Sanatçı Rafet Arslan, Türkiye sanat piyasası ve onun kabul gören makbul düzenini ele alırken, çemberin dışında bırakılmış olanlar için alternatif bir Reddedilenler Salonu çağrısı yapıyor
Yazı: Rafet Arslan

Ernest Charles Appert, 16 Mayıs 1871'de Komünarlar tarafından yıkılan Vendôme Sütunu'nun kalıntıları önündeki bir grup adam, 1872
İroni çoktandır “güncel sanat” sahnesinin dili oldu. Sadece sanatsal çıktılarda değil, ilişkilerde, ilişkilenmelerde, görünürde şeffaf özde hiyerarşik ağlar içinde ironik söylem ve tavır öne çıkıyor. İroni, Sokratik bir tavır olarak sanatta; dil üzerine yapılan sözcük oyunları, kaydırmalar, çelişkiyi işaretlemeler, şaşırtmalar ve alaycılıkla gelişti. Duchamp’ın “hazır yapıt” hamlesi ile başlayan bu tavır önce II. Dünya Savaşı sonrası Neo-Dada hareketler (pop, yeni-gerçekçilik vb) gelişip, 70’li yıllar ve sonrası “temellük sanatı”, Genç İngiliz Sanatçılar (YBA) furyası ile gelişip güncel sanat dediğimiz şeyin merkezine oturmuştur. İronide esasında bilen öznenin biraz yukarıdan gündeliği alaya alan bakışı vardır. Bu anlamda ironi, yine Dada-Sürrealizm gibi Avangart hareketler içinde sıkça kullanılan kara mizah geleneğinden ayrılır. Kara mizahta, anlatıcı dahil herkesi, her şeyi acı ve yıkıcı bir dil ile sorgulayan bir tavır vardır. İroninin konforunu kaçıran bir tavırdır bu.
Bir Noel hikâyesi
31 Aralık öğle saatlerinde, yeni yıl gecesini beraber geçireceğim arkadaşların beni alacağı benzin istasyonu önünde beklerken, bir mail geldi. Mail tam bir Noel ironisiydi benim için:
“Açık çağrımıza yaptığınız başvuruya istinaden yapılan değerlendirmeler sonucunda, sizi SAHA Studio’nun Ocak – Haziran 2025 tarihleri arasındaki 9. döneminde konuk edemeyeceğimizi üzülerek paylaşıyoruz. SAHA Studio’ya iletilen projelerin her birini ayrı değerli buluyor, programın kontenjanı kısıtlı dolayısıyla yapılan bu mecburi değerlendirmenin hevesinizi kırmamasını, bir sonraki açık çağrımızda başvurunuzu yeniden almayı diliyoruz.”
Hali hazırda göçebe yaşam pratiği sürdüren bir sanatçı, yazar, vesaire olarak altı aylık bir atölye programı benim için önemli olduğundan, hayatımda ilk kez SAHA’ya başvurmuştum. Hatta bu başvuru öncesinde danıştığım birkaç sanatçı arkadaş, “başvurma almazlar” demişti ama yine de şansımı denemek istedim. Kuşkusuz her “açık çağrıda” olduğu gibi burada da kabul yanında red şıkkını düşünerek başvuruyoruz, fakat yeni yıla bağlanan gün bu mesajla karşılaşmak benim için tam bir ironiydi. Düşünsenize salt ben değil 300 ya da 500 kişi bu mesajla yeni yıla geldi.
Kuşkusuz bu çağrı İstanbul değil Berlin ya da Barselona’da olsaydı benzer imkânlar sunan, yaşama-üretme alanı ve üretme bütçesi veren birçok program olacaktı. Ne yazık ki yaşadığımız ülkede böyle çok olasılık yok. Bu açıdan SAHA‘nınki gibi açık çağrılar çok önemli bir hale geliyor.
Burada önemli olan şu ki SAHA’nın ötesinde bu ve benzeri başvurularda kimin neden kabul edildiği ya da red aldığı müphem kalıyor. Rahmetli küçük İskender yıllarca Varlık Dergisi’nde bir köşe yürüttü; dergideki bölümüne ulaşan her şiiri neden yayınladığını ya da yayınlamadığını, zaman ve alaka vererek açıklardı. Kendisinin de ilk şiiri, 1985 yılında "İskender Över" imzasıyla Milliyet Sanat dergisinin Genç Şairler köşesinde yayınlanan küçük İskender’in inceliğini ve özenini düşünmek gerekiyor. Standart ve nezaket ifade eden toplu red cevapları, o yanıtı alan sanatçılar için hiçbir şey ifade etmiyor. Kendisi mi red alıyor kişi olarak, yoksa projesi mi, projesi ise neden gibi sorular hep havada kalıyor.
