Kasım ayında Doç Dr. Ebru Yetişkin’in daveti ve sunuşuyla Akbank Sanat Konferans Salonu’nda gerçekleşen Platforma Takılıp Kalmak: Sosyal Medya Çağının Siyaseti ve Psikolojisi başlıklı performans-ders niteliğindeki buluşma sonrası Hollandalı medya teorisyeni ve aktivist Geert Lovink ile sosyal medya platformlarına ve yeni tekno-sosyalliğe odaklanan bir sohbet gerçekleştirdik
Röportaj: Ebru Yetişkin & Sinan Refik Akgün
Görseller: Geert Lovink izniyle
Geert Lovink, Fotoğraf: Guido van Nispen from Amsterdam, The Netherlands, Wikimedia Commons ommons
Lovink, konuşmasında, çevrimiçi bağımlılık, Zoom yorgunluğu, iptal kültürü, zehirli viral meme’ler, NFT’ler ve sahte haberler gibi platform kültürü teorisinin temel unsurlarını ve onların cazibesini irdelerken bu sorunları çözmeye yönelik site tasarlama girişimlerinin, ne kadar apolitik olmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ne ciddi bir eleştiri ne de meşru alternatifler üretemediğini gösteriyordu. Bir başka ağ kültürünün mümkün olduğunu savunan Lovink bizden bu sitelerin yakın ilişkiler kurmayı sağlayan mühendisliğini göz önünde bulundurmaya çağırıyor; çünkü ona göre can sıkıntısı, “platform nihilizmini” aşmanın ilk aşaması ve veri toplayan endüstrileri durdurmak için örgütlenmemizde bizleri daha özgür kılabilir.
Merhaba Geert. Söyleşimize yakın zamanda Türkçe yayımlanan Platforma Takılı Kalmak başlıklı kitabınızdan yola çıkarak ve toplumların tekno-psikolojisinden bahsederek başlayalım. Sad by Design başlıklı bir önceki kitabınızda teknolojik hüznü melankoliyle, aynı zamanda can sıkıntısı, kaygı, depresyon ve benzeri zihinsel durumlarla karşılaştırıyorsunuz. Bir keresinde “duygusal yolculuklar artık yalnız yaşanmıyor, sanal ötekiler hep orada” demiştiniz. Yine, Sherry Turkle’ın Alone Together (Birlikte Bir Başına) başlıklı çalışmasında vurguladığı gibi siz de ufak bir nüansla “birlikte yalnızız” diyorsunuz. Ancak siz bunu daha ziyade bir “sözde durum” olarak tanımlıyorsunuz. Neden?
Daniel Boorstin, 1962 yılında, günümüzde bir klasik olarak görülen çalışması The Image: A Guide to Pseudo-Events in America’yı yayımlamıştı. Bugün “dağıtılmış yalnızlık” (distributed loneliness) çağında Boorstin’in “sözde” kavramını güncelleyebiliriz. Bahsedilen çağ, sözde bütünlük çağıdır. Kullanıcılar kendilerini yalnız hissederler ancak artık tek başlarına inzivaya çekilemezler. Zaten kim bütün her şeyi bırakıp gitmeyi göze alabilir ki? Günümüz bağlamında “sözde”, sahte anlamına gelmez. Çevrimiçi ötekiler gerçektir. Boorstin’e göre bir sözde-olay, “insanların bilgilenme arzusuna hitap eden muğlak bir gerçektir.” Gazete okumak yerine parmağımızı kaydırırız. Kitle iletişim çağı gibi reklamların ve “yaşam tarzı tavsiyelerinin” yönlendirdiği sosyal medya çağı diyebiliriz buna. Panofsky ve diğerlerinin 1964 tarihli Saturn and Melancholy kitabında anlatıldığı gibi, bugün artık münzevi tefekkür için zaman yoktur. Bu anıtsal çalışmada bizim için kullanışlı olan şey, bedene, vücut sıvılarına ve onun kuru ve ıslak, sıcak ve soğuk hallerine yapılan vurgudur. Melankoli, yani kara safra yerine, Saturnine uygulamalarımızın ürettiği sanal mavi safraya sahibiz bugün. Melankolinin bir hastalık olmadığını belirten Kierkegaard'dan, akıllı telefon kullanmamızın verdiği sıkıntının bir bağımlılık, tıbbi bir durum olarak ele alınmaması gerektiğine dair de bir şey öğrenebiliriz: Biz hasta değiliz. Bunun yerine ihtiyacımız olan şey, neden bu kadar çok kişinin çevrimiçi ötekilerle çevriliyken yalnız olduğunu daha iyi betimleyen yeni bir kelime dağarcığı.
