Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde Kasa Galeri’de açılan ve 23 Nisan'a dek görülebilecek olan Renk Var Bana isimli sergi ten, tin ve renk ilişkisinin üç sanatçının, Semiha Berksoy, Marguerite Bornhauser ve Çınar Eslek'in üretimleriyle yaratım süreçlerindeki etkileşimleri araştırıyor. Serginin küratörü Pınarlıgil’e merak ettiklerimizi sorduk
Röportaj: Murat Alat
Semiha Berksoy, Crying (Otoportre), 1996, Kağıt üzerine yağlı boya, Semiha Berksoy ve Galerist izniyle
Bu röportajı sergi henüz açılmadan yapıyoruz ve sergi benim için henüz bir muamma. Bu yüzden başlamak için Renk Ver Bana’yı kısaca tanımlamanı isteyeceğim. Bu sergi hangi çekirdeğin etrafında kuruldu?
Benim kafamı çok kurcalayan bir konu, beni devamlı meşgul eden, bir türlü tam olarak netleştiremedigim ve beni sürekli şaşırtan bir gözlem var. Bir çıkış noktası olmasa da serginin büyüdüğü yatak bu: Bourdieu Eril Tahakkum’un girizgâhında “paradoxe de la doxa”dan bahseder. Bu kadar katı, bu kadar ergonomiden uzak, insana elverişsiz olmasına rağmen, eşitsizlik ve haksızlıklarla dolu, iktidar hırsıyla örülmüş olmasina rağmen, kurulu dünya düzeninin ihlal edilmemesine ne kadar şaşırdığını anlatır. Birkaç istisnai olay haricinde, nasıl oluyor da bu sistem bu kadar iyi işliyor? Nasıl oluyor da bu düzenin dönmesi için uygulanan kontrol, bu denli kati olmasına rağmen, aynı zamanda bu derece etkili olabiliyor? Nasıl oluyor da bunca birey önceden kurgulanmış yollara, önceden hazırlanmış kimliklere, önceden düşünülmüş kalıplara bu kadar kolaylıkla girebiliyor?
Birey devamlı kontrol altında tutuluyor; sistemin devamlılığı için gerekli şekilde yönlendiriliyor, şekillendiriliyor. Kontrol, farklı olanı, farklı olabilecek olanları normalleştirmek, tektipleştirmek için devamlı yeni teknikler üretiyor. En dıştan, en uzaktan en yakına, en derine kadar uygulanabilen teknikler ki bunları üç farklı aşamada gruplayabiliriz diye düşünüyorum. Öncelikle dış dünyanın, yani toplumun, içinde yaşadığımız makrokozmosun şekillendirilmesi var. İkinci katman, yakın çevrenin, yani ailenin, iş yerinin, etrafın belli kurallar altındaki kontrolü. Sonuncusu ise en yakınımızda olanın, yani bedenimizin, düşüncelerimizin, hareketlerimizin ve hatta kimliğimizin, benliğimizin tektipleştirilmesi…
İşte Renk Ver Bana’yı düşünürken aklımda en yakına, bedene, hatta daha da spesifik bir şekilde tene uygulanan kontrol vardı. Ve illa çekirdek diyorsan, belki Semiha Berksoy’un yanağına kondurduğu kırmızı daireleri düşünebiliriz. Çıkış noktam sanırım tendeki “yapay”, hiç bir makyaj kuralına uymayan, istekle, bile bile kondurulmuş o kırmızı yuvarlaklar.
Makyaj, ataerkil toplumlarda bedeni kontrol altında tutmak ve bedenler arasında hiyerarşi oluşturmak için kullanılan tekniklerden bir tanesi. Görünüş tektir aslında ve ortalama erkeğin zevkine hitap eder. Boya toplum yapısındaki diğer kültürel yaptırımlar gibi bireylere, özellikle kadına, toplumdaki rolünü hatırlatır. Kadın rolü ya da rolleri doğrultusunda davranmakla yükümlüdür ve dolayısıyla toplumda hüküm süren ideolojik söylem kadın bedeninde giyim ve makyaj aracılığıyla temsil bulur. Her ne kadar ekonom ve ataerkil toplum makyajı kullanarak baskın ideolojiyi perçinlese de bunun tam karşısında duran ve makyajı ve daha geniş bir şekilde boyanmayı özgürlük ve özgünlük stratejisi olarak kullanmayı beceren bir sanatçı Semiha Berksoy. Ya da en azından ben sanatçının makyajını bu yönde bir hareket olarak okuyorum.
Renk Ver Bana sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Sergide Çınar Eslek, Marguerite Bornhauser ve Semiha Berksoy yan yana geliyor. Bu üç benzemez sanatçıyı bir araya getiren ne? Nasıl bir ilişki kurdun bu sanatçılar arasında?
Bence birbirlerinden bu kadar farklı metotlarla çalışıyor olmaları zaten bir araya gelmelerini anlamlı kılan bir durum. Bunun ötesinde üç sanatçının da renk ve ten etrafında plastik endişeleri var, bu konuyla ilgililer. Üçünün cevapları, çözümleri aynı olsaydı bu işleri bir arada göstermeye gerek olmazdı diye düşünüyorum. Üçünün de endişeleri, soruları aynı ama cevapları farklı.
