top of page
Sinan Eren Erk

Saf ve zorunlu olanı keşfetme arzusu

Sanatçı Defne Tesal ile Ferruh Başağa’nın eserleri arasında diyalog kuran Böyle Rüyadaymış Gibi sergisi 10 Temmuz tarihine kadar Nâzım Hikmet Kültürevi’nde devam ediyor. Defne Tesal ve serginin küratörü Derya Yücel’le sergiyi konuştuk


Yazı: Sinan Eren Erk


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisinden yerleştirme fotoğrafı


Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından 6 Mayıs - 10 Temmuz arasında gerçekleştirilen iki sergiden biri olan Böyle Rüyadaymış Gibi, kendi kuşağının öne çıkan temsilcilerinden Defne Tesal ile modernist dönemin önemli ressamlarından Ferruh Başağa’nın eserlerini Derya Yücel’in küratörlüğünde Nâzım Hikmet Kültürevi’nde bir araya getiriyor. Farklı kuşaktan iki sanatçının soyutlama kavramını kendi üsluplarında yorumladığı, karşıtlıklara ve benzerliklere odaklanan sergi hakkında Defne Tesal ve Derya Yücel ile birlikte konuştuk.


Defne, Böyle Rüyadaymış Gibi çoğunlukla insana dair hisler ile bunların ifadesinin yalın biçimleri üzerine ürettiğin eserler ve serileri Ferruh Başağa’nın farklı zamanlarda oluşturduğu biçimsel soyutlamalarıyla bir araya getiriyor, bu da serginin bağlamını oluşturuyor, izleyiciye bir bakış açısı sunuyor. Ferruh Başağa'nın eserlerine kendi perspektifinden baktığında onları nasıl okuyorsun? Başağa'nın eserleriyle bir yakınlık kurabiliyor musun?


DT: Ferruh Başağa’nın eserlerine baktığımda dışa dönük bir hareket görüyorum. Hızlı ve sert hatlı. Öte yandan da çok duygusal, sanki katman katman hisler üst üste binmiş gibi. Baktıkça karakterlerimizin çok farklı olduğu hissine kapılıyorum. Hem bu kadar emin ve sert hatlı olması hem de bir o kadar geçirgen, puslu, belirsiz kalabilmesiyle daha kararlı, sesli ve kendini ortaya koyan bir çalışma biçimi olduğunu gözlemliyorum. Bu iki ucu eserlerinde bir arada görmek ilgimi çekiyor ve kendimi yakın hissediyorum. Sanki ikimiz de gündelik gerçeklikten uzaklaşmaya çalışıyoruz: O hızla ötesine, ileriye gitme yolunda; ben ise iyice yavaşlayıp, içeriye dönme yolundayım.


Bu farklılık ve benzerliklerin özellikle farklı dönemlerdeki sanatçıların birbirlerinin eserlerini incelerken birbirlerinden etkilemesinde önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. Bu bir tür karşılaştırmalı okuma süreci belki de. Deminki sorumu tersine çeviriyorum: Peki sence Ferruh Başağa senin eserlerini görse ne düşünür, ne hissederdi veya sen onun ne hissetmesini isterdin?


DT: Keşke hayatta olsaydı. İşlerim hakkında ne düşünürdü, aramızda nasıl bağlar kurardı çok merak ediyorum. Eserlerimle karşılaştığında ne hissederdi hayal ediyorum. Sanki kullandığım malzeme ve teknik çeşitliliğinden dolayı yeni bir jenerasyondan olduğumu ve içinde bulunduğum dönem sayesinde daha serbest düşünebilme fırsatımın olduğunu söylerdi. Kendisi de resmin yanı sıra vitray ve mozaik yapan bir sanatçıydı. Dolayısıyla farklı malzemeler ile kendini ifade etme dürtüsünde anlaşırdık gibi düşünüyorum. Bir de yaşadığımız dönemler, hayatlarımız, kaygılarımız çok farklı olsa da gündelik gerçekliğin ötesinde, belirsiz bir yerde durabilme ve hislerin soyut ifadelerini yansıtma çabamızda bir ortaklık görürdü belki, yani görmesini isterdim.