Bugün telefonlarımız ve zihinlerimizin birleşerek hibrit alanlar yarattığını, “çevrimdışı romantizm”den uzaklaşmamız gereken bir aşamada olduğumuzu söylüyorsunuz. Milyarlarca kişinin günlük yaşamını yöneten mevcut dijital rejimle ilişki kurmayı reddeden geleneksel "akademik tarihselcilikten" uzaklaşmayı öneriyorsunuz. Bununla beraber bugün psikologların hastaların iyi-oluşunu (well-being) gözle görülür şekilde geliştirmek için önerdiği şeylerden ilki sosyal medya “zehrini” tamamen bırakmak ve açıkçası bunun olumlu etkileri de görülüyor. Siz ise daha çok “sosyal medya yorgunluğunun” araştırılmasına yönelik bir çağrı yapıyorsunuz. Bize bu nüans hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?
Telefon olmadan çevrimdışı bir hafta sonu geçirmek özgürleştirici olabilir ancak yoğun yaşamlarımızı koordine etmek için mobil cihazlara ihtiyacımız var. Bunu, sırf her zaman daha fazlasını isteyen aç beyinleri nasıl hackleyeceklerini anladıkları için tek amaçları bizi sebepsiz yere parmak kaydırmaya devam ettirmek olan Silikon Vadisi ve klonlarının gözetleme ve veri çıkarıcı (extractivist) iş modelinden ayırmalıyız. Zaten bu prensiplerle bağını koparan yeterince alternatif var: Yani, bulanık çok-amaçlı bulut platformlardansa, belirli görevleri yerine getirmek üzere tasarlanmış araçlar var. Her şeyden önce kişisel mesaj ve tercihleri, ”haberler” ve güncellemeler gibi bağımlılık yaratan mekanizmalardan arındıralım. Benim hayatım son dakika prensibine göre düzenlenmemeli. Sosyal ağlar kurmak, neden alışveriş önerilerinin, haberlerin, eğlencenin ve özel konuşmaların bir karışımı olsun ki? Telefonu bir kenara koyamıyor oluşumuza şaşmamalı. Farklı enformasyon akışlarını tasarlamak büyük bir iş değil aslında.
Burada başka bir şey daha var: Bizim aslında çok daha fazla tartışmaya ve daha fazla kutuplaşmaya ihtiyacımız var, daha azına değil. Telefon çatışmayı, tartışmayı ve münazarayı kolaylaştırmalı. Şu anda bu inkâr edilen bir alan ve algoritmaların sahte haberleri yaymasının bu kadar kolay olmasının nedeni de bu. Kolektif karar alma araçlarına ihtiyacımız var. Silikon Vadisi'nin geleneksel olarak uzak durduğu başka bir alan da bu. İnsanların çevrimiçi örgütlenmeleri sayesinde kazanabilecekleri bir para yok ortada. Bu doğru düzgün yapılırsa, halkın eninde sonunda sessiz, görünmez ve dokunulmaz güçlere, yani Google, Meta, Amazon ve diğerlerine karşı çıkacağı biliniyor. Özerk kooperatifler halinde iş birliği yapmamızı ve örgütlenmemizi istemiyorlar.
