top of page
Kerem Özel

Paris’te yeni bir tiyatro: La Scala


Bu sezon Paris'te yeni bir tiyatro gözlerini açtı: La Scala. Mekân sıfırdan yaratılmış gibi dursa da, bulunduğu yerin geçmişi, 1874 - 1934 arasında Paris’in en ünlü café-concert’lerinin düzenlendiği La Scala Tiyatrosu'na dayanıyor. Kerem Özel, La Scala'nın tarihi mirasına ve bugününe değindiği yazısında, La Scala’da prömiyer yapan ilk yapım olan, Yoann Bourgeois imzalı Scala'yı da değerlendirdi

Scala, Fotoğraf: Géraldine Arestean

Paris’te 2018/19 sezonunda yeni bir tiyatro gözlerini açtı: La Scala. Mekân sıfırdan yaratılmış gibi dursa da, bulunduğu yerin teatral geçmişi fin de siècle’a kadar iniyor; 1874’te açılan ve Paris’in en ünlü café-concert’lerinin düzenlendiği üç balkonlu, localı, işlemeli tavanlı, İtalyan sahneli La Scala Tiyatrosu 1934’te yıkılmış, yerine 1936’da açılan ve art deco fuayesiyle ünlenen sinema salonu ise 1970’lerde porno filmler göstermek için Paris’in ilk multiplex’ine dönüştürülmüş. 80’lerde şehrin en ünlü gay buluşma mekânı olan sinema, 2000’lerin başında kısa bir dönem Paris’teki Brezilyalılara kilise olarak hizmet etmiş. Görüldüğü gibi fırtınalı bir tarihe sahip mekân uzun zaman metruk ve bakımsız kalmış, ta ki 2016’da tiyatro yapımcısı Les Petites Heures adlı şirketin sahipleri Mélanie ve Frédéric Biessy burayı alıp kapsamlı bir yenilemeyle her türlü icracı-seyirci ilişkisine imkan sağlayan black box tipi bir tiyatroya dönüştürerek tekrar hayata kavuşturana kadar.

İç mimarisinden mobilyalarına ışıklandırmasından renklerine, Fransızların en ünlü tiyatro ve sinema yönetmenlerinden Patrice Chéreau’nun sahne tasarımcısı Richard Peduzzi’nin elinde yenilenen ve bünyesine şık bir bar-lokanta da eklenen La Scala; 10. Mahalle’de Strasbourg Bulvarı üzerinde, barlar ve gece kulüpleri arasında, komşu olduğu Comédia ve Théâtre Antoine gibi diğer popüler tiyatrolar gibi özel bir işletme olsa da, devletten ve belediyeden ödenek almayı başarmış. Tiyatronun 2018/19 sezon programı Paris’te çokça bulunan ana-akım ve ticari yapımlardan ziyade, önceki sezonlarda şehrin ödenekli tiyatrolarının programlarında yer alan ve popülerlik ile sanatsal nitelik dengesini ustaca tutturan sanatçıların eski ve yeni işlerinden oluşuyor.

La Scala, Paris, Fotoğraf: Hartl Meyer

La Scala’da prömiyer yapan ilk yapım, adı Fransa’da son yıllarda gittikçe daha fazla duyulur olan, geçen sonbaharda Paris’in ikonik binalarından Panthéon’daki mekâna özgü işiyle büyük sükse yapan 37 yaşındaki Fransız koreograf ve yeni sirk* sanatçısı Yoann Bourgeois’ya ısmarlanmış. Bu vesileyle; Bourgeois’nın, eski tarihli ama gerek seyirciler gerekse eleştirmenler tarafından çoşkuyla alkışlanan Celui qui tombe (Düşen adam) adlı yapıtıyla 11 Kasım’da İstanbul seyircisinin karşısına ilk defa çıktığını da belirtmeden geçmeyeyim.

Bourgeois Scala adlı yapıtında, içine yerleştiği mekândan sadece adını ödünç almakla kalmamış, sahne tasarımında minimalist ve monokrom bir yaklaşımla mevcut mekânın duvar ve koltuklarının koyu kurşun mavisi rengini devam ettirmiş. Sahnede; birbirlerine basamaklarla bağlanan farklı kotlardaki yüzeylere yerleştirilmiş, gündelik ev hayatından tanıdığımız ama hepsi mekânla aynı koyu kurşun mavisine boyanmış eşya, öğe ve objeler var: Sağda ve solda birer kapı, bir yatak, bir masa ve iki sandalye, bir koltuk, bir komodin, duvarların birinde resim çerçeveleri, bir süpürge, bir radyo ve küçük toplar. Yani aslında, sınırları kâh kapılarla kâh düzlemler arasındaki kot farklılıklarıyla belirginleştirilmiş bir ev var karşımızda; evin tam ortasından ise sonsuzluğa doğru yükselen ve iki tarafı boşluk bir merdiven.