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisinden yerleştirme fotoğrafı


Ferruh Başağa'nın aşina olduğumuz klasik resim anlayışıyla ürettiği iki boyutta ve teknik olarak tuval yüzeyinde kaldığı, düzleme yayılan, renklere ve geometrik soyutlamaya dayalı, görece karmaşık sayılabilecek bir üslubu var. Bu, o dönemin özellikle resim ve heykel disiplinlerinde benimsenen katı kurallar içinde değerlendirildiğinde neden sonuç ilişkisi kurulabilecek bir durum. Sen ise sadeliğe ve şiirselliğe dayalı bir ifade biçimini benimsiyorsun. Hatta bunu üçüncü boyutta, kişisel deneyimin direkt bir biçimde izleyicinin algı sürecine dahil olduğu bir yapı içinde kullanıyorsun. Örneğin Arter'de Eda Berkmen'in küratörlüğünde açılan Koyun Koyuna sergisindeki Hiçbir Yerde ve Meşher'de Selen Ansen'in küratörlüğünde açılan Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin? sergisindeki Aralık adlı yerleştirmelerin bu şekildeydi. Mekâna yayılan bu eserler bir anlamda biçimsel olarak Başağa'nın eserleriyle yakınlık kurarken duygusal açıdan onun eserlerinden çok farklı bir bakış ortaya koyuyor. Bu ve benzeri işlerin onun eserleriyle yan yana geldiğinde düşüme biçimlerinizdeki iki boyut ve üç boyut arasındaki geçiş sence bir tür karşılaştırmalı okumaya zemin hazırlıyor mu?


DT: Evet böyle bir yerden karşılaştırma yapabiliriz sanırım. Ben lisans eğitimimi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sahne Dekorları, Kostüm ve Kukla Bölümünde yaptım. Yani formasyonumun temelinde mekâna ait düşünmek, mekânı bir tuvalmiş gibi algılamak var.

İçinde bulunduğum mimari işimi şekillendiriyor. İki boyutlu çalışmalarımda bile işin sadece kendisi değil, mekân içinde nasıl sergilendiği ile tamamlandığını düşünüyorum. Dolayısıyla eser ve izleyici karşılaşmasını, aralarındaki fiziksel pozisyonu önemli buluyorum. Sadece görme duyusu ile değil; dokunma, koklama, duyma gibi bir çok duyu ile deneyimlemeyi önemli buluyorum. Bu sebeple de yukarıda bahsettiğin mekâna özgü yerleştirmeleri yaparken izleyicinin sadece bakması değil, başka duyuları ile de hissedebilmesini istiyorum. Ferruh Başağa’nın yüzey üzerinde yaptığı şeyi belki de ben mekân içerisinde yapmaya çalışıyorum diyebiliriz.


Öte yandan Ferruh Başağa’nın dönemi sanatsal alanların birbirinden çok daha net bir şekilde ayrıldığı, daha katı kuralların olduğu bir zaman. Bizler bugün kendimizi tek bir alan üzerinden tarif etmek zorunda değiliz, daha belirsiz bir tanımda kalabilme özgürlüğümüz var. Ben bu sayede birçok malzeme ve teknik ile çalışabiliyorum. Ama temelde paylaştığım, aktarmaya çalıştığım hisler, oluşturmaya çalıştığım atmosferler hep birbiri ile bağlantılı oluyor.


Ferruh Başağa bulunduğu çağ itibariyle sanki bir teknikte, bir malzemede, bir konuda uzmanlaşmayı benimsiyor. Ben ise, kendi dönemimin de etkisiyle, hiçbir malzemede tam anlamıyla uzmanlaşmayı amaçlamadan hep bir tanıma, anlamaya çalışma, beraber ne yapabiliriz diye bakma sürecini benimsiyorum. Bu bir anlamda hep amatör kalabilmek ve böylece malzemenin kendisine bakmak, anlamaya çalışmak, onunla bağ kurmak ve ona hayran olmak demek belki de.


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisinden yerleştirme fotoğrafı


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisi bence tüm bu benzerlik ve farklılıklar üzerinden kapsamlı bir çerçeve çiziyor. İşte tam burada serginin küratörü olarak sana sormak istiyorum Derya: Sanatçılar arasındaki ilişkiyi serginin kavramsal çerçevesini hazırlarken sen nasıl yorumladın? Sence iki sanatçının işleri birbirlerinin devamı veya tamamlayıcıları gibi düşünülebilir mi?


