Ödüllü yazar, akademisyen ve gazeteci Nedim Gürsel, İzlenimciliğin 150. yıldönümünde Sisley, Monet ve Van Gogh refakatinde, bu sanat akımının yol haritasını kalemiyle keşfe çıkıyor. Arkas Holding desteğiyle Doğan Kitap’ın yayınladığı özel baskı Doğaya Açılan Pencere hakkında Art Unlimited’a özel olarak konuşan Gürsel, “Resim eleştirmenliğine, sanat tarihçiliğine oynamadım,” diyerek, çalışmasının kişisel ve edebî karakterinin altını çiziyor
Röportaj: Evrim Altuğ
Fotoğraf: Flufoto (Barış Aras & Elif Çakırlar Aras)
Nedim Gürsel, Fotoğraf: Flufoto
Cumhuriyetin 100’ncü yılında, Doğan Kitap imzalı yeni çalışmanız Doğaya Açılan Pencere'de “İzlenimci ressamların izinde” giderek, Claude Monet, Alfred Sisley ve Vincent Van Gogh’u aynı satıhta kesiştirdiniz. Sizin için, bu tercihlerin altında hangi nedenler vardı ?
Biliyorsunuz, ben edebiyatın her türünde ürün veren bir yazarım. Öykü, roman, gezi yazısı, deneme ve başından beri, plastik sanatlarla da bağım oldu. Özellikle, Resimli Dünya adlı romanımda, İtalyan Rönesans ressamlarının yapıtlarından yola çıkarak bir atmosfer yaratmaya çabalamıştım. Sorunuza doğrudan yanıt vermem gerekirse, Doğaya Açılan Pencere'nin hareket noktası, İzlenimci ressamların coğrafyasıdır diyebilirim. Claude Monet’yi öteden beri severdim. Yolum, onun izini sürerken, Monet’nin tablolarına, tuvallerine yansıttığı mekânlara düştü. Örneğin, Giverny’deki evi Normandiya’da, Étretat’da ulaştığı yerler ve tuvaline aktardığı coğrafya; Le Havre kenti yine, çünkü köken olarak buralı bir sanatçı. Ama, asıl amacım, sanat tarihi açısından 150’nci yılını kutladığımız izlenimciliğin önemine dikkat çekmekti. Çünkü ilk kez, bu akımla birlikte resmin kendi gerçekliği gündeme geldi. İzlenimci ressamlar, sadece Klasisizme karşı bir tavır koymadılar; ışığın etkisi ile değişen nesneleri ve doğayı, kendi öznel bakışlarıyla tuvale aktardılar. Bu bakımdan, sanat tarihinde izlenimcilik akımının önemli ve özel bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Benim kişisel tarihimde de izlenimciliğin özel bir önemi, bir yeri var. Çünkü kitapta da söz ettiğim gibi, örneğin Vincent Van Gogh’un izini sürmek için, hayatının son 70 gününü yaşadığı Auvers-Sur-Oise’a gittim. Alfred Sisley’in uzun süre kaldığı ve resimlerini yaptığı Moires kasabasına gittim. Bunlar, Paris’in uzak banliyöleri. Benim bu mekânlara bir yazar olarak yönelttiğim bakış, aslında biraz öznel bir bakış. Yani, Doğaya Açılan Pencere, İzlenimcilik üzerine ansiklopedik bir kitap değil. Bir Türk yazarının, bu önemli akımın izini sürdüğü, onu anlattığı bir kitap, diyebilirim.
Bu kitabı "yaparken" bir küratör gibi davrandığınızı düşünmeden kendimi alamadım. Küratörlük kurumu ile aranız nasıl ?
Pek olmadı. Çünkü ben ressam değilim, ne yazık ki o alanda, olmasını isterdim ama hiç bir yeteneğim yok. Galatasaray Lisesi’indeki resim öğretmenimiz iyi bir manzara ressamı olan Zeren Hanım idi. Bana önayak olurdu ama, hiç bir yeteneğim olmadığı için resimden hiçbir zaman iyi notlar almazdım. Aradan yıllar geçti, kitaplarımda resim bir izlek olarak yer almaya başladığında ister istemez galerileri, koleksiyonları ve küratörleri de bir ölçüde tanımak durumunda kaldım.
