

99 Kare meselesini sormanıza çok sevindim çünkü bu iki ay süren ve kitabı olan bir sergi projesiydi. 1993 ve 2018 tarih aralığında 114 iş gösterdik. Fakat 97 sanatçı ve 114 iş konuşulmadı; yalnızca Sezer Tansuğ’un şöhreti konuşuldu. “Kim kimi çalışmış? Bu işlerdeki soyutlamanın niteliği nedir? Nasıldır? Aradan geçen zamandaki teknik, estetik değişimler nedir?” Bu soruların hiçbiri sorulmadı. Siz de iyi biliyorsunuz, sanat eleştirisini neredeyse yokluğu üzerinden tabulaştırıyoruz artık. Yok, yok, yok. Peki, ne yaparak bu yokluğu gidereceğiz? Bence bu yüzden Sezer Tansuğ eleştirisini hatırlatmak önemliydi.

Şakir Gökçebağ, İsimsiz, Halı yerleştirme, 240 X 208 cm, 2019, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Sezer Tansuğ 66 Kare‘yi yaparken de, daha sonrasında yaptığı sergide de hep bir çıkış noktası vardı ve bu çıkış noktasındaki düşünceyi sanatçıların yorumlamasını istemişti. Siz de burada, Sezer Tansuğ’un bu fikrinden yola çıkarak çalıştınız. Tüm bu bilgilerin ışığında sizi böyle bir sergi yapmaya iten nedenler neydi?

Bir edebiyatçı gözüyle karşılaştığım ve en çok ilgimi çeken sergi kataloğu Sezer Tansuğ’un 66 Kare’si oldu. Bu kitabı ilk olarak 19 yaşında gördüğümde, hem sunuş yazısı hem de nitelikli metin seçkisinin sanatçılara sipariş edilmesi itibariyle, bana çok heyecan verici gelmişti. Sonra küratörlük yapmaya başlayınca hep edebiyatla ilişkili bir sergi yapmak istedim. Aslında niyetim 66 Kare gibi, Sezer Tansuğ’u da anacak ama aynı zamanda yeni, bugünün yorumuyla edebiyata, şiire davet niteliğinde bir sergi yapmaktı. Ama Sezer Tansuğ meselesi o kadar konuşulmamış ve profesyonel anlamda tartışılmadığı için tabulaşmıştı ki... Kişisel maluliyetlerinden ötürü bütün yapıtların üstü kapatılmıştı. Sezer Tansuğ, 66 Kare‘de de, diğer projelerinde olduğu gibi, bir tez sunuyor: Yerel olanın kıymetini ve kültür rezervini sanatçılara hatırlatmak. Benim için de bu sergi, hem Sezer Tansuğ mirasını hem de Cumhuriyet için hizmet etmiş kültür insanlarını fark ettirme eylemiydi.

Son olarak, yeni sezon sergileriniz üzerine ne söylemek istersiniz?

Sergi takviminde gözettiğim tek şey var, o da biraz kendi yükümle ilgili. Kişisel sergiyi bir galeri için fevkalade konforlu buluyorum. Çünkü her ne kadar sanatçının üretimine eşlik ediyor olsam da -ki ben epey eşlik ederim. Yine de yükün büyüğü, sanatçının omzunda. Peki, galericiyi galerici yapacak olan şey ne? Yani sadece bunu göstermek, satmak ve hakkıyla temsil etmek ama bu zaten olması gereken şey. Bana göre galericiyi galerici yapacak olan, küratöryel bir perspektif ve bunun nasıl sunulduğu. O yüzden Parça Bütün önemli, o yüzden karma sergiler önemli.

Comments


bottom of page