DY: Ferruh Başağa, Cumhuriyet Dönemi Türk resmini kuran ressam kuşağının önemli sanatçılarından biri. Türkiye’de saf soyut resmi ilk kez uygulayan sanatçı 1914 doğumlu. Başağa, 1940’lı yılların sonunda soyuta yönlenmiş, 1980’li yıllardan itibaren saf geometrik soyutlamaya adanmış yapıtlar vermiş ve çağının dinamizmini temel almış. Defne Tesal ise 1985 doğumlu, disiplinler arası eğitimi ve pratiği olan genç kuşak bir kadın sanatçı. Başağa’da birer hareket/devinim unsuru, dinamizm olarak ortaya çıkan tavır, Tesal’da aksine zamanın sürekli ileriye dönük hızına karşı yavaşlamayı, daha akışkan, daha durağan hareketleri temel alıyor; yüzeyden taşıp fiziksel mekâna bulaşıyor.


Ferruh Başağa bir söyleşisinde soyut sanatla kurduğu ilişkiyi şu cümlelerle tanımlıyor: “Soyut sanat, ressamın aklında şekillendirip yarattığı bir eserdir ve bu açıdan düşünceye ve akla dayanan çağımızı simgeler (…) aşırılık ve hareket çağımızın değişken ve dinamik yaşamına tümüyle uygundur.” Bu perspektifte sanatçının kendi dönemiyle, çağın gelişmeleri ile yaşam tarzlarının dönüşümü ve sanatın o günkü anlamıyla ilişkilendirdiği bir bağlam görürsünüz. İlk bakışta Modernitenin tüm ütopyalarını kucaklayan bir geleceğin inşası ve buna olan inancı da duyumsarsınız. Açıkçası iki sanatçı arasında beni şaşırtan ve onları bir araya getirme fikrimin doğmasında yol açan ilk detay buydu. Çünkü, Ferruh Başağa’nın bu perspektifine kontrast bir şekilde Defne’nin tam da kendi çağının baş döndürücü hızı karşısında yavaşlama arzusuna sahip olması benim için çıkış noktasıydı. Defne Tesal, ütopyalara olan inancın yok olduğu günümüz dünyasının distopik gerçekliklerini durmadan deşmek yerine içe dönme dürtüsünün peşinde olan sanatçılardan biri. Onun hem yaşamsal/karakteristik hem sanatsal ritmindeki ağırbaşlılığı işlerindeki döngüselliği de besliyor. Dolayısıyla, nasıl oluyor da varoluşlarındaki bu zıtlığa rağmen iki sanatçının anlatım dilleri bu kadar birbirine yaklaşıyordu? Bu nedenle, tekrarlayacak olursam ister jenerasyon, ister görüş, ister düşünsel farklılıklar bu kadar derin olsun, Ferruh Başağa ve Defne Tesal arasında kurulabilecek ilk ortaklık, saf ve zorunlu olanı keşfetme arzusu olarak görülebilir. Benim için iki sanatçı da saf ifade yoluyla içeriği açığa çıkarmak için bilinçaltıyla mücadeleyi veya dansı temsil ediyor. Bu bakımdan soyutlama, bilme sürecinde gerekli olan bir yöntemdir. Ben de günümüz sanatının bir bilgi formu olduğunu düşünüyorum.


 

“Ben artık gördüklerimin değil, düşüncelerimin resmini yapıyorum’ diyor Ferruh Başağa. Saf olanın peşine takılan, öngörülü, incelikli, rafine bir arayış bu. Defne’de de aynı anda hem farklı hem de ortak bir arzunun devamını gördüğümü söyleyebilirim.

-Derya Yücel

 

Teknolojik gelişmelerin, dijitalleşerek hızla yayılan bilginin ve kitlesel iletişimin son 20 yılda yaşam biçimlerimiz üzerinde yarattığı değişim 19. yüzyılın tamamındakine yakın hatta bundan fazla olabilir. Gündem hızla değişirken bakış açılarımız bunu izliyor ve bilgi artık çok kısa sürede güncelliğini yitiriyor. Dolayısıyla güncel/çağdaş sanat kavramını tanımlamak da giderek zorlaşıyor. Serginin adı Böyle Rüyadaymış Gibi bana ilk anda sanattaki bu uçucu, değişken, hızla dönüşen tanımlama durumunu çağrıştırdı. Başka dünyalara ait olduklarını düşünebileceğimiz, farklı bakış açılarına sahip iki sanatçıyı bir arada sergileme fikri nasıl ortaya çıktı? Bu birliktelikle sergide nasıl bir anlatıya dönüştü? Serginin küratörü olarak seni bu sergiyi oluşturmaya iten en büyük motivasyon neydi?