Marguerite fotoğraf kullanıyor, Çınar yerleştirme, Semiha boya… Tabii bunun ötesinde üç sanatçının bir başka ortak paydaları daha var, üçü de tekstil kullanıyor, kullanmayı seviyor. Belki kumaş, tene çok yakın olan kumaş, üçünü birbirine bağlayan şey.
Çınar Eslek en derinimizdeki gölgeleri, umut ve korku gibi neredeyse ilkel denebilecek güdüleri sahneliyor; meta anlatıları nasıl da kolaylıkla içselleştirdiğimize hayret duyuyor. Marguerite Bornhauser bedenlerin yüzeyindeki renkli rüyaları, katman katman kurguları fotoğraflıyor, tene verilebilecek renklerin tende belirecek hisler, hassasiyetler kadar değişken, bazen gölgeli, bazen ahenkli, dramatik ama bir o kadar da hafif ve neseli olabileceğine dikkat çekiyor. Semiha Berksoy’un eserleriyse sergide neredeyse bir totem konumundalar. Tinin tendeki dışavurumunun makyaj olabileceğini, gülüsün hemen üzerine kondurulan kırmızının neşeyle atılan bir kahkahanın, içtenliğin, hafif ve kıvrak, ihtiraslı ya da coşkulu bir varoluşun simgesi olabileceğini söylüyorlar.
Çınar Eslek, Çaputu gördüm çıplak ağaçlarda, 2020, Kumaş yerleştirme
Değişken boyutlar, Renk Ver Bana sergisinden, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Kumaş ve boyayı birlikte düşününce akla örtme, saklama gibi fikirler de geliyor. Bu minvalde düşününce boya da hem göstermek hem de saklamak için kullanılıyor. Bu sergi neyi saklayıp neyi gösteriyor?
Çok ilginç bir yerden yaklaştın ve itiraf ediyorum ki bu sergiyi düşünürken sanatçıların kumaş kullanıyor olmaları hakkında örtmek ya da göstermek gibi eylemler aklıma gelmedi. Saklıyorsak bilinçsiz, gösteriyorsak bilinçli… Gösterdiklerimizi metinlerde iyi kötü anlatmaya çalıştım, ama her izleyici işlerle karşı karşıya kaldığında farklı yönlere gidecek, farklı yerlerden ilerleyecektir.
Göstermeye, itirafa, ifşaya zorlayan bir iktidar mekanizması var. Ben boyanın boyanmanın böyle bir kıskaç altında kırılganlığımızı, zayıflığımızı saklamaya yaradığını da düşünüyorum. Devam etmemize imkân sağlıyor.
Bu konuda Bourdieu'nün etek üzerine söylediği şeyler var. Kadının iki arada kalması, bir yandan göstermesi, kendini ulaşılabilir kılması, bir yandan da kapanması, saklaması göstermemesi. Ancak ten sadece üzerimizdeki hükmün uygulanması için bir alan değil. Ten iç ve dış arasında bir arayüz. Tek taraflı düşünmemek gerekiyor, sadece dışarısının içeriye uyguladığı kontrol için bir araç değil ten, aynı zamanda içeriden, en derinden geleni dışarıya çıkarmak için de bir ekran, bilinçdışının sinema perdesi aynı zamanda. Dövme mesela, bir yandan köleleri damgalamaya, işaretlemeye yarıyor ki bahsettiğimiz kontrolün doruk noktası, ama bir sonraki etapta hükümlüler dövmeyi hem aidiyet, kimlik hem de ifade aracı olarak kullanıyorlar. Hemen Foucault'ya merhaba diyelim, hapishanedeki panoptikon, hareketleri, davranışları, mekân içerisindeki devinimi kontrol ediyor. Bu sefer de ten bir özgürlük alanı oluyor mahkûmlar için. Rüyalarını, hayallerini derilerine kazıyor insanlar ki bu noktada rüyanın bilinçaltı, yani en derindekiyle yakın ilişkisini düşünelim… Bir de bugün dövmeye bakalım, ten sosyal medyadan çok daha özel, özgün, kişisel ve güçlü bir iletişim aracı. Dövmenin geçicisi bile var, tüketim toplumunun gelir geçer hevesleri için... Ama kalıcı dövme günümüz insanı için iç dünyasına açılan biraz gizemli, bazen gösterişli bir geçit. Makyaji da dövme olarak düşünebilir miyiz? Bir yandan kurallarıyla, kurallarinin katılığıyla daha doğrusu iç dünyayı, istenebilir hissetmeyi, güzel hissetmeyi koşullandıran, bir yandan da bunun dışına çıkmayı isteyenler için bir deneme alanı açan…
Semiha Berksoy, Anka kuşu, 2000, Kumaş üzerine yağlı boya, 230 x 450 cm, Semiha Berksoy ve Galerist izniyle, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Sosyal medya uygulamalarında insanlar portrelerine dijital makyajlar uygulayabiliyorlar. Bir nevî gösteri toplumuna katılırken kullanılan maskeler olarak. Şimdi bakınca bu uygulamanın iki ucu olduğunu görüyorum. Yaygın olarak bu dijital makyajla bedenin normatif olmayan yönleri törpüleniyor ve beden pürüszüsleştiriliyor ancak başka bir kullanımı da var. Bu maskeleri ironik olarak kullananlar ve gösteriyi bozguna uğratmaya çalışanlar var. Bu noktada Renk Ver Bana’daki işleri de bir düzen bozucu olarak okuyabilir miyiz?