Yeni çıkan İnternet'imizi Geri Almanın Yolu: Platformdan Kaçış kitabınızda nasıl kapana kısıldığımızı, kontrol edildiğimizi ve değişemediğimizi anlatmak için “platformlarda sıkışıp kaldığımızı” savunuyorsunuz. Silikon Vadisi'nin yönettiği dijital bir rejimle karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Bu anlamda sanki bu rejimin “bağımlı kurbanları” gibi konumlanıyoruz. Ancak aktivist geçmişinizle bu fikre karşı çıkıyor ve kullanıcılar olarak direnme ve alternatifler yaratma gücümüzün olduğunu savunuyorsunuz. Yine bir keresinde “artık teknik ve dijital olan sosyali yeniden keşfetmemiz gerekiyor” demiştiniz. Sıradan kullanıcıların alternatif yaratmayı nasıl öğrenebileceğinden bahsedebilir misiniz bize? Ne tür taktikler ve taktiksel medyalar öneriyorsunuz?
İnsanların bireysel ve gönüllü olarak Meta, TikTok veya Instagram'ı sileceği fikrinin bir yanılsama olduğu artık aşikar. On yıl önce bizler hâlâ gençlerin iktidara karşı ayaklanıp isyan edeceğine inanıyorduk ama öyle olmadı. Bugünlerde gençlerin sosyal medya platformlarında yer almayı usulca reddetmelerini bir kenara bırakın, platformlardan ayrılmayı göze almaları da mümkün değil. Aileleri, arkadaşları ve iş arkadaşlarıyla kurdukları milyonlarca “zayıf bağı” sürdürmeleri gerekiyor. Afet mantığıyla hareket eden bu pek de hoş olmayan dünyada, neler olup bittiğini öğrenmeleri ve "zaman öldürmek" için de kendilerini eğlendirmeleri gerekiyor. İzole edilme tehlikesi ise kaçınılmaz duruyor. Sosyal medyanın durumu, dedikleri gibi, “karmaşık” hale geldi. Bu çıkmazı aşmak için alternatiflerin öğrenmesi gereken şey, bu kez zevk, arzu ve merakla birleşen, şok mantığıdır. Artık değişim kademeli olarak gerçekleşmiyor. Özgürleştirici bir anın, hem eski ve sıkıcı yaygın uygulamalara duyulan tiksinti, hem de ölçeğin nasıl büyütüleceğine dair bir anlayışla birleştirilmesi gerekecek. Bunu derken, artık yorgun düşmüş start-up mantığını kastetmiyorum; milyarlarca kullanıcı için dağıtılmış sistemlerin pragmatik ve merkeziyetsiz yaklaşımlarla nasıl birleştirilebileceğine dair tekno-bilgiyi kastediyorum. Günümüzde artık birkaç haftada sıfırdan milyonlara çıkmak çok kolay. Bu zaten sistemlerin içine işlenmiş durumda ve bu yüzden de son derece kolay bir şekilde birçok tekel ve manipülasyon yaratıyor.
Avrupa Birliği tarzı düzenleme çabalarının son yirmi yılda hiçbir sonuç vermediğini biliyoruz. Hem telif hakkı hem de veri yaklaşımı ne platform tekellerini kırmayı, ne de Avrupalı alternatiflere alan yaratmayı hedefliyordu. Cezalar da Silikon Vadisini etkilemeyecek. Bazı gizlilik ayarlarının ince ayarı da ne kullanıcılar ne de işletmeler açısından bir fark yaratmayacak. Avrupa başkalarının teknolojilerinin tüketicisi olmaya devam edecek ve biz de bununla uzlaşmak zorunda kalacağız. O halde geriye kalan tek seçenek, bir zamanlar Ağ’daki adalar olarak adlandırılan "minör pratikleri" hayata geçirmektir. Ancak bu, nüfusun yalnızca küçük bir kısmına, en iyi ihtimalle yüzde birkaçına ulaşacak. Bu ise başlı başına rahatsız edici bir elitist gerçeklik yaratıyor: birkaç kişi için müştereklere dayalı gayrı merkezi ağlar, geri kalanlar için de son derece değersiz kıyamet günü platformları.
“Tekelciliğe karşı önlemler almamız, devleri bölüp dağıtmamız” gerektiğini söylüyorsunuz ve bunun için aktivizmin, “ağların zenginliğinin” yeniden dağıtılmasının ve kolektif karar almanın esas olduğunu öne sürüyorsunuz. Institute of Network Cultures’ın (Ağ Kültürleri Enstitüsü) bu bağlamda son dönemdeki çalışmalarından bahseder misiniz?