Bu kitabın sponsorluğunu Arkas Holding yüklendi. Bu vesile ile Lucien (Arkas) Bey ile tanıştım. Daha önceden bir merhabamız vardı ama, ben geçen kasımda İzmir Kitap Fuarı’nın da Onur Konuğu olduğum sırada kendisini de ziyaret ettim. Eksik olmasın, sahip çıktı. Ama benim için asıl önemlisi, onun hem sanat merkezi, hem de evindeki müthiş koleksiyonunu görmekti. İzmir, Urla gibi bir yerde Utrillo’ları, Camille Claudel’in heykellerini görebilmek, Bernard Buffet’nin işlerini görebilmek…
Kitabın tasarımına dönelim: Sanki bu bir büyük sergi imiş ve siz kataloğunu yazmış gibi bir hava yaratmışsınız. Böyle bir imkân olsa, sergisi olsa, ne yapardınız, bunu düşlediniz mi?
Müthiş bir şey. Düşlemenin ötesinde böyle bir proje geliştirdik. Gizem Pamukçu, bir "dijital sergi"den söz etti. Bunu Galataport’ta yapabileceğimizden bahsetti. Bir seçme olabilirdi. Bunun için de bir sponsor gerekebilir tabii. Bu benim bildiğim bir alan da değil ama, bu üç ressamın yapıtlarından oluşan bir dijital sergiyle, bu kitabın o serginin kataloğu gibi algılanması neticede çok iyi olur tabii. Elbette en azından Fransa için bu da çok iyi bir şey olurdu. Çünkü bu kitabı Fransa’daki yayımcım da yayınlayacak.
Fransa’nın simgesi şarap bu kitabı okurken çağrışım yapıyor. Bu üç fırça, kitapta adeta beyaz, rose ve kırmızı şarap kadar "çaktırmadan" okurun belleğine akıp, onu sarhoş ediyor. Bu balansı kitapta korumayı, okura böylece hürmet etmeyi neye borçlusunuz ?
Kendi üslûbumu korumaya çalıştım. Tabii, bazı bilgiler var. Hiç bilgi vermeden de olmaz. Ama, o bilgilerle kendi öznel bakışım arasında bir denge kurmaya çalıştım ve sonuçta, bir yazarın kitabı olsun istedim. Resim eleştirmenliğine oynamadım. Sanat tarihçiliğine oynamadım. Bir parça, sanat tarihinden yararlandım. Ama asıl, zaten adından da anlaşılacağı gibi, doğayla iç içe olmaya çalıştım bence. Amacım o ressamlarla aynı coğrafyaya gitmek, o coğrafyayı görüp, tablolarına o coğrafyayı gördükten sonra bir bakış yöneltmekti. Onu başarabildiysem, ne mutlu bana.
Kitapta, tabii ki Van Gogh sizin için özel ve ağır yer tutmuş. Theo’ya Mektuplar'dan alıntılar bunu pekiştirmiş. Güzelin bir bedeli olduğu, bu noktada önümüze çıkıyor. Size ait "kader ve keder arasında hamallık" benzetmesi de bunun örneği. Bu insanların sırtladığı yükün getirdiği başarının bir bedeli olduğunu vurguluyorsunuz. Şuna gelelim: "Güzel", o kadar çabuk ve rahat elde edilebilir bir şey değil. Bu konudaki fikriniz nedir?