DY: Sergi, başlığını Balzac’ın Seraphita isimli romanında geçen bir cümleden alıyor: “Nasıl olup da böyle rüyadaymış gibi, görünenle görünmeyenin sınırında oturduklarını ve nasıl olup da görüneni göremediklerini, görünmeyeni ise görebildiklerini anlayamıyorlardı” cümlesi. Bu bana hem soyut sanatı hem de rüyaları çağrıştırdı. Sergi, aynı zamanda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1952 yılında Ferruh Başağa sergisi üzerine yazdığı bir makalede geçen cümleden esinleniyor: “Ne görünüş ne realite vardır. Sadece renkler vardır” diyor Tanpınar. Böyle Bir Rüyadaymış Gibi sergisinin çıkış noktası, “İki farklı kuşak sanatçının üretimlerini bir arada görmenin soyut sanatın imkânlarını, genişliğini ve sürecini gündeme getirmek dışında soyut sanatın bugünkü anlamı ve kavramsal dönüşümü üzerine de fikir verebilir mi?” sorusu oldu.


Soyutlama, bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlemdir. Bilimsel açıdan varlığın yani kozmosun temel ilkelerini makro ve mikro düzeyde tanımlama işlemine benzer yöntemler soyut sanat anlayışında da vardır. Geometrik soyut anlayışa göre sanat, evrenin değişmez yasalarının bir tür yansımasıdır. Öte yandan soyutlamanın metafizik duyuş ve seziş kabiliyeti, ontolojik, felsefi ve mistik olanla yan yana konumu çok güçlü. Aslında görünene dair fenomenleri aşan tinsel bir gerçekliğe işaret etmekte. Dolayısıyla ikili bir yaklaşımdan söz edebiliriz. Bu anlamda kuşaklararası iki sanatçının üretimlerini birbirlerinin devamı gibi düşünmenin ötesinde farklı dünyaların kesişmesi olarak ele almak istedim.


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisinden yerleştirme fotoğrafı


Sergi kavramsal temelini sözünü ettiğin şekilde Borges ile Balzac’ın kültürel mirasından alıyor ve bence görüntü kavramının, gördüğümüz, gördüğümüzü sandığımız, göremediğimiz, hatta göremediğimizi sandığımız şeyler ile hissetme biçimlerinin sınırlarını sorguluyor. Bu anlamda imge ve sanat eseri kavramları ile görme eyleminin doğası arasındaki geçişlilik durumunu, bunların birbirine nasıl ya da ne zaman dönüştüğünü sorguluyor. Serginin küratöryel çerçevesi nasıl ortaya çıktı? Bunlar, üzerinde çalıştığın konular mıydı yoksa iki sanatçının eserlerini zihninde eşledikten sonra mı bu konulara yoğunlaştın?


DY: Evet, soyut sanat eğitim sürecimde ilgilendiğim, daha sonra küratöryel pratiğimde aralıklı olarak ele aldığım bir konu. Soyut sanatın dünyadaki tarihsel sürecini kültürlerin farklı görme biçimleri bağlamında aydınlatıcı buluyorum. Hem düşünsel hem estetik bağlamda Doğu felsefesinde gelişen ve Batı’da 1900’lü yıllarda tezahür eden soyutlama anlayışı hem manevi hem de bilimsel bir tür “görme” biçimi. Doğu, görünen âlemin ötesindeki görünmezi tasarlar. Soyutlama, maddeden anlama evrilerek fizik ötesi bir düşünceyle şekillenmiş bir tür mistik gereklilik ve tefekkürün estetiği olarak karşımıza çıkar. Batıda amaç olan sanat, çok uzun zaman mimesis kavramıyla gerçekliğin temsiline yönelir ve sanat ile birlikte dünyayı merkezine kendisini alarak nesnel bir bakış ile inceler. Berger, “Her imgede bir görme biçimi yatar" der. Bana göre görünmeyeni görmek, görünmeyenin peşine düşmek soyut sanatı tarif eden bir tanım. Dolayısıyla soyut sanatın, teknoloji, bilim ve estetikle ilişkisi ötesinde ontolojik, felsefi ve mistik olanla yan yana konumu çok güçlü. Aslında görünene dair fenomenleri aşan tinsel bir gerçekliğe işaret etmekte. Jung, sanat yapıtlarını rüyaya benzetir çünkü soyut sanat tıpkı rüyalar gibi bütün açıklığına karşın kendini salt gerçeklikle ilişkisi üzerinden açıklayamaz. Rüyalar da olduğu gibi sanat yapıtının anlamını kavrayabilmek için sanatçıyı olduğu gibi bizi de şekillendirmesine izin vermemiz gerekir.