2011 yılında, sosyal medya eleştirisini uygulanabilir alternatifler oluşturma çabalarıyla birleştirmek amacıyla Unlike Us ağımızı başlattığımızda, erken ve uzun bir mücadeleye başladığımızı fark ettik. Çok fazla bir şey başaramadık desem de, bu hiçbir şeyin olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersi. Europe vs. Facebook'u başlatan ve bunu etkileyici bir Avrupa Dijital Haklar Merkezi Sivil Toplum Kuruluşu’na dönüştüren Avusturyalı genç avukat Max Schrems'i düşünün. Zoom ve Teams'in yerini alan Jitsi, Google Translate'den çok daha iyi olan Deepl, Google Dokümanlar'ı bir kenara bırakan Cryptpad.fr ve Institute of Network Cultures’da kullandığımız yayınlama araçları gibi onlarca çalışma alternatifimiz var.
Alternatif bir WhatsApp olarak Signal'i unutmamak gerekir (Mastodon, Discord, BlueSky'nin durumunu tartışabiliriz ve liste uzayıp gider). Bunun da ötesinde, uygulamalardan altyapıya kadar tüm seviyeleri bir araya getiren bir “Kamu Yığını” (Public Stack) çerçevesi var. Elimizden geleni yapıyoruz ancak yukarıda anlatılan bu duvara çarpıyoruz. Toplumlar, durgunluk ile hızlı ve yıkıcı değişimin tuhaf bir karışımıyla yönlendiriliyor. Alternatifler ise her iki (çelişkili) süreç yüzünden hüsrana uğruyor. En azından artık bu catch-22 (kaçılamaz ikilem) durumunu açıkça ifade edebiliyoruz. Artık hüsrana uğramaya ve başarısız olduğumuzu hissetmemize gerek yok. Hala bu çıkmaz sokaktan nasıl çıkacağımız konusunda çok fazla sayıda açık diyaloğa ihtiyacımız var. Birçok kişi yalnızca parçalanmanın ve felaketlerin daha da hızlanmasının gerçek değişimi tetikleyeceğini söylüyor. O zamana kadar, dayanılmaz olana katlanmak zorunda kalacağız. Bu arada Enstitü’nün bu bağlamdaki çalışmaları, bir avuç insanda fark yaratamayacak kadar büyük ve moral bozucu olan sosyal medyaya değil, alternatif yayınlamaya odaklandı. Burası çalışmalarımda hâlâ merkezi bir rol oynuyor.
Amsterdam'daki geçici mekan Droog space için tasarımcı Mieke Gerritzen ile birlikte yazdığınız Made in China, Designed in California, Criticized in Europe tasarım manifestosunda tasarım endüstrisinin self-design’a (kendilik tasarımı) doğru dönüşümünü anlatıyorsunuz. Bize bu kavramdan biraz daha bahseder misiniz?
Mieke'nin başlıca kavramlarından biri olan kendilik tasarımı, endüstri, moda ve basın gibi geleneksel medyada çalışan profesyonel tasarımcıların dünyasından, bir yanda sabit protokol odaklı formatların, diğer yanda da ‘milyarların yaratıcılığının’ tahakkümü altındaki dijital medyaya geçişleri belgelemiştir. Kendilik tasarımını iki yönden okuyabilirsiniz. Bunlardan biri benliğin tasarımıdır. Bu, selfie'lerin, influencerların, profil resimlerinin ve daha fazla beğeni alma yarışının alanıdır. Benliğin tasarımı tanışma (dating) sitelerinin de alanıdır. Çevrimiçi kimliğin estetiğiyle ilgilidir ki çevrimiçi kimlik bir zamanlar özgür, “ikinci hayat” ve paralel bir evrendi. 11 Eylül'den beri ve Marc Zuckerberg ile gizli servislerin (NSA) kontrolünün ele geçirilmesinden bu yana artık anonim/takma adlı kullanıcılar yok. Hepimizin “doğru düzgün” profilleri var. Artık polimorf sapkın aktörler yok. Bunun yerine yalnızca tek bir kimlik var: Desteklenen yasal benliğin makyajlı versiyonu. Manifestomuzdan bir yıl sonra kendilik tasarımının yükselişi üzerine Mieke bu konuyla ilgili Help Your Self! (Kendine Yardım Et!) başlıklı kitabını yayımladı.