Evet, güzel özetledin. Yani, Van Gogh’a atıfla şunu söyleyebilirim. Varoluşunu sanatına adamış. Bu çok önemli. Acı bir hayatı var. Zaten bilinen bir hayat. Bazı ayrıntıları ben onun ruhuna nüfuz edebilmek amacıyla burada öne çıkardım. Kitabımda da söylediğim gibi Van Gogh, deha ile delilik arasında gidip gelen bir sanatçı. Dahi ve deli yönü var. Biliyoruz ki, Saint-Rémy-de-Provence akıl hastanesine yattı. Kardeşi Theo’nun girişimi ile Ouvers sur Oise’a geliyor; orada yaşama devam edebilmek için. Büyük olasılıkla intihar ediyor. Ama o konu bazılarına da cinayet konusu. Onu oraya davet eden mesen Dr. Gachet ile ilişkisi, biraz karmaşık. İşin içinde kıskançlık da var. Dr Gachet’nin kızı ile Van Gogh arasında bir ilişki oldu mu, olmadı mı sorusu da var. Bunlar romanesk unsurlar.
Fakat benim için önemli olan, onun hayatının son 70 gününde, her gün bir tablo yapmış olması. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir şey ve onun için, varoluşunu sanatına adadığını söyledim. Ve, varoluşunu sanatına adamasında hayata küsmesinin değil, ama çevresinden aldığı esinlerin de etkisi var. Doğaya karşı aşırı derecede duyarlı. Meselâ parlayan, kitapta da verdiğimiz güneş, (Tohum Serpen Adam, 1888) değil mi? Güney'in o çıldırtan güneşini en iyi Van Gogh tasvir etti. Arles’da yaşadığı, yaptığı resimlerde bunu görüyoruz. O bakımdan Van Gogh, bence hâlâ çok önemli. Tabii, üzerine çok yazılmış, çok çizilmiş bir ressam. Ama ben, kendi Van Gogh’umu anlatmaya çalıştım.
Şiir, öykü ve roman… Bunun karşısına, desen, figür veya manzara resmini koyalım. Plastik sanatlarda da elbette bir hacim ve hazım meselesi olduğu görülüyor. Ressam da seçtiği konu doğrultusunda, o uğurda ilerlemeyi, özgürleşmeyi seçiyor. Bunu karşılaştırma durumuna hiç girdiniz mi ?
Açıkçası bu karşılaştırma ilginç, düşünmemiştim. Yani, edebiyat türleri dediğimiz şiir, öykü, deneme, gezi yazısı türleri ile, resim, plastik sanatlar alanındaki desen, yağlı boya tablo, gravür, bir ölçüde heykel için böyle bir karşılaştırma yapman ilginç. Ben, edebiyat dünyasındaki işime öykü yazarı olarak başladım. Romanlar daha sonra geldi. Öyküde bir atmosfer yaratmaya çalıştım. İstedim ki, şiirsel bir atmosfer olsun. Bazı öykülerimde dil üzerinde çok yoğunlaştım. Aynı şeyi, bir ressam için de söyleyebiliriz. Tabii edebiyat, dilin içinde gerçekleşen bir etkinlik. Yazar, sözcüklerle başbaşa. Ressam da, biçimlerle, renklerle, tablonun alanıyla baş başa. O alan içinde, ressamın aracı boya, fırça, o malzemeden yola çıkılarak yapılan bir sanat yapıtı. Öykü ise, sadece sözcüklerden yola çıkarak gerçekleşen bir yapıt. Böyle bir benzerlik oluşturulabilir. Bir resim bir öykü anlatabilir. Veya hiç bir şey anlatmaz. Sadece kendini ortaya koyabilir. Tabii, figüratif resimde öykü daha bir ortaya çıkar. O tablodaki figürlerin bir öyküsü olur veya olmayabilir. Ya da gizli kalabilir. Bütün bunlar hep mümkün.
