Sanatçı Ali Elmacı ile Karaköy’de küçücük bir masanın başında Contemporary İstanbul’da protesto edilen heykeli, resimlerinde kurguladığı dünya, kullandığı metaforların anlamları, Beyoncé’nin çiçekler arasında çekilen son fotoğrafının ona ait olup olmadığı hakkında sohbet ettik.
Ali Elmacı, Fotoğraf: Şirin Uz Tursunov
Contemporary İstanbul’da neler oldu? İşi neden geri çekme kararı aldınız? Türkiye’de çoğunluğun sanata bakış açısı ruhunuzu sıkıyor mu? Burada sergilediğiniz nazik davranış anlaşılmış mıdır?
Olayların yeniden ateşleneceğini düşündüğüm için şu ana kadar sessiz kalmayı tercih ettim. Daha önce bu konu ile ilgili hiç konuşmamıştım ancak şimdi anlatabilirim. Malum bir gazete beni özellikle hedef gösterdi ve o insanları üzerime saldı. O insanlar aslında; sokakta yanınızdan geçen, vapurda karşınıza oturan, “tanıdık” insanlardı ve nasıl bir düşünce yapısına sahip olduklarını ben biliyordum. Tanıdıktı yani benim için. Bu nedenle de nasıl bir karşılık vermem gerektiğini iyi biliyordum. Saldırganlardı ama bilinçli kitle değildi. Diyalog kurmaya çalıştım. Ancak ne kadar başarılı olduğumu bilemiyorum. Dedelerine hakaret ettiğimi düşündükleri için heykelimi protesto ettiler. Çok çirkindi yaptıkları. Onlara bunun yolunun bu şekilde olmayacağını, karşı üretim yaparak cevap verebileceklerini söyledim. Fakat ne yazık ki karşımda anlatmak istediğimi anlayacak bir grup yoktu. Olayı dallandırıp budaklandırmak istediler, siyasi başka mecraya taşımaya çalıştılar. İzin vermedim. Ürettiğim heykelde de aslında ben eski Cumhuriyet üzerinden bir siyasal eleştiri yapmıştım. Bunun doğru okunmasını isterdim. Yanlış bir kitle, bunu doğru okuyamadı. Türkiye’nin 2001 öncesine, CHP zihniyeti dediğimiz sosyal demokratlara bir eleştiri niteliği taşıyordu. Bugüne kadar görmezden geldiğimiz ya da beslediğimiz “şey”in altında kaldık; demeye çalıştığımın özeti buydu. Kimseye hakaret etmek için üretmediğim heykelimi başka seçeneğim kalmadığı için fuardan çekme kararı aldım. Çünkü Türkiye’nin dört bir tarafından çok ciddi ve çok çirkin tehditler aldım.
Zamanı gelince tüm bu materyalleri sergilemeyi de düşünüyorum. Fuar heykeli koruyacaktı ama kapanıştan, pazar gününden sonra beni koruyacak her hangi bir kurum yoktu. Heykel şu an atölyemde, birinin özel koleksiyonuna girdi. Tüm bu olaylardan bir gün sonra baskına gelenlerin Facebook sayfalarına baktım. Benim heykelimin bir bölümünü boyayarak sansürlemeye çalışmışlar ve bu manipüle edilmiş fotoğrafıyla birlikte bir yazı paylaşmışlar; “Allah’a şükür o putu kaldırdık”. Bu görselin altına yapılan yorumlardan biri “Kardeşim heykeli orada kaldırdınız ama buraya koymuşsunuz, şimdi biz de gördük”. Bu şu demek; heykelin artık fuarda durmasına gerek yoktu zaten artık her yere ulaşmıştı.
Bu tip olaylar bir sanatçı olarak sizde nasıl bir duygu açığa çıkartıyor. “Çoğunluk” sizde bir yılgınlığa neden oluyor mu?
Açıkçası bir yılgınlık yaratmıyor. Yine Facebook sayfasında iki fotoğraf vardı; biri stadyumda, diğeri camide. Nasıl bir ideolojiye sahip oluğunu anlatabiliyor muyum? Benim için “Bu adamı öldürene cennetteki köşklerimden birini vereceğim,” diyerek beni tehdit eden insan, bence dünya malından on lira bile veremeyecek bir cimri. Manipüle ederek amacına ulaşmaya çalışıyor. Bu kitleyle karşılaşmak sıkıcı, rahatsız edici ama elbette üretimimi engellemiyor. Hiç durmadan çalıştım. Halen daha yoğun bir tempoyla çalışıyorum.
“Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinek kaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.”
Bukowski’nin bu kendini tanımlama ifadesi aslında işlerinizin ana temasını oluşturuyor gibi. Ama siz sanki bir Amerikan rüyasını anlatan sitkom sahnesini resmediyor gibisiniz. Her şey mükemmel görünüyor. Renkli, canlı ve çekici. Siz resimde nasıl bir arayış içerisindesiniz, nereye ulaşmak istiyorsunuz?