İkinci okuma ise benliği kendinizin tasarlaması veya kendilik tasarımını kendi kendinize yapmanız (Do-it-Yourself) olacaktır. Bu, Mieke ve benim onlarca yıl önce, Everyone Is A Designer (Herkes Tasarımcıdır) adlı iki sevimli tasarım kitabında ele aldığımız bir konu. Dijital tasarım araçlarının demokratikleşmesi, İnternet’in ve ardından sosyal medyanın yükselişiyle ilgil. HTML'yi, yazı tiplerini, GIF'leri, Photoshop'u ve daha sonra InDesign'ı düşünün. Tüm bunlara eşlik eden bir video: Beautiful World (Güzel Dünya) ve bir akıllı telefon uygulaması ve aynı zamanda bir kitap olan Swipe (Kaydır) var. Bunlara mutlaka bir bakın: oldukça Hollandalı, radikal, eleştirel ama pragmatik, (sıklıkla katkıda bulunduğum) sloganlarla dolu.
Dijital alanın beğeniler, takipçiler, güncellemeler, haber akışları ve “arkadaş” sistemleri tarafından zehirlendiğini düşünüyorsunuz. Sanal arkadaşlıklar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce arkadaşlık kavramımız nasıl değişti ve bu, kavramın anlamını nasıl şekillendirdi?
Sanal arkadaşlıklar harikadır. Yoğun, bağımlılık yapıcı, hareketlindiricidir. Foucault ve diğer tüm arkadaşlık teorisyenlerinin bu konuda söylediklerini okuyun. Sanal olanlara, sözde gerçek olanlardan daha az değer vermiyorum. Bu derin bir modernite, kişisel düzeyde gerçekten var olan küreselleşmedir, bunda yanlış bir şey yok. Ama sorun arkadaşlık değil. Sistemler - sanki bir yıldız ya da guruymuşsunuz gibi - size "arkadaşlar", bağlantılar ve takipçiler sunduğu zaman işler gerçekten rayından çıktı. Hatta bugün onları satın alabiliyorsunuz. Algoritmalar bunları benim için otomatik olarak üretiyor ve yeni bağlantılar öneriyor. Bunları toplamak sadece bir statü sembolü değil, aynı zamanda politik bir ekonomi haline geldi: Onlar sizin yeni müşterileriniz. Profilinizi, içeriğinizi, ve sizin hayatınızı “tüketiyorlar.” Bu, sosyal ilişkilerin sanayileşmesidir ve en nihayetinde geleneksel aile, mahalle, köy, iş, kilise, cami veya spor kulübü bağlarının yerini alıyor. Eğer geçerli alternatiflerimiz olsaydı, benlik üzerindeki tüm bu sığ çalışmayı kolayca görmezden gelebilirdik… ama bu, birçoğunun sosyal hayatı haline geldi. Tekno-sosyallik, toplumsallığı ele geçirdi. Bugün anneler, kızlarının Instagram hesabının popülerliğini ve gelişmişliğini kıskanıyor.
Peki, kullanıcı davranışı ise dijital ve fiziksel alanlar arasında dalgalanma eğiliminde. Siz kullanıcılar arasındaki otomatik alışverişlerin sosyal ortamı simüle ettiğini savunuyorsunuz. Tekno-feodalizm, tekno-ütopyacılık, organize kötümserlik/iyimserlik, törensel sadizm, infotainment (bilgi-eğlence) ve siber-sinizmi iptal kültürüyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Burada bahsettiğiniz çevrimiçi davranış biçimlerinin ortak noktası, hepsinin bir gerileme hareketine işaret etmeleridir. O halde bu genel belirsizlik ve şüphe ikliminde nasıl davranmalıyız? Hâlâ haklı mıyım? Etrafımızı kuşatan kadın düşmanlığına nasıl karşılık verilir? Tüm bu aptallığa yanıt vermekten kaçınmak için ne kadar Zen olmanız gerekiyor? Berbat bir gün geçirdiğinizde, yorgun hissettiğinizde, tüm enerjiniz tükendiğinde ve o kıymetli kanallarınızda ansızın kötü bir şeyler olduğunda neler olur? Bir sürü geçiyor ve birkaç dakika sonra siz de de onun içindesiniz. İşin içindesiniz, öfkelisiniz ve davayı derinlemesine araştırıyorsunuz. İşte bu, “angaje ederek” gelişen ve zaman öldüren endüstrinin hikayesidir. İronik olmaya çalıştık ama aksi çıktı. Bunun yerine duygular kontrolü ele geçirdi ve artık gözyaşlarını ve öfkeyi gizlemenin bir yolu yoktu.