Ben, soyut resme karşı değilim ama, soyut resimden çok fazla etkilendiğimi söyleyemem. Yalnız, Claude Monet, bence soyut resmin öncüsü. Meselâ, bu kitapta da yer alan Nilüferler tablosuna baktığımızda, o bitkisel hayatın tuvale yansımasında, artık orada figür yok. Büyük bir fresk gibi. Bildiğim kadarıyla Fransa veya Avrupa sanat tarihinde soyut resme Monet’nin yol verdiğini düşünüyorum. Bu kitapta hep tekrarladığım gibi, resim, bir şey anlatır gibi görünse de, aslında kendi gerçekliği içindedir. Kendini anlatır. Bu ayrımı yapmak gerekir. Yani, doğayı taklit etmez. O bakımdan, izlenimcilik akımını önemsiyorum. Resmin, doğayı taklit etmemesine yol açan girişim, İzlenimcilerin girişimidir. Ondan önce klasik resim doğayı taklit gibi ortaya çıkmıştır. Ressamına göre bazı soyutlamalar da içerebilir. Fakat İzlenimciler, bir ilke olarak Klasisizme karşı çıkıyorlar. Çünkü onların resim anlayışı ve tekniği bambaşka. Bu bakımdan önemli.
Yani doğanın resmi değil, resmin doğası söz konusu…
Evet, resmin kendi içindeki potansiyel doğayı İzlenimcilik anlatıyor ve ortaya koyuyor. Bu böyle.
Burada, "bireyleşme" meselesinin biraz daha içine girebiliriz. Kitabınızda varoluşçu akıma da gönderme yaptığınız anlaşılıyor. Örnek aldığınız bu sanatçıların, "insanın doğası"na bakışlarına ciddi bir büyüteç tutuyorsunuz. Sivillik, bir edebiyat ustası olarak size ne ifade ediyor? Sizi bu üç insanla buluşturan "sivilliğin paleti"nde ne var ?
Bireyin algısından söz ettim. O, öne çıkan bir durumdur. Genelde izlenimci ressamlar arasında Van Gogh’un özel bir yeri var. Onu Post-İzlenimci bir ressam olarak da tanımlayabiliriz ama, onun dünyası da İzlenimci ressamların dünyasına çok yakın. Burada bir kere öne çıkan, doğa sevgisi. Doğayla içli dışlı olmak. Atölyeyi sokağa taşımak. Ve resim sanatını doğa ile iç içe gerçekleştirmek. Hepsinde bu tavır var. Bu önemli. Burada ressamın doğaya yönelttiği bakış kadar, onu algılaması da önemli. Bireysel açıdan, içinde yaşadığımız nesnel bir doğa var ama, bu tuvale yansıdığında ister istemez dönüşüyor . Çünkü orada ister istemez ressamın öznel algısı işin içine giriyor. Ve burada bireyden söz edebiliriz. Sivilleşme de zaten, birey ile ilgili bir şey.
Tabii, bunun bir siyasî boyutu da var. O da sanatçının özgür olabilmesi. Özgür olabilmesi için de, her tür siyasî kurumdan uzak durması bence. Bu her zaman gerçekleşmiyor. Bazı yazar ve sanatçılar, ideolojik anlamda da, Jean - Paul Sartre’ın ortaya attığı Littérature engagée kuramına sahip çıkabiliyorlar. Burada Varoluşçuluktan şöyle söz ettim: Sartre ilk romanı Bulantı'yı LeHavre’da, 1930’lu yıllarda iki savaş arası dönemde yazıyor. Beni etkilemiş bir romandı. Galatasaray Lisesi’nde yatılı öğrenci iken Fransızcasından okumuştum. Yıllar sonra, bu kitabı yazmak için LeHavre’a gidince, yeniden bir göz attım. O bakımdan Sartre’ı da anmak istedim.
Ama tabii, asıl bu kitabımın izleği resim ve İzlenimci üç ressamın dünyaları.
Nedim Gürsel, Fotoğraf: Flufoto
Bu ressamların seçtikleri konulardaki "devrimci" tavra da vurgu yapabiliriz. Seçtikleri konular sınıfsal olmaktan ziyade yüzeysel evet, ama ortada yüzeysel olana bir hürmet söz konusu. Siz de buradan, seçtikleri tablolara atıfta bulunuyorsunuz.