Burada çirkin olarak tanımladığım figür değil, durum. İroniden bahsediyorum. Durumun kendisi çirkin yoksa bütünü değil. Uyumsuz, aykırı olduğu için “çirkin” diyorum. Bence doğallığının dışına çıktıysa o, çirkinleşmeye başlıyor. Onun resmini yapıyorum. Bu da ancak insani bir müdahale ile olabilir.
İşlerimde hikaye anlatıcı tavır var. Kendi dünyamı kurguluyor ve onu kompoze ediyorum. Doğallığın dışında bir durumu nasıl estetik bir hale getirebilieceğimi, onları nasıl görüp nasıl dizebileceğimi düşünüyorum. Oluşturduğum resim de doğallığın çok dışında, gerçekçi değil.
Tüm bu olaylardan sonra Hıncal Uluç bir yazısında sizden bahsetti. Güzel sanatlar başlığı altında çirkinin resmini yapamayacağınızı söylemiş.
Hiçbir anlamı yok. Güldüm eğlendim. Komikti. “Çirkinin resmini yapıyorum” sözüme istinaden neden kendini çirkine konumlandırdı, hiçbir fikrim yok. “Yaptığı işi unutmasın: Güzel sanatlar” diyor. Güzel sanatlardan ne anladığını “Plastik sanatlar nedir?” sorusunu sorarak bulmak istiyorum. Muhtemelen “eski leğenlerinizi atmayın,” diyecektir.
Fellini kadınları da delişmen, tombul, kahkahalar atarken cinayet işleyebilecek türden karakterler. Delişmen, tehlikeli ve her an her şeyi yapabilecek cinsten. Sizin kadınlarınızın karakterlerini belirleyen ana unsurlar neler?
Hep çekindiğimiz devlet ana ve devlet baba benim figürlerimin karakterlerini oluşturuyor. Devlet ananın hep bizi beslemesini bekleriz ama her an bizi yok edebilir, her an üzerimizde bir baskı oluşturabilir. Öyle bir ana baba figürü ki çocukları için bir fedakarlıkta bulunmak yerine tam tersi olarak çocuklarının kendisine feda olmasını arzu ediyor, bekliyor ve öneriyor.
Resimlerinizdeki “bıçak” neyi simgeliyor?
Resimlerimde görülen o kadınlar, adamlar dediğim gibi devlet ana, devlet baba figürleri. İzleyen, uzaktan bakan, gizlenen. İçten içe “Her an senin düşünceni değiştirebilirim, her an seni öldürebilirim, her an ağzımdan çıkan kanun olabilir,” diyorlar. Figürlerim bıçağı ağzında tutuyor. Yani ağızdan çıkan söz bıçak kadar keskin. Toplumsal manipülasyon yapabildiği için o bıçak onun ağzında. Bıçak çok ilginç bir nesne. Bıçak, mutfakta domates doğrarken bir anda silaha dönüşebilecek kadar tekinsiz. Léon adlı filmde, Léon Mathilda’ya “Önce tüfeği kullanmayı öğreneceksin. Çünkü bu, senin hedefinle arandaki mesafeyi korumanı sağlar. Profesyonelliğe ne kadar yaklaşırsan, hedefine de o kadar yaklaşırsın. Örneğin bıçak. Öğreneceğin son alettir,” der.
Pin up dövmeler, Pinterest çiçekleri, hipster yönelişlerini nasıl buluyorsunuz? Resimlerinizde bunların yansımalarını mı görüyoruz?
Bütün kamu binalarındaki bahçe düzenlemelerinde, yol kenarındaki çiçek süslemelerinde yapay ve kitsch bir çiçeklendirme anlayışı var. Devlet binalarındaki o katı, bürokratik yapıyı çiçeklerle yumuşatmaya çalışıyorlar. Ama bu tam tersi bir kontrast oluşturuyor. Burada da bir çirkinlik var. Çünkü yine doğallığın dışında. Sert devlet anlayışını çiçeklerle kırmaya uğraşıyorlar, ama olmuyor. Ben, çiçekleri devletin mantığında kullanıyorum. Devletin bahsettiğim bu yapısını gizlemek adına da çiçekler kullanılıyor.
Daha farklı bir noktadan, mesela haber bültenleri ekseninden bakalım. En önemli haberler hiyerarşik bir şekilde ilk başta verilir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, muhalefet, çatışma, bomba, magazin ve ardından kedi kanepeden atladı... Haber bülteninin amacı ilk başta verdiği haberi en sonda verdiği haberle unutturmak, gizlemek, saçma sapan ıvır zıvır detaylarla kafa bulandırmak.
Süslemek; zaten bir şeyi olduğundan başka hale sokmak, kamufle etmek demek. Kitsch kavramı da muhafazakarlıkla birlikte yükselişe geçti. Ben de kitsch’i kullanıyorum. Sonra Beyoncé’un çekilen son fotoğrafıyla ortak bir noktada buluşmuş oluyoruz.
Disney’in çizgi filmlerinde hep karşımıza çıkan iki kırlangıç kuş var, bu kuşlar özgürlüğü, az sonra küçük kanatlarıyla sizi rengarenk bir dünyaya yolculuğa çıkaracağının ip uçlarını veriyor. Sizin kuşlarınız izleyiciyi nereye alıp götürüyor? Anlatım diliniz izleyiciyi yönlendiriyor mu?