İnternet'imizi Geri Almanın yolu: Platformdan Kaçış kitabınızda bugün geçici akademik disiplinlere ihtiyacımız olduğundan bahsediyorsunuz. “Bütün bilim, kurguyla başlar” diyorsunuz. Bernard Stiegler ile birlikte çalıştığınız “çöküş bilimi”nden (collapsology) hareketle ertelemenin, sessizliğin, aptallığın, cehaletin ve gerilemenin estetiği üzerine nasıl çalışılabilir? Keşfedebileceğimiz başka çalışmalar var mı?
Bize mevcut durum hakkında derinlemesine bilgi verebilecek klasiklerle dolu kütüphaneler var. Ancak kitapçılara koşmadan veya hemen Amazon.com’u açmadan önce, jeopolitiğin hakim olduğu bu çevrimiçi dijital 21. yüzyılda bilgiyi ve bir şeyin iç yüzünü kavramayı nasıl üretmek istediğimizi tartışalım. Her şeyden önce, zihni yormayan bir akılsız kaydırma işlemi uğruna seçim ve derinlik azalmasının nedeni olan ve programlanmayan bir akıllı telefon yüzünden dikkatin, temel tarihsel bilginin ve hatta teknik becerilerin çöküşü söz konusu.
Okumayı yeniden yüceltelim. Bu sadece odaklanma meselesi değil, aynı zamanda zaman meselesi. Zamanı geri alın. Kolektif mitlerden tutun, yeni nöron bağlantılarına uzanan yepyeni hikayeler yaratmamıza yardımcı olacaktır bu. Alternatifleri ortaya çıkarmak için zaman yaratın. Şu anda tek bir yol var: uçurumdan aşağı. Ama itiraf ediyorum, sorunuz yerinde ve bu, sizin ve benim yaptığımız iş. Klasik kâğıt kitap yığınlarının çevrimdışı, yalnız başına ve ilk kez okunması gerektiği gibi romantik eski tarz bir nosyonla bağımızı kopararak, Wikipedia'ya dayanan ve onu inşa eden bir bilimsel çalışma kültürüyle, hali hazırda sahip olduğumuz harika çevrimiçi işbirliği araçlarını kullanmak suretiyle, metinleri birlikte okuyarak ve kaynakları paylaşarak Operasyonel Eleştirel Kavramlar’ı başlatmamız gerekiyor. Gelin bunu kapsayıcı, havalı ve seksi hale getirelim. Bunu, bir müşterekler olan dijital entelektüel benliğin çok biçimli tasarım deneyleri olarak görün. Yegane ortam varsayılan platformdan uzaklaşmak için araçlarla başlamamız gerekecek. İlk adım olarak platformdan çıkış, en zorlu adım olacak çünkü bir meme olarak Hegel'in ve Instagram'da trend topic olarak Žižek'in ötesine geçmemiz gerekiyor.
Aktivizm olarak yayıncılık çalışmalarınızın yanı sıra fikirlerinizi sanatsal uygulamalarla sunuyor, tartışıyor, görsel-işitsel sanatçılarla işbirlikleri yapıyorsunuz. Çalışmalarınızın sanat tarihi arka planını da detaylandırabilir misiniz?