Evet, sözü geçen üç ressam da sanat tarihini dönüştüren ressamlar. Bir kere Klasisizme karşı mücadele veriyorlar ve hemen dışlanıyorlar. Resmî ve eleştirel söylemden paylarını hemen ve olumsuz anlamda alıyorlar. Dönemin birkaç koleksiyoncusunun desteği ile bu sergileri gerçekleştirebiliyorlar. Dolayısıyla, marjinal bir konumdalar. Ama, daha sonra öylesine benimseniyorlar ki, Monet’yi bunun dışında bırakırsak özellikle Sisley ve Van Gogh, yaşamlarında yoksul olmuş ve ancak ölümlerinden sonra anlaşılıp, ün sahibi olabilmiş ressamlar. Tabloları ondan sonra, epey büyük paralara satılabiliyor. Monet de çok yoksulluk çekiyor. Geçindirmesi gereken kalabalık bir ailesi var ama, 50’sinden sonra beğenilip bir üne kavuştuktan sonra hayatında sanatı üzerinden uzun bir süre yaşayıp. geçimini sağlayabiliyor. Çünkü Monet uzun yaşıyor. 80 yaşından daha fazla yaşayabiliyor. Biliyorsun, Van Gogh 30 küsür yaşında intihar ediyor. Sisley de sanırım 59 yaşında hayata veda ediyor. Yani burada değerleri öldükten sonra anlaşılmış iki sanatçı, Sisley ve Van Gogh söz konusu.
Edebiyatçıların, görsel sanatçılarla yakınlıkları hep yurt içinde, yurt dışında şahitlik ettiğimiz bir durum. Aklıma Tezer Özlü, Bilge Karasu geliyor. Milliyet Sanat Dergisi’nde, Varlık’ta, Hürriyet Gösteri’de izlediğimiz üretimler elbette aklıma geliyor. Herhalde edebiyatçılar da, görsel sanatçılarla bir arada iken birbirlerine dair bir tercüme açlığı içerisine giriyorlar. Ne dersiniz ?
Ben Çağdaş Türk Edebiyatı'na baktığımda, aslında - bu saydığın adlar dışında - yazarlarımızın resimle çok fazla ilgilenmediklerini görüyorum. Ama, bir de Fransa’ya bakarsak orada yazarlarla ressamların iş birliği ve birbirlerinden etkilenmeleri çok doğal ve yoğun bir biçimde. Örneğin, bir Aragon’u ele alırsak, benim çok yakından tanıdığım, üzerine doktora yaptığım bir şair olduğu için söylüyorum. Meselâ Matisse üzerine çalışıyor. Ama ona dair yazdığı kitaba, roman diyor. Sürrealistlerin de resimle ilişkilerini, Andre Breton başta olmak üzere, biliyoruz. Böyle organik bir bağ, Türk edebiyatçılarında pek yok ama, istisnalar var. Ben de kendimi bu istisnalar arasında görüyorum. Çünkü çok genç yaşımdan, edebiyat dünyasına attığım ilk adımlardan bu yana resimle ilgilendim. Bu, bir ölçüde yapıtlarıma da yansıdı. O dönem, Paris’e burslu olarak gelen ressam kuşağı hep arkadaşlarımdı. Utku Varlık, Komet, Alaattin Aksoy… Sonra, benden büyük ağabeylerimle Paris’te tanışma ve tartışma olanağını buldum. Abidin Dino başta olmak üzere. Özellikle Abidin ile çok yakındım. Yüksel Arslan, sonra Selim Turan, Mübin Orhon. Mübin daha sessiz, uzaktı ve ben o soyut resim yaptığı için ondan fazla etkilenmedim. Yine Avni Arbaş, Hakkı (Anlı) Bey ile bire bir tanışıklığım oldu.
Bazılarının işlerinden de etkilendim. Örneğin, bana Fikret Muallâ’yı sevdiren ve Resimli Dünya romanımda Fikret Muallâ’ya yer vermeme yol açan, Abidin Dino’dur. O zaman, Abidin Bey’in Fikret Muallâ üzerine kitabı çıkmıştı. Ara Güler de o tabloların fotoğraflarını çekmişti. Ben de Milliyet Sanat Dergisi’ne o kitap üzerine uzun bir yazı yazmıştım.