Scala, Fotoğraf: Géraldine Arestean

Gösteri, ekose gömlekli genç bir adamın soldaki kapıdan girmesiyle başlıyor. Biraz sonra aynı kıyafette bir adam daha giriyor aynı kapıdan. Zaman ilerledikçe adam figürü çoğalıyor. Biri bir kapıdan çıkarken, diğer taraftaki kapıdan diğeri giriyor, hemen arkasından bir diğeri, bir diğeri daha; ya birbirlerinin hareketlerinin aynısını yapıyorlar, çoğaltıyorlar ya da hareketi geriye sarıyorlar. Daha sonra adamın kız arkadaşı da hikayeye dahil oluyor; tabii onun da doppelgaenger’i var, ama sadece bir tane.

Aynı figürün çoğaltılması, tekrarlar, beklenmedik anlarda beklenmedik yüzeylerde açılan deliklerden kaybolan/çıkan figürler; kendi kendine dağılan, yani olduğu yere yığılan, biraz sonra tekrar düzelen, yani ayakları üzerinde tekrar sağlam bir şekilde duran masa ve sandalyeler; kendi kendilerine duvardan düşen çerçeveler, çekmeceden fırlayan toplar, göğe çıkan merdivenin basamaklarından bedenlerinin bütün uzuvlarıyla, adeta akarak inen, belki de “düşen” mi demek lazım, figürler, aynı merdivenden bu sefer oturarak inen figürler, artık Bourgeois’nın alamet-i farikası’na dönüşmüş olan tramplenlerden sekip havalanan, bazen ivmeyle daha yükseğe ulaşan, bazense sönüp kaybolan figürler…

Dördü erkek altı dansçı-akrobat; bedenlerini, denir ya sanki kemikleri yokmuş gibi, müthiş akıcı kullanıyor, olağanüstü bir zarafet ve yumuşaklıkla hareket ediyorlar.

Koyu atmosferi, ironisi ve beklenmedik anlarda seyirciyi hayrete düşüren, şaşırtan ilüzyonvari sahneleriyle Scala, uzaktan da olsa Dimitris Papaioannou’nun tarzını andırıyor ama daha çok yeni sirk estetiğinden besleniyor. Bourgeois bize Kafkaesk bir kabus seyrettiriyor; hayret uyandırıcı, şaşırtıcı, beklenmedik ve mantıkla açıklanamayan olaylar barındıran tam bir rüya bu, belki de kabus mu demeli...

Scala, Fotoğraf: Géraldine Arestean

Scala’nın Latince’de merdiven anlamına gelmesi yapıtın, adının mevcut mekâna referans vermesinin ötesinde, özgöndergesel olmasını sağlıyor. Çağımız insanının içine düştüğü ve çıkmaya çalışıp bir türlü beceremediği, dipsiz kuyudaki koyu ve derin yalnızlığını anlatan Scala, Radiohead’in atmosferik olduğu kadar hipnotik müziğinin eşliğinde seyirciyi hayretler içinde kalmak ile tüylerinin ürpermesi arasında, havada asılı bir noktada, arafta bırakıyor. Çıkışsız, her daim alacakaranlık ve depresif atmosferine rağmen, kesinlikle eğlenceli ve oyuncaklı olan, benzersiz bir deneyim Scala. Gösterinin bence tek kusuru çok kısa, sadece 50 dakika sürmesi; Bourgeois keşke bazı ilginç ve yaratıcı fikirlerini fragman şeklinde bırakmayıp, onların etinden sütünden sonuna kadar faydalansaymış, biz seyirciler de onun dünyasında daha uzun kalsaymışız.

La Scala, içinde bulunduğu semtin her çeşitten bar ve kulüplerle renklenen gece hayatına eklemlenmek adına olsa gerek, sezon içinde bazı cumaları gece saat 24:00’te başlayan sıradışı ve cezbedici bir performans serisine ev sahipliği ediyor. Serinin ilk gösterisi 14 Ekim’de Fransız dans sahnesinin l’enfant terrible’ı Olivier Dubois’nın Prêt à baiser Sacre #1 (Öpüşmeye Hazır - Sacre#1) adlı yapıtıydı. Dubois bu yapıtı ilk defa; Stravinski’nin müzik çevrelerinde, Nijinski’nin dans dünyasında çığır açan ortaklıkları Bahar Ayini’nin (Le sacre du printemps) dünya prömiyerinin 100. yılı dolayısıyla 2012’de Paris Belediyesi Modern Sanat Müzesi’nde sahnelemiş. Dubois çok yalın bir fikirden yola çıkarak yapıtı bütünüyle, bir bankta oturan iki erkeğin (biri Dubois’nın kendisi diğeri Edouard Hue) önce uzun bir süre bakışması ve sonra uzun bir süre öpüşmesi üzerine kurgulamış.

