top of page
Hüseyin Gökçe

Pastoral senfoni ve fırtına sonrası sessizlik


Fellini’nin Roma adlı filminde, Roma’nın inşaat makineleri tarafından içten içe oyuluşunu izlediğimiz gibi, İstanbul’un yıkımını da tıpkı filmdekine benzer şekilde, sokağa taşan masalarda bitmeyen yemekler yerken seyrettiğimizi düşünen Hüseyin Gökçe, uzun süredir içinden geçilen dönüşüm ve yıkım süreçlerini resmeden Abdurrahman Yalçınkaya’nın Galeri BU’da gerçekleşen sergisi Dur’u değerlendirdi

869 kelime

Abdurrahman Yalçınkaya, Tuval üzerine akrilik, 2018, 90 x 100 cm

Yeryüzünün uçsuz bucaksızlığı insanın yeryüzünde görülmesinden önce bir imkân olarak duruyordu. İnsanın yeryüzündeki serüveni bu uçsuz bucaksızlığı ortadan kaldırmaya yönelik bir şekilde seyretti. Artık coğrafi anlamda bu imkândan bahsetmek neredeyse imkânsız gibi görünüyor. Ufuk çizgilerine doğru uzanan yerler ele geçirildi. Ufuk kelimesinin çağrıştırdığı anlamlardan da bahsetmek olanaksızmış gibi geliyor. Buralara kadar gelmemizde son birkaç yüzyıldır yaşanan gelişmelerin payı oldukça çok yüksek. Nedir onlar diye düşündüğümüzde; coğrafi keşiflerle başlayan, Protestanlık’ın yükselişi ve kapitalizmin bir sistem olarak egemenliğini kabul ettirmesi ve vahşi kapitalizmin her yeri ve her şeyi ele geçirmesi yatıyor. Öte yandan yüzlerce yıldır ataerkil zihniyetin dünyadaki tahakkümü; zamanı, uzamı ve bedeni olabildiğine dikey bir hiyerarşiyle yapılandırıyor. Denilebilinir ki dikeylik daha da sivriliyor. Dikeyliğin yarattığı distopya; politikadan, militarizme, teknolojiden, ekonomiye, psikolojiden mimariye, estetiğe ve en nihayetinde her canlının hayatına etki ediyor. Yaşam bir çöle çevriliyor. Kültür endüstrileriyle bu çölde vahaların olduğu veya olabileceği hissiyatını, yanlış bir bilinç edindirerek dayatıyorlar. Ama gördüğümüz, tanık olduğumuz, soluduğumuz, nedense bu çölde anlık bir serap görüntüsünden ileri gidemiyor. Gidemediği gibi de büyük bir toz bulutu fırtınasında yitirdiğimiz yolumuzu bulamıyoruz. Çoğunlukla kendimizi, büyük bir yalnızlıkla buluyoruz. Böyle bir durumda “okyanusta ıssız bir ada” icat etmek (Deleuze) enine olanlar için elzem olarak duruyor. Kendi oluşuyla ve diğer oluşlarla yeryüzüne savrulmak, dağılmak, yaşamın coşkusuna kendini kaptırmak isteyenler yani enine olanlar, bu dikeylik, hoyratlık ve tahammülsüzlük karşısında var olma ve yaşamı savunma çabası, ısrarı ve hevesiyle var olma mücadelesini sürdürüyorlar.

Abdurrahman Yalçınkaya, Tuval üzerime akrilik, 2018, 60 x 227 cm

Ressam Abdurrahman Yalçınkaya (Abdo) Dur adlı sergisinde yaklaşmakta olan fırtınadan ziyade olmuş bitmiş olağan hale gelmiş, kanıksanmış, tecrübe edilmiş fırtına sonrası bir dönemde yaşam bulduğumuz ve devam ettirmek zorunda kaldığımız kente bir bakış atıyor. Hem de bunu bir renk cümbüşüyle yapıyor. Tam da günümüzün renkli dünyasında aslında işin hiç de öyle renkli olmadığını göstermek için bu renk yelpazesini kullanıyor belki. O yüzden, ara ara kasırgalarını ve fırtınalarını içten içe devam ettiren bir kent mefhumuyla karşı karşıya getiriyor bizleri diyebiliriz. İçinde yaşadığımız mega kentlerde benzetme yerindeyse bu türden olaylar cereyan ediyor. Kent olagelen olaylardan sağ çıkamıyor. Küçük bir azınlığın zaferiyle sonuçlanan mücadelede “kent düşmüş”. Kimilerine göre yükselmiş, gelişmiş, büyümüş de olabilir. Fakat yükselmenin çöküşünü hiçbir deprem yaratmayabilir. Yazar Bora Abdo’nun “Sait Faik’in İstanbul’u kitaplara defnedildi” sözünde olduğu gibi. Düşmüş, geçmişini ve belleğini kaybetmiş; kapitalizmle olan mücadelesinde ağır yaralar alan bir kent. Fellini’nin Roma’sında bir tarafta dışarı taşan lokanta masalarında büyük bir iştahla yenilen ve uzunca süren yemeklerin yanında Roma’nın inşaat makineleriyle içten içte oyuluşunu izlememiz gibi izliyoruz İstanbul’un düşüşünü. Dünyanın herhangi bir metropolüne benzemeye doğru hızla yol alan bir kent görüyoruz Abdo’nun fırça darbelerinde. Gördüğümüz, tanık olduğumuz, yaşadığımız, soluk aldığımız bir kenti kendi üretim pratiğinin olanaklarıyla gözlerimizin önüne getiriyor. Kentin yarattığı senfoniyi kulaklarımız duymuyor. Onun yerine Mozart’ın Requiem’i çınlıyor kulaklarımızda.