Soyutlama hem görünür hem de görünmez bir dünya sunar. Tıpkı rüyalar gibi, sanat yapıtı da gören ve görünen arasındaki bir eşiktir. Rüyaların, nesnel ve gerçek dediğimiz bu dünyanın varlığından, gerçekliğinden hatta dünyaya ilişkin tüm bilgiden şüphelenmemizi sağladığı gibi, soyut sanat da sanatçıların daha varoluşsal ve felsefi bir çözümlemeye duydukları ifade arzusunu ortaya koyar. “Ben artık gördüklerimin değil, düşüncelerimin resmini yapıyorum” diyor Ferruh Başağa. Saf olanın peşine takılan, öngörülü, incelikli, rafine bir arayış bu. Defne’de de aynı anda hem farklı hem de ortak bir arzunun devamını gördüğümü söyleyebilirim.


O halde serginin ortaya çıkış sürecine bir de Defne’nin tarafından bakalım. Derya sana serginin kavramsal çerçevesinden bahsettiğimde ne hissettin? Derya’yla diyaloğunuz sırasında serginin bir parçası olmayı kabul etmende kavramsal çerçevenin etkisi ne kadardı? Bu serginin senin sanatsal bakışına bir katkısı oldu mu? Seni Ferruh Başağa’nın eserlerini yeniden okumaya, onlar hakkında yeniden düşünmeye yönlendirdi mi?


DT: Derya ilk kez bana böyle bir sergi yapmak istediğini söylediğinde çok heyecanlandım. Hem Ferruh Başağa’nın eserleri ile yan yana olmak, hem de Derya’nın oluşturduğu atmosfer içerisinde yer almak benim için ufuk açıcı oldu. Kendimi Derya’nın bu sergi için kurduğu kavramsal dünyaya ait hissettim. Belirsiz, uçucu, hislere ve duyulara dayalı, güncelin ötesinde; rüyadaymış gibi. Her dönemin kendi kaideleri ve gerçekleri var, ama her dönem bu gerçeklikten uzaklaşabilme aralıklarını da içinde barındırıyor. Yöntemler değişiyor, kurallar, beklentiler çeşitleniyor, ama her yaşanan sözde gerçeklik kendi kaçış noktalarını da beraberinde getiriyor. Rüya ve gerçek dediğimiz ikili birbirinden ayrılamaz parçalar. Ben bu sergi sayesinde rüya tarafına ait olan atmosferin içerisinde yer almaktan çok mutlu oldum. Derya sergi için benim işlerimden geniş bir seçki yaptı. Seçtiği işlerimi onun kurduğu kavramsal çerçeve içerisinde tekrar tanımlamak kendimi ve pratiğimi daha iyi anlamama yol açtı.

Ferruh Başağa çocukluğumdan beri çok sevdiğim bir ressam ama açıkçası hiç bir zaman niye sevdiğimi veya aramızda nasıl bir bağ kurduğumu düşünmemiştim. Derya’nın bizi yan yana getirmesi sayesinde hem eserlerini daha yakından izleme/deneyimleme fırsatım oldu hem de aramızda olan benzerlikler ve farklılıklar üzerinden sevdiğim bir ressamı ve dolayısıyla kendimi daha detaylı algılama fırsatım oldu.


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisinden yerleştirme fotoğrafı


Türkiye’deki sanat çevresinde farklı kuşağa ait sanatçıların özellikle modern ve çağdaş olarak kategorize edilmişlerse, çoğu zaman birbirlerinden çok farklı olacaklarına, yan yana geldiklerinde ortaya benzerliklerden çok karşıtlıkların çıkabileceğine dair yerleşik bir düşüncenin olduğuna inanıyorum. Bu fikrimi desteklemek adına benzer şekilde açılan sergilere, müzelerin veya sanat kurumlarının arşiv nitelikli sergileri haricinde ancak son yıllarda daha sık rastladığımızı söyleyebilirim. Sanırım bu bir tür tabuydu ve iyi ki aşıldı, aşılıyor. Böylelikle alışık olmadığımız türden eşleşmeleri görebiliyor, yeni okuma eksenlerini izleyiciyle paylaşabiliyoruz. Peki sen bu konuda ne düşünüyorsun Defne? İzleyiciler veya sanat profesyonelleri tarafında bu tip kanıksanmış bir düşünceden söz edilebilir mi? Sergiden bu durumu tersine çevirebileceği yönünde bir adım atabileceğine dair bir beklentin var mı?