Prêt à baiser Sacre #1, Fotoğraf: Boris Munger

Seyirci salona girdiğinde erkeklerden biri, rahatlıkla bir kent parkında rastlayabileceğimiz bir bankta oturmaktadır. Bir süre sonra sahneye diğer erkek, oradan tesadüfen geçiyormuş rahatlığıyla girer; banktaki adamı görür, göz teması kurar ve yanına oturur. Yaklaşık 15 dakika birbirlerinin gözlerinin içine bakarak ve sadece üst bedenlerini neredeyse gözle fark edilemeyecek hızda hareket ettirerek birbirlerine yaklaşırlar. Bu sırada mekâna derinden gelen, tek notalı bir ses hakimdir. Ne zaman ki erkeklerin dudakları birbirine değer, Stravinski’nin müziğinin yumuşak ilk notaları da duyulmaya başlanır. Bundan sonrası; dudakları hiç birbirinden ayrılmayan ve bedenleri banktan hiç kopmayan iki erkeğin Stravinski’nin notaları eşliğinde şefkatten şiddete doğru yaptıkları bir yolculuktur.

Dubois bu işinde ışığı da çok etkili kullanır; yapıt boyunca gittikçe sıklaşan aralarla flaş benzeri ışık patlamaları olur. Stravinski’nin müziği ne zamanki doruk noktası Kurbanın Dansı’na gelir, iki erkeğin; hayvansı dürtülerle vahşice birbirlerini yedikleri, boğdukları, birbirlerine vurdukları, boğuşma seslerinin, bağırtıların hakim olduğu sahneden artık genel ışık alınmış, yanıp sönen flaş patlamaları sıklaşarak stroboskopa dönüşerek, başta parka benzeyen mekânı şimdi adeta diskoya çevirmiştir. Müziğin bittiği o kritik anda ışık ani şekilde tekrar genel aydınlatmaya çevrildiğinde ise, iki erkek bankın üzerinde birbirlerinden ayrılmış, en uzak noktada durmaktadırlar.

Scala, Fotoğraf: Géraldine Arestean

İki erkeğin birbirine duyduğu bedensel isteğin doğasında var olan vahşilik, şiddet, hayvanilik ve sonuna gelindiğindeki tükenmişlik Stravinski’nin müziğinin hırçın atmosferini ve yapıtın özgün konusunun özünü tam da onikiden vuruyor. Prêt à baiser Sacre #1 o kadar etkili ki, Dubois’nın, dans tarihinin en güçlü Bahar Ayini yorumlarından birine imza attığını rahatlıkla iddia edebilirim.

La Scala’nın 2018/19 programında; sonbaharda ünlü Fransız tiyatro yazarı Yasmina Reza’nın iki oyunu, geçtiğimiz yaz yeni bir işini Avignon Festivali’nin en prestijli sahnesi Papalar Sarayı Avlusu’nda gösteren Thomas Jolly’nin 2007 tarihli Marivaux uyarlaması Arlequin, yeni yılda ise ünlü koreograf Anne Teresa de Keersmaeker’in erken dönem işlerindeki dans partneri, Belçikalı avant garde koreograf/dançı Michele Anne de Mey’in ve Fransa’nın önde gelen yeni sirk sanatçılarından Aurelien Bory’nin üçer yapıtı var. Bunlara ek olarak caz konserleri ve Nicole Garcia, Carole Bouquet, Nathalie Baye gibi ünlü Fransız kadın sanatçıların Yasmina Reza’nın Hammerklavier metnini her seferinde farklı genç erkek piyanistlerin icraları eşliğinde okudukları lecture-piano gibi ilginç etkinlikler programlanmış. Yolu bu sezon Paris’e düşenler, La Scala uğramadan dönmesinler; pişman olmayacaklar…

Yoann Bourgeois, Fotoğraf: Géraldine Arestean

* Ünlü tiyatro kuramcısı Marvin Carlson, Performans: Eleştirel Bir Giriş (Dost Kitabevi, 2014, Çeviri: Beliz Güçbilmez) adlı kitabında ‘yeni sirk’i 1980’lerde performans ediminin modern ironik ve düşünümsel bilinçle belirlendiği bir gelenekten doğup, bilinçli ve sıkı bir şekilde sirk (jonglörler, akrobatlar) ve soytarılık gelenekleriyle ilişkilenen bir gösteri sanatları türü olarak tarif eder. Bu türün en ünlü temsilcisi, Cirque du Soleil’in kurucusu Guy Caron’un, esinini sadece geleneksel tiyatro ve sirkten değil, rüyaya benzer, soyut, gerçeküstü imgelerden, büyüleyici ama tanımsız sürekliliğiyle MTV videolarının modern dünyasından aldığı gösterileri; bir tema etrafında üst üste binen bütün performansların katkıda bulunduğu, gevşek, büyük ancak doğrusal olmayan bir hikaye çizgisine sahiptir.

Commenti


bottom of page