Abdo’nun uçucu, geçici, kırılgan, pastoral tonlarla ördüğü kimi eserlerinde kalıcı olanın mevcudiyeti kendini kesin bir şekilde açığa vuruyor. Koca koca binalar, siteler, “ütopik” adalar kentin bağrına bir hançer gibi saplanırken, onun açtığı yaranın giderek derinleştiği bu yaranın neredeyse hiçbir şekilde kabuk bağlayamaması coğrafi, zihinsel ve bedensel haritalarımızda ölçeğini genişleterek büyütüyor. Ama yine de bedenlerin bütün bu olup biten, hengâme, hız ve hırs karşısında yaşamın coşkusuna katılma olasılığı da her zaman bir olanak olarak duruyor. Yeni bir yaşamın olanakları tam da burada ve şimdide kendini gösterebilir. Kentin akışı; üretimin ve anamalcı tüketimin koordinatları ekseninde gelişerek sürekliliğini sağlarken bu akışa başka bir bakış geliştirmek gerektiği buna “dur” demenin yolu yine kentin içinde saklı potansiyellerle gerçekleşebilir.

Abdurrahman Yalçınkaya, Tuval üzerine akrilik, 2017,100 x 200 cm

Abdo bununla da kalmıyor. İçinde bulunduğumuz gerçeklikten başka bir zaman ve uzama fırlatıyor kimi eserlerinde. Taşra ya da kırsal kesim diyebileceğimiz manzaralar eşlik ediyor bu resimlere. Coğrafyanın yataylığı, çocuksu dokunuşlar ve çizimler insanın bakışında ve ruhunda bir genişlik hissi yaratıyor. Adeta pastoral bir senfoni hali hâkim. Tabii burada bir taşra düşüncesinin onun sosyo-ekonomik durumunun yanında küçük iktidar ve büyük ötekinin oradaki yansımalarını bırakarak bu manzaraları düşündüğümde böyle bir hisse kapılıyorum. Doğaya ve ona eşlik eden boşluğu göz önüne alarak bakmaya çalışıyorum. Fakat bozkırın tüm renklerini üzerinde topladığı, ufuk çizgisinin ara ara parçalandığı yerde gelmekte olan fırtına öncesi bir sessizlik yankılanıyor beri yanda… Kimi yerde inşaat makineleri resmin bir yerinden uç verdiği görülüyor. Yavaş yavaş kendi hâkimiyetini oralarda ele geçireceğinin habercisi gibi. Zamanla büyük bir iştahla çökecekler bu ele geçmemiş yerlere. Tarihe ve onun gidişatına baktığımızda bunu gayet net bir şekilde yorumlayabiliriz maalesef. Anadolu’da değişmekte ve dönüşmekte olan kentleri düşündüğümüzde, binlerce yıldır akan bir derenin yerine yapılan HES’lerde veya daha birçok şeyde bunun izlerini görmek mümkün. Son yıllarda Kürt illerinde yaşanan tahribatta… Anadolu başka başka nedenlerle tam bir şantiye alanına dönüşmüşken Abdo’nun sergi isminde de olduğu gibi “Bu gidişata dur diyebilir miyiz?” sorusu kendini açığa çıkarıyor.

Abdurrahman Yalçınkaya, Kağıt üzerine akrilik, 2018, 65 x 45 cm

Bir ressamın zamanın tanığı olarak kentle ve taşrayla kurduğu ilişkide buralardan yola çıkarak yaptığı eserlere tanık olmuş gibiyiz. Ressamım amacı belki de bütün bunların dışında zamanın ruhunun dayattığı formların plastik hale gelirken onun pentür aracılığıyla yeni bir yorumla nasıl gösterilebileceğinin sınırlarını zorlamaktır. Ama zamanın ruhunun sindiği formlar ressamın elinde bir başka forma dönüşme ihtimali de yüksektir. Görenin, bakanın ve dokunan ruhunda başka türlü yorumlanabilir.

Abdurrahman Yalçınkaya, Kağıt üzerine akrilik, 2018, 65 x 45 cm

Commentaires


bottom of page