Diyeceğim, daha sonraları sistematik bir biçimde olmasa da, kitaplarıma resim şu veya bu biçimde yansıdı. Örneğin bu kitabımda söz ediyorum. Buğday Tarlasında Ölüm adlı öyküm, Van Gogh’un yaptığı son tablodan yola çıkılarak yazılmıştır. Ama, sadece o değil: Van Gogh, sürekli olarak benim öykülerimde ve deneme yazılarımda gündemde tuttuğum bir sanatçıdır.
Sonra, Resimli Dünya'da anlatının odak noktasında, Sanat Tarihi Profesörü Kâmil Uzman var. Bunun Venedik’teki serüvenini anlatan bir roman. Kitap özetle, Fatih’in portresini yapan Gentile Bellini’yi araştırmaya giden Kâmil Uzman’ın hikâyesidir. Orada, elbette Bellini ailesinin de önemli bir yeri var. Gentile Bellini, kardeşi Giovanni ve babaları Jacobo Bellini.cDaha sonra, Paris Mektupları'nda da, yine Milliyet Sanat dergisinde de çıkan Paris yazılarımda da, orada olan bitenleri buraya yansıtmaya çalıştığım için, sık sık sergilerden de söz etmek durumunda kaldım. Dolayısıyla, resim sanatı ve ressamlarla, kimi zaman organik diye tanımlayabileceğimiz bir bağım oldu.
Sanat eleştirisi ile uğraşanlar, sizce tıpkı edebiyatın da gereksindiği türde birer tercüman, bir çeviri ustası sayılabilirler mi ?
Sanat eleştirmenlerini, daha çok da sanat tarihçilerinin kitaplarını okudum. Resme göndermeler aracılığı ile, yazarlık çabamda bunlardan yararlandım tabii. Bazılarının dili biraz çetrefil geliyor. Bir yazar olarak, benim onların çabasına büyük saygım var. Fakat, onların üslûbu benim aradığım üslûp olmayabiliyor. Ama tabii, yazdıklarından çok şey de öğrenebiliyorum tabii. Bu kitaba dönecek olursak, Doğaya Açılan Pencere bir resim eleştiri kitabı değil. İzlenimcilik üzerine ansiklopedik bir kitap da değil. Bu, bir Türk yazarının, İzlenimci ressamların bazılarının dünyasına ve tablolarını gerçekleştirdikleri coğrafyaya bir bakış.
Çabukluğun samimiyetine de atıfta bulunuyorsunuz. Bunu, kendi yazarlık pratiğiniz ile mukayese ederseniz, nerede yakınlık duydunuz ?
Bir ölçüde, Claude Monet ve Van Gogh, tablonun yapılış sürecinde ressamın çok acele iş yapmasını savunuyorlar. Birincisi doğa ile bütünleşme. Bu, öyle bir şey ki, Claude Monet okyanus kıyısında, fırtınada çalışırken, öyle yazıyor. Dalga geliyor, tüm sehpayı filan götürüyor. Zor kurtuluyor. Bu ressamlar bir biçimde doğanın içinde. Çabuk çalışmak durumundalar. O birikimi bir an önce tabloya yansıtmak ihtiyacını duyuyorlar diye düşünüyorum. Van Gogh da bunu tavsiye ediyor. Bunu aşırıya götüren Sürrealist yazarlar, bir akım da var, Ecriture Surrealiste örneğin, otomatik yazı biçimini savunan bazı yazarlar, örneğin Andre Breton gibi, bir ölçüde Aragon gibi, Supho gibi.
Öte yandan bir yazar ya da ressam, durmuş, oturmuş bir tavır da sergileyebilir. Bir tablo çok uzun bir sürede de yapılmış olabilir. Yani, bunun bir kuralı da yok. Bitmeyen tablolar da var. Leonardo da Vinci’nin yanında Fransa’ya getirdiği üç tablo ki Mona Lisa da buna dahildir; üzerinde çalıştığı yapıtlar. Yani acele işin tam karşıtı. Bu tür sanatçılar da var. Dolayısıyla bir kural koymak yersiz.