DT: Yaşadığımız zaman ve mekân tabii ki bizi şekillendiriyor. Düşüncelerimiz, tepkilerimiz, çıktılarımız farkında olmasak bile hep bulunduğumuz koordinatlar ile paralel. Öte yandan bence zamansız ve mekânsızız da. Daha doğrusu bulunduğumuz dönem ve coğrafyanın ötesinde, hepimizin dahil olduğu ortak bir alanımız da var. O ortak alandan bakınca bizi farklılaştıran şeylerden çok daha güçlü bir birleştiricinin olduğunu hissediyorum.


Bu serginin ikili olarak kurgulanması, karşıtlıklar ve benzerlikler üzerinden ikilikleri ya da ikilemeleri ortaya çıkarabileceğini üzerinden düşündüğümüzde benim için daha da önem kazanıyor. İkili sergiler yine bu şekilde grup sergilerinden de ayrılıyor ve izleyiciler için serginin konusuna, sanatçıların anlatılarına odaklanmaya olanak sağlıyor. Siz buna katılıyor musunuz? Sizce çok sanatçılı bir sergi ile bir duo arasındaki temel farklar neler? Bu serginin bir duo olarak kurgulanmasının sanatçıların ve küratörün söylemine ne gibi katkıları var? Böyle Rüyadaymış Gibi, çok sanatçılı sergilerle kıyaslandığında izleyicisine ne gibi bir anlam ve anlatı kurgusu sunuyor?


DY: İkili sergilerin etkisini önemsiyorum. Bu tür bir model, öncelikle sanatçıların kendi pratiklerine başka bir sanatçının gözünden bakabilmelerine, izleyici açısından da sanat pratiklerini tarihsel ya da karşılaştırmalı bir sahneden okumalarına alan açıyor. İkili sergilerde; farklı zamanda, farklı mekânda ve farklı sanatçıların ürettiği yapıtlar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaracak ve izleyicinin de farklı bir perspektiften bu ilişkilere bakabilmesine imkân yaratacak şekilde bir kurgu yaratmaya çalışıyorum. İki sanatçının pratikleri arasındaki kesişmeleri, karşılaşmaları, zıtlıkları ya da aynı minvali paylaşma hallerini ortaya çıkarmayı ve bunun sonuçlarını geliştirici buluyorum.


DT: Ben izleyici olarak baktığımda, Derya’nın bu sergiyi kurgulayış şekli sayesinde eş zamanlı olarak hem bir diyalog, hem de iki monolog deneyimliyorum. İkili bir sergi olması sayesinde daha geniş bir zaman algısı oluşturuyor, bu dialog ve monologları deneyimlemeye fırsat yaratıyor.


Böyle Rüyadaymış Gibi sergisinden yerleştirme fotoğrafı


Sergiyi daha geniş kitlelerle paylaşabilmek adına, örneğin küratörlü sergi turları ya da söyleşiler gibi planladığınız farklı etkinlikler var mı? Serginin ardından arşive ne kalacak?


DY: Sergi açılışından yaklaşık bir ay sonra söyleşi gerçekleştirdik. Nâzım Hikmet Kültürevi'ndeki sergi alanında gerçekleştirdiğimiz söyleşiye Defne Tesal, ben ve Ferruh Başağa'nın torunu İlhan Demirer konuşmacı olarak konuk olduk. Moderatörlüğünü Dilan Deniz'in yaptığı söyleşide, Türkiye'de soyut resmin tarihsel süreci ve sanatçılar üzerindeki etkileri, Ferruh Başağa'nın yaşamı ve çalışmaları ile Defne’nin pratiğini sergi bağlamında ele almıştık. Katılım oldukça sevindirici olmuştu, özellikle Uludağ Üniversitesi sanat öğrencilerinin ilgisi önemliydi.

Commenti


bottom of page