Evet tabii ki okuyabiliriz, ben buna düzende küçük bozukluklar diyorum. Amaç politik bir söylem gütmek, belirli bir toplumsal hareket başlatip, onun etrafında önceden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılmamış bir hedefe ulaşmaya çalışmak değil. Yerleşik, alışılageldik, artık bize doğal görünmeye başlamış olan mekanizmanın başka şekilde de kullanılabileceğini, başka şekilde de çalışabileceğini görmek, göstermek. Ten üzerinde mavi bir ışık, kıpkırmızı bir allık, gölgeden bir dövme, rengarenk delik deşik bir deriyi düşündüren kumaş parçaları, gülmekle ağlamak arasında bir yüz ifadesi, bu ifadeyi taşıyan totemle yaratık arası heykeller... Sansürsüz itkiler diyarinda görüntülenmiş, alışılanın bir adım ötesinde, kesinlikle büyülü, renkli ama biraz da tekinsiz sahneler...
Marguerite Bornhauser, Moisson rouge , 2019, Fotoğraf (seri), 290 x 193 cm
Makyaj kuir varoluşun da önemli bir parçası. En başta drag performanslarının olmazsa olmazı. Bu sergi her ne kadar kuir bir yapısı olsa da kadınlar üzerinden kurgulanmış. Burada net olarak kuir bir dokunuşu esirgemenin bir nedeni var mı?
Açıkçası sanatçıları cinsel yönelimlerine göre seçmedim. Sergiyi işler etrafında ve sanatçılarla diyalogumuz üzerinden bir araya getirdim. Öte yandan küçük bir sergi, üç sanatçı! Ve işlerin farklarıyla, birbirlerini tamamlamayarak diyalog kurduklarını ve bu diyaloglarla bir söylem oluşturabildiğimizi fark ettim. Bence yeterli bir sergi oldu. Bir eksik olduğunu düşünmüyorum, kaldi ki amacım sorduğumuz sorulara verilen tüm cevapları bir araya getirmek değil, bu belki bir doktora tezi olurdu, hayli de heyecanlı bir doktora tezi, ama burada benim yapmak istediğim sadece bir söz söylemek, tutarlı, mümkün olduğunca güçlü, zengin bir söz. Ama muhtemel tüm sözleri söylemek değil. Bu arada kuir tamamen serginin dışında değil...
Solda: Çınar Eslek, M. Lazarus, 2020, Kil heykeller ve ışık, Değişken boyutlar
Sağda: Çınar Eslek, Her neyse öyle kalsın, 2020, Işıklı ahşap kutu ve kumaş yerleştirme, 35 x 45 x 15 cm, Fotoğraflar: Kayhan Kaygusuz
Renk ver bana aynı zamanda griyle özdeşleştirilen modern zamanların canlanması; mekanize olmuş hayatlarımıza can üflenmesi de demek. Sanatın tüm eleştirel ağır yükünün altında böyle cana can katan bir yanı olduğunu da düşünüyor musun?
Kesinlikle evet. Eleştiri elzem elbet, yaşayabilmemiz, yaşamaya devam edebilmemiz için. Ne mutlu ki sanatın böyle bir kapasitesi var ve bunu zaman zaman kullanıyor. Ama ben içten atılmış bir kahkahanın da en derin eleştiri kadar elzem olduğunu düşünüyorum. Eğlenceden değil, gülmekten, hafiflikle gülmekten bahsediyorum. Son derece sıkıcı, son derece monoton hayatlar yaşıyoruz, çarkı döndürmek için koşuyoruz sanki, ama çark hep aynı yerde, biz de çarkın içindeyiz, yaşamak için çalışıyoruz, çalışırken hayatı unutuyoruz, sonra her şey yeniden başlıyor, tekrar tekrar metrodan yatağa, işyerinden metroya gidiyor, sonra yeniden başlıyor tekrar yataktan işyerine metrodan yatağa gidiyoruz. Modern toplumlarda eğlenmek adı altında yaptıklarımız sadece bitmek tükenmek bitmeyen döngüyü katlanılabilir kılmaya, yine çarka dönmek için bizi iknaya yönelik. Sanat bence gerçekten kahkaha, derin bir nefes demek, durmak, çarktan çıkmak ve dünyaya bakmak demek. Hayatın renklerini görmek ancak o zaman mümkün.
Comments