Ama beni burada ilgilendiren, Monet ve Van Gogh’un yaptıkları işe doğrudan, doğanın içinden bakışları. O, atölyede olmuyor. Ve klasik ressamlar da bunu baştan anlamıyorlar zaten. Değerleri sonradan biliniyor.
İzlenimcilik sonrası akımın, tam da fotoğrafın doğum sancılarında kendini var etmeye yönelmesinde de bir tür protesto var denebilir mi ?
Evet, biliyorsun bazıları da fotoğraf sanatından etkileniyorlar ama, o zaman fotoğraf bir sanat mı, değil mi, böyle bir tartışma var mı, açıkçası bilmiyorum. Tabii, sonradan bir sanat olarak kabullenildiği kesin. Nadar, onların ilk yapıtlarına ev sahipliği yapıyor. Empresyonistlerin ilk sergileri o sayede açılıyor. Fotoğraf üzerinden çalışıp çalışmadıkları da bir soru işareti. Yine, izlenimcilerin motif dedikleri, doğrudan modele yönelik, doğanın içinde bir şey. Ama daha sonraki sanatçılar, fotoğraftan kesin yararlanıyorlar. İzlenimciler yararlanıyor mu, bilmiyorum, soru işareti. Dadaistler, Konstruktivistler, Sürrealistler, meselâ Man Ray, tabii ki yararlanıyor yoksa…
Buradan "oto-portre" meselesine gelelim. Günümüzde dijital salgınla beraber oto-portre de değeri kendisi çoğaldıkça azalan bir şeye dönüştü. İzlenimcilik dönemi ve oto-portre ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz ?
Oto-portre konusunda bu üç ressam arasında tabii ki Van Gogh başta geliyor. Benim çok etkilendiğim, herkesin de bildiği oto-portreleri var ama, bu kitapta neredeyse hiç kimsenin bilmediği bir oto-portresine yer verdik. O "kesik kulak" konusuna hiç girmeyelim. Çünkü o artık bir efsane ve herkes biliyor. Ama meselâ şu oto-portre, pek bilinmiyor. Bu kitabı yazarken öğrendim ki; model bulamadığı için kendi oto-portresini bu kadar çok sayıda yapıyor. Yani modele biraz para vermek gerekiyor. Onun için Dr. Gache veya o askerin de portrelerini de yapıyor, yani kendine özgü portre anlayışı olan bir portre ressamı. Fakat, bu tek neden değil. Kendisi ile bir meselesi var ve o kişilik bölünmesini psikotik anlamda yaşayan bir sanatçı. Bu, kendi kişilik bölünmesinin bir sonucu diye düşünüyorum. Buraya, Sisley’in, Renoir tarafından yapılmış, ya da Claude Monet tarafından tek tük yapılmış bir iki portresini de koydum. Ama bu iki ressamın daha çok portreleri yapılmış. Monet oto-portre yaptı mı, bu konunun uzmanı değilim ama belki sende bir cevabı vardır.
Kitapta yine Onay Akbaş’a da göndermeniz var.
Evet, Onay Akbaş, arkadaşım. O da benim gibi Paris’e demir atan sanatçılardan. İyi, kendine özgü dünyası olan bir ressam. Ve o benim Van Gogh’a olan ilgimi biliyordu. “Yahu şu Ouvers sur Oise’a bir gidelim,” dedi. Ben oraya gitmeye üşeniyordum, zira Van Gogh benim için daha çok, güney Fransa’ydı. Arles’a, Saint Remi’ye gittim, tabii Amsterdam’a gittim; kaç kez Van Gogh Müzesi’ni gördüm. Ama oysa, Ouvers sur Oise Paris’e yakın. Atladık Onay’ın arabasına, birlikte yola çıktık. Kitapta da söz ettiğim gibi, bu konuyu konuştuk. Tabii bu arada Paris Ekolü’ne Onay’ı da katmak isterim, kendisi daha genç bir sanatçı ve Komet’lerin kuşağından bir önceki kuşaktandır.