35 yıldır kendimi estetiğe, görsel kültürlere ve özellikle videoya ilgi duyan bağımsız bir medya teorisyeni olarak görüyorum. Bu dönemde sanatçılarla çalıştım, onları yayınladım, eserleri hakkında yazdım, birlikte projeler ve kampanyalar yürüttüm. Siyaset teorisi ve iletişim altyapısıyla sanata adım atmak, birkaç yılımı alsa da kolay oldu. Mediamatic'te geçirdiğim yıllar (1989-94), Berlin'de geçirdiğim uzun yıllar gibi bana güven verdi. İki yıl önce Amsterdam Üniversitesi'ne fahri sanat ve ağ kültürleri profesörü olarak atandığım halde, kendimi sanat tarihçisi olarak adlandırmaya çekiniyorum. Daha ziyade kendimi, yeni medya sanatlarına ve İnternet’e ağırlık veren çok sayıda çağdaş sanat ağının bir parçası olarak görüyorum. Özellikle sanat. Ama kurumsal sınırlara takılıp kalmayalım… Bunların tümünün bu kadar bağlantılı olmasının nedeni “görsele dönüş”tür (visual turn). Edebi dil becerisine ihtiyacımız olduğu kadar görsel okuryazarlığa da ihtiyacımız var. Olumlu bir gelişme olarak, dünya genelinde konuşulan dil hala canlı: rap'e, şiire, lehçelere, melez argoya bakın, adını siz koyun. Burada önemli olan, muhafazakar güçlerin gençlerin büyük bir kısmını (yüksek) eğitimden, nihayetinde de kaynaklardan ve iktidardan dışlayabilme yetisidir.
DJ arkadaşınız John Longwalker ile karma bir ders/müzik performansı olan We Are Not Sick’te, sosyal medya mimarilerinin kışkırttığı acı verici üzüntüyü yansıtmak için çeşitli metin, resim ve müzik türlerini birleştiriyorsunuz. Bu işbirliğine dayalı çalışmaya yol açan müşterek ilgi alanlarınızdan, örtüşen uygulamalarınızdan ve ortak kaygılarınızdan bahseder misiniz?
Hiçbir beklentimin olmadığı 1987 yılında, gecekondu yerleşimcilerinin özgür olduğu bir radyo istasyonunda çalışmaya başladım ve radikal entelektüel kültür üzerine radyo programları yaptım. Bu, kişinin sesine alışması ve metinleri nasıl okuyacağını öğrenmesi için iyi bir terapidir. Çok büyük bir egom yok, dolayısıyla sahnede ya da mikrofon önünde performans sergilemeye alışmam uzun zaman aldı (hâlâ kameranın büyük bir hayranı değilim). Radyoda geçirdiğim son yıl olan 1999'da, okumalar ve müzik/ses miksajlarından oluşan, Köln merkezli Supposé etiketiyle Electronic Solitude adlı bir CD hazırladım. Bu zaten yeterince karanlıktı ;) Yirmi yıl sonra, John (bir zamanlar öğrencimdi) ve ben We Are Not Sick adı altında (çoğu müzik platformunda çevrimiçi olan) sekiz parçadan oluşan Sad by Design albümünün yapımcılığını üstlendik. 2017 yılı civarında derslerimi, arka planda artık projeleri veya web sitelerini açıklamaya çalışmayan bir slayt gösterisinin yer aldığı daha performans-vari bir formata dönüştürdüm. John şarkı söylemem ya da rap yapmam gerektiğini hemen fark etti. Aslında metni yavaş okuyorum, sözler dairesel bir şekilde tekrarlanıyor. Fark etmiş olabileceğiniz gibi aforizmalara, alıntılara ve sloganlara (ya da benim deyimimle slogancılığa) ilgim var. Pek çok proje gibi albüm de Kovid döneminin en karanlık döneminde çıktığı için fazla fark edilmedi. Yine de en azından ilk kapanmadan haftalar önce Volksbühne'nin büyük kırmızı salonunda Transmediale Festivali’nin öne çıkan gösterisiyle birkaç kez performans sergileme imkanı bulduk. Bernard Stiegler oradaydı. Bu onu son görüşümdü. Unutulmaz bir akşamdı.
🎙Akbank Sanat Konferans Salonu’nda gerçekleşen Platforma Takılıp Kalmak: Sosyal Medya Çağının Siyaseti ve Psikolojisi başlıklı performans-ders niteliğindeki buluşmayı buradan dinleyebilirsiniz.
Comments