Arter’e yaptığım atölye önerisinde de benzer bir yanıt geldi: "Öğrenme Programı kapsamında gerçekleşen etkinlikler program içerikleriyle birlikte kurgulanmaktadır. Önerdiğiniz atölye içeriğinin, 2024-2025 yıllarındaki programımızla bağlantılı olmadığı görüldüğünden önerinize olumsuz dönmek durumundayız." Tabii başvuran kişi kurumun 2024-2025 programlanmasını bilemeyeceği için bu uygunsuzluk durumu da hava da kalıyor.
Elbette yapılan başvurulara yönelik çeşitli red cevapları var. Misal imalat-hane, Eldem Sanat Alanı ve Fırın Art Space bana sergi başvurularım için iki yılımız dolu yanıtını vermişti. Ama üçüncü yıl için bir adım da atamadık. Spot Derneği atölye önerime “Bu dönem sonuna kadar programımız planlandı ve dolu; sizinle iletişime geçilecek” yanıtını verince, “Bilgi için teşekkürler; hangi ayda anımsamak mantıklı?” diye yanıt verdim. Gelen yanıt şuydu: “Notumu aldım, haberleşmek üzere”. Bu yazışmanın üzerinden bir yıl geçti. Yine, geçen sene Mart ayında başvurduğum OMM ise size dönüş yapacağız dedi, hâlâ bu dönüşü bekliyoruz.
Bunlar benim son bir yıl içerisindeki deneyimlerinden sadece kısa bir özet. Yaklaşık 15 reddim var, ama durumu da karanlık göstermek istemem, en azından üç adet de kabulüm var. Sonuçta 30 yıldır bu çöl ülkesinde kültür, sanat, düşünce alanında üreten; 15 kitap yayınlamış, dokuz kişisel sergi ve ses getirmiş birçok kreasyon yapmış biriyim. Yazın, görsel sanat, sinema gibi pek çok alanda üreten bir sanatçıyım; savaşçı ve inatçı bir kişiliğim olduğu da malum. Ama başvurularda bulunup üst üste red alıp küsen, kurumlara ve çağrılara ve bu ağın bütününe inancını kaybetmiş köşesinde yaşayıp üretmeye devam eden, ortama inançsızlaşmış ve küsmüş onlarca sanatçı tanıyorum. Hatta aman bu durumları açık açık yazma, söyleme iyice kara listeye alınırsın diye dostça uyaran arkadaşları da. Düşünsenize zaten birkaç dernek, üç-beş kurum, on müze ve 30 galerinin ilgi alanına, popüler deyimle ağa dahil olmak için susan, sinen, depresyona giren ve işin aslı biat eden yüzlerce sanatçı var. Düşünsenize son on senede kaç sanatçı intihar etti? Kaç sanatçı aktif olarak sanat üretemez ya da sanatı tümden bırakır hale geldi? Kaç sanatçı depresyonda, terapi kuyruklarında, antidepresan ya da madde bağımlılığıyla cebelleşti? Kaç arkadaşımız karaciğerini alkole verdi? Neden bu kadar dikkat dağınıklığı, kaygı bozukluğu, kalp rahatsızlığı şikayetleri var ortamımızda? Hiç düşündünüz mü? Sonuçta sanatçı olarak var olmanın bin türlü bedeli var bu topraklarda ve güce sahip olanlar, kurumlar, yöneticiler dertlere ilaç olmak bir yana neden yeni dertlere neden sebep olmaktalar?
Yok bunları bir kenara bırakalım; sanatçı bir arkadaşımızın araba reklamında oynamasını, Contemporary İstanbul’un bilet fiyatlarını, kamunun Ahmet Güneştekin’e altı ay sergi alanı vermesini ya da havalı partileri konuşalım.

Fabritius'un Reddedilenler Salonu karikatür çizimi, 1863. Fotoğraf: Camille Rensch, Madeleine, Paris, Albüm baskısı, Özel koleksiyon
“Ajandamda yoksun” kaşesi
Son zamanlarda sanatçı arkadaşlarla yan yana geldiğimizde; eğer zaten birçok yarışma, başvuru ya da kuruma kabul edilecekler aşağı yukarı belliyse neden bizleri aylarca sonuçlar için bekletiyorlar minvalinde bir düşünce öne çıkıyor. O zaman aylar sonra gelen toplu mailler ile reddedileceğimize, neden başvurudan hemen sonra “ajandamıza dahil dahilsiniz” şeklinde bir otomatik mesaj alınmadığı sorusu akıllarda yer ediyor. Ya da paranoyak olmayın arkadaş koskoca kurumlar, müzelerin ak ya da kara listeleri mi olur diyeceksiniz. Oysa; ilk elden gelen “ajandamızda yoksun” yanıtı gayet etik olurdu. Güncel sanatın çok fazla kara kutusu var bu yüzden kimse "elinde kalır" diye ağzını açmak istemiyor. Leonard Cohen’in şarkısındaki gibi “herkes biliyor” ama konuşulamıyor. Eğer kurumsal ilişki ağlarıyla yıldızlaştırılmadıysa; sanatçısı, yazarı, küratörü zor ayakta duran; herkesin yaşamak için üç-beş ayrı iş yaptığı bir gerçeklikteyiz. Son yıllarda kaç sanatçı atölyesi ya da kaç butik galeri kapandı? Yazı telifleriyle kaç yazar hayatını sürdürebilir? Kaç sanatçı evsiz?