Sırada hangi kitap var Nedim Bey ?
Yayıncıma yeni bir kitabımı daha getirdim. Her gelişimde yanımda yeni bir kitabımı getiriyorum. Yaş arttıkça, verim de arttı. Doğan Kitap’a Paris Buluşmaları diye bir kitabı teslim ettim. Orada da çok resim var. Paris’in gizli güzelliklerini anlatmaya çalıştım. Bunların arasında, Fikret Muallâ’nın Paris serüveni ön planda. Kitapta, Kanaldaki Turkuvaz Mavisi adında bir bölüm var. Muallâ’nın bir resminden yola çıkarak yazdığım bir bölüm oldu. Sonra, Eugene Delacroix’nın Saint-Sulpice Kilisesi’nde Melekle Mücadele isimli bir freski vardır. Beni çok etkilemiştir. Ondan yola çıkarak yazdığım bölümler var, bir de tabii, benim oturduğum 13th Arrondissement/Mahalle’nin “Sokak Sanatı” var, bunu anlatırken biraz da Paris ile ilgili hikâyemi anlattım. Çünkü 50 yıl oldu. Yarım asır. Gerçi, Türkiye’ye çok sık gidip geliyorum, ama bir hayli Parisli oldum. Bir ölçüde, kitaplarıma Paris yansıdı evet, ama daha çok sevgili İstanbul yansıdı. Bu kitabı biraz onu dengelemek için yazdım.
İstanbul demişken, burada, Türkiye’de son birkaç yıldır çok ciddi müzeleşme söz konusu. İş Bankası Resim Müzesi, yeni adresinde İstanbul Modern, Gazhane, Casa Botter, OMM - Eskişehir Odunpazarı Modern Müzesi, Baksı Müzesi, derken Türkiye, kendi coğrafyasına kültürel anlamda sahip çıkar oldu. Bu zamanlama bizim için bir avantaj mıdır ? Yoksa geç mi kaldık ?
Olumlu bir gelişme tabii. Özellikle siyasî iktidarın sanata bakışını göz önünde tutarsak, neredeyse bir mucize. Çünkü başka demokratik Avrupa ülkelerine baktığımızda, devletin büyük ölçüde sanatı desteklediğini görüyoruz. Bu, Türkiye için söylenebilir mi, bilmem. Ama, tutucu ya da muhafazakâr gelenekte resim sanatının çok fazla bir yeri yok. Yani elbette minyatürden bu yana o konulara girebiliriz, ama muhafazakâr İslâmın siyasî olarak yönetimde olduğu bir ülkede müzelerin çoğalması, sergilerin açılması çok önemli. 29 Mayıs’ı (1453) her yıl büyük şaşa’a ile kutluyoruz. Bu bence Avrupa Birliği’ne girmeyi hedefleyen bir ülke için ben "Fetih ideolojisi"ne karşıyım. Bunu Fransız basınında da yazdım. Ama, İstanbul’un Fatih'i, İslâm’daki resim yasağına rağmen, kendi portresini yaptırmış. Ve Venedikli bir ressama yaptırmış. Serenissima Cumhuriyeti ile 10 yıl savaştıktan sonra, barış anlaşması imzalandığında onu İstanbul’a davet ediyor. Bu bize örnek olmalı. Orada Batı ve Doğu uygarlığının "Ressam ve Modeli" aracılığı ile karşılaşması, tanışması ve buluşması söz konusu. Bu sembolik anlamda önemli bir şey. Ve, son halife Abdülmecid Efendi’nin de ressam (ve müzisyen) olmasını buna eklemeli.
Fransa’da Pierre Loti’nin 100’ncü yılını kutluyoruz. Kendisinin Rochefort’daki evini ziyaret ettim. Halife Abdülmecid’in ona hediye ettiği iki tablo bulunuyor. Bunu da Batı’ya söyleyebilmeliyiz. Onun için özellikle gittim. Mezarı da Oleron Adası’nda. İlginç tabii.
Commentaires