Yarattığım kompozisyonun izleyiciyi yönlendirmesini arzu ederim elbette. Yalnızca kuşlar değil, kullandığım tüm metaforlar izleyiciyi; o doğallığın çok dışındaki dünyaya götürüyor. Orada izleyici aradığını bulsun. İlla benim istediğimi görsünler istemiyorum. Tüm dünyaya girsinler. Kuş da çiçek de yarattığım o alana yönlendiriyor. O kuşlar izleyiciyi uyumsuzluğun yerine götürüyor. Orada isteyen dilediği şeyi bulsun. Girin ve kendiniz istediğinizi görün.
Gündemde, Suada’nın, Arnavutköy, Bebek gibi semtlerde köşklerin ve sarayların dedesine ait olduğunu, bunların geri verilmesini istediğini söyleyen Osmanlı torunu bir hanımefendi var. 2. Abdülhamit’in 5. Kuşak torunu Nihan Osmanoğlu. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Bu devirde kimse sultan değil hükümdar değil değil mi?
Cuma saatinde İnternet sitesine giriş yapamıyorsun. Abdülhamit’in kokusunu satıyor, t-shirt’ünü satıyor. Ne satarsa, ne alırsa kar. Kendi fantezi dünyası gerçekleşirse saraya da geçip oturmak isteyebilir. Nereden ne kazanırsa yanına kalacak. Bence beni protesto edenler ancak yukarıdan talimatla bu hanıma da karşı çıkabilirler. Biri onlara bir şey söyleyecek, onlar da ancak karşı çıkacak.
İktidar, eğitim politikaları, birey üçgenini bir kez de bugünün Yeni Türkiyesi ile Ali Elmacı tarzıyla yorumlayabilir misiniz?
Son sergim “Onu öldür, beni güldür” tamamen iktidar politikaları üzerineydi ve ben onu yorumladım. İktidar bize ya da nesillere özgür, bilimsel bir eğitim sunmak yerine tuhaf bir eğitim dayatıyor ve buna mecbur bırakıyor. İstanbul’da bini aşkın lise İmam Hatip Lisesi’ne dönüştürüldü. Sağ kalanlarınsa bazı sınıfları imam hatip oldu. Okulun içinde okul kurdular. Tamamen akıl dışı. Ancak paran varsa özel okullarda çocuğunu eğitebilirsin. Tercihsiz bırakılmak da en büyük ceza.
Aile, bıçak, flamingo, altın emzik, mavi uzun muz çorap, kuş, kurukafa, çok katlı pastalar, elma, pardesü, silah, sincap, meyveler bunları tek tek bize resimlerinizdeki kompozisyonda neyi simgelediğini anlatır mısınız?
Aile toplumu oluşturan en küçük yapıdır. Toplumsal çöküş aileden başlar. Eğer aile çökerse toplum çöker. Çeşitli beylik lafları arka arkaya sıralarsam belki aileyi tanımlayabilirim.
Flamingo, Dünya'da flamingo heykelleri, canlı flamingolardan daha fazlaymış. Ankara’da yemek ve kültür üzerine bir arkeoloji müzesi var: Erimtan Müzesi. Orada Roma döneminden kalma yemek tariflerini okurken flamingo nasıl pişirilir tarifiyle karşılaştım. Neyin heykelini çoğaltırsak aslı yok oluyor.
Mavi uzun muz çorap, sokaktayım, bir kız geliyor, yüzünü göremiyorum.
Kurukafa, He-man adlı çizgi filmdeki İskeletor. Kötünün iktidarını temsil ediyor. Şimdi yok öyle çizgi filmler. He-man’i değil, İskeletor'u daha çok severim. He-man’in kız kardeşi She-ra'da daha çok ilgimi çekerdi, onu güzel bulurdum.
Çok katlı pasta, sıkıcı bir düğün. Pasta yemem, hiç sevmem.
Elma, ilk başta soyadım. Soyadımdan çok çektim. Ekşi elmayı da çok severim.
Meyve, bir araya gelmeyecek nesneleri birlikte kullanıyorum. Çiğ etin yanına pasta koyuyorum, kimsenin iştihanı kabartacak bir sofra kurmuyorum, kargaşa oluşturmak istiyorum. Resimlerimde etin üstünde böcek, elmanın üstünde tırtıl var; kimse o sofraya oturup da yemek yemek istemez.
Siyah uzun pardesü, ölümü, gücü, gizemi simgeliyor, ayrıca karizmatik.
Sincap, ben köyde doğdum büyüdüm. Sincapları gözleme şansım oldu. Meşe ağaçlarında palamut toplar, koşarlardı.
“Dün gece rüyamda buna çok benzer bir traktör gördüm” diyerek buluştuğumuz mekanın içinde bulunan yeşil renkli traktörü gösterdi. Rüyada görülen traktörün, “kendisini sevenlerle sohbet” anlamına geldiğini sonradan öğrenecektik.
Ege Işık ve Ali Elmacı, Fotoğraf: Şirin Uz Tursunov
Comments