Sanat piyasası ve onun kabul gören, makbul tarzlarının zaten bir sansür düzeneği olduğu gerçeklikte bir de üstüne üstlük kurumsal ajandaların kısıtlamalarıyla boğuşan; devletle piyasa ve ilişkiler ağının zincirleri arasında üretmeye, yaratmaya çalışan insanlarız. Ve iyice dışlanırız, çemberin kenarından da itiliriz, itibarsukut suikastına uğrarız diye içte içe korkan, bu gerçeklikleri anca gıybet masasında kısık sesli dile getirebilen bir insan topluluğu olarak sanat yapmaya çalışıyoruz.
Ne dersiniz buna; ironi mi kara mizah mı?
Solda: Antonin Artaud bir sandalyeyi fırlatırken, Fotoğraf: Eli Lotar, 1930
Sağda: Ana Mendieta, Untitled [The Human Skeleton], 1972 - 1973
Sanat terörizmi mi? - Allah Korusun
Sakin, mülayim insanlar yarattı bu sanat piyasası. Bizde de modernin ateşli figürleri Arthur Rimbaud, Arthur Cravan, Antonin Artaud gibi sanatçılar olsa maazallah neler olabilirdi, bu idrak eşiğinin altındaki coğrafyada. Ne bileyim sürekli red alan ve neden reddedildiğini de bilmediği için psikotik bir sürece giren bir sanatçı kendini bir müzenin salonunda yakabilirdi misal. Ya da bir diğeri Unabomber gibi patlangaçlı mektuplar gönderebilirdi kurumlara. Birisi gidip galerileri sabote edebilirdi. Allah korusun.
Sevgili güç sahibi olan ve sanırım bunun çok da farkında olmayan dostlar, özne kabul edilmemek insanları Nihilizm'e sürükler, Nihilizm de her türlü karanlık tarafı besleyebilir. Neyse ki şair Ece Ayhan’ın deyimiyle “Uslu bir coğrafyadayız”. Beni de yanlış anlamayın, ben de konu üzerinde düşünürken tahayyül pergelini açıyor ve deyim yerindeyse uçuyorum. J.Swift’in İrlandalı çocukları yemeyi önerdiği Alçakgönüllü bir Öneri ve Thomas de Quincey’in Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet metinlerindeki sarsıcı kara mizah diline gönderme yapıyorum. Ama sanat dünyasının aktörlerinin Türkiye’nin yaşadığı anlam krizini, sosyo-ekonomik ve psikolojik cinnet halini anlamaktan uzak olduğunu düşünüyorum. Buna belediyeler üzerinden küçük kamu da dahil; kaç tane atıl bina sanatçı atölyelerine açıldı, kaç imkânsızlıkla boğuşan sanatçıya alan ya da imkân tahsil edildi bu tartışılır ve tartışılmalıdır.
Benim tavrım şiddetten değil ütopyadan yana. Bu açıdan alternatifler nasıl yaratılır, farklı olasılıklar nasıl sınanır derdindeyim. Paris Komünü sırasında müzeleri yakmaya yönelen halkın önüne başında Gustave Courbet’nin olduğu Komün Sanat Yönetimi çıkmıştı. O zaman buradan yapıcı bir çağrı yapalım, gelin SAHA’ya Arter’e ya da benzerilerine kabul edilmeyen projeler yan yana gelelim, birbirimize neler hayal ettiğimizi anlatalım, belki buradan bir başka Reddedilenler Salonu (Salon des Refusés) çıkar. Neden olmasın?
Bir çağrı da sanat kurumları ve onları finanse eden sermaye sahiplerine; belki de ülkece yaşadığımız kabuslardan çıkış anahtarı sosyolojide olduğu kadar kültür ve sanattadır da. Belki de sorumluluk denilen kavramı bir de buradan okuyabilirsiniz.
Ve de bir değişim olacaksa bu yeni etik bakış açılarıyla olacak.
Comments