SALT’ın üyesi olduğu Avrupa müzeler konfederasyonu L’Internationale’nin Our Many Europes [Avrupalarımız] programı kapsamında gerçekleştirilen sergisi Sahnede 90’lar 12 Şubat 2023’e dek SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da devam ediyor. Türkiye’de politik ve ekonomik açıdan istikrarsız geçen, sanat sahnesinde “disiplinlerarası” kavramının ortaya çıktığı bu on yılı anlamak için performans kavramını bir anahtar olarak kullanan sergiyi programlayan Amira Akbıyıkoğlu ile konuştuk
Röportaj: Ayşe Draz
Amira Akbıyıkoğlu, Fotoğraf: Mustafa Hazneci, SALT
Politik ve ekonomik açılardan istikrarsız olmasına rağmen 2000’lerde hız kazanacak hak mücadelelerinin mayalandığı 1990’lı yıllar, Türkiye’de sanatsal üretim açısından sahnenin sokaklara açıldığı, sokakların birer sahneye dönüştüğü, değişik disiplinlerden gelen sanatçıların hem disiplinlerarası çalışmalarını tetikleyen bir araç ve aracı olarak, hem de kendilerini ifade etmenin ve izleyicileri ile ilişki kurmanın farklı biçimlerini denedikleri çeşitli performanslar gerçekleştirdikleri hareketli yıllar olmuştur. 1979 yılının sonlarında doğmuş ve performans alanında sanatsal üretimleri ile araştırmalarına devam etmeye çalışan biri olarak bu denemelerin maalesef ancak çok azına şahitlik etmiş olsam da birçoğuna dair yeterince bilgim ol-a-maması, bana bu alandaki kolektif belleğin neden oluş-a-madığı sorusunu sıkça düşündürtmüştür. Örneğin son yıllarda çoğalan ve Türkiye’nin farklı köşelerinde yer alan gösteri sanatları festivallerinin birçoğunda Asos Gösteri Sanatları Festivaline dair deneyim aktarımının kesintiye uğramış olduğu hem bu festivallerin organizasyonu hem de yerel izleyici ile kurdukları ilişkide kendini gösteriyor; elbette istisnalar da yok değil. Kaldı ki ben bu festivali hiçbir zaman fiilen deneyimleyememiş olsam da festivalde yer almış bazı toplulukların ve sanatçıların başka işleri ile sıkça karşılaşmış ve de festivale dair hikâyelerin sözlü aktarımına yetişecek kadar "yaşlı" olduğumdan, en azından onu bir referans noktası olarak değerlendirebiliyorum. Unutmanın, unutturulmanın ve unutabilme kapasitesinin, hem en büyük lanetimiz hem de en önemli nimetimiz olduğu bir coğrafyada yaşıyor olmamızın eminim ki bu kolektif belleğin oluş-a-maması üzerindeki etkisi büyük; ancak bugünden ve buradan yıllar öncesi ve kilometreler ötesindeki Avrupa’daki avangart akımlar hakkında bile bazen 1990’larda Türkiye’de yer almış denemelerden daha fazlasını biliyor olabiliyoruz; bu da bizlerin ve de arkamızdan gelen genç nesillerin sanatsal üretimlerine katkı sağlayabilecek, çizgisel olmasa da devam eden bir sürekliliğe veya gerçekleşen kırılmalara dair bir farkındalık yaratabilecek müthiş bir zenginlikten mahrum kalmamız anlamına geliyor bence. 1990’larda bazı sanatçılar o dönemdeki imkansızlıklara ve zorluklara rağmen kendi arşivlerini oluşturmuş olsalar da bu arşivlerin çoğu henüz kamusal erişime açılmış değil. 15 Eylül 2022’de SALT Beyoğlu’nda açılan ve 12 Şubat 2023’e dek sürecek, Amira Akbıyıkoğlu tarafından, Emirhan Altuner (tasarım ve prodüksiyon) ve Gül İçel (proje asistanı) ile araştırmacı Mine Söyler iş birliğinde programlanan Sahnede 90’lar sergisi, o dönemin sanatsal üretimlerine dair zengin bir arşiv ve araştırma çalışmasını, içinde var olduğu bağlamı, etkileşimde olduğu pop kültür gibi diğer unsurları da görünür kılarak erişime açıyor. Aynı zamanda, 90’larda tohumları atılmış bazı toplulukların ve o dönemde sanatsal kimlikleri şekillenmiş bazı figürlerin bugün gerçekleştirdikleri üretimleri izleyici ile buluşturmayı hedefleyen Açık Prova gibi paralel etkinliklerin de eşlik ettiği ve benim için birçok açıdan çok önemli bir yere sahip olduğu için kesinlikle kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm bu serginin bir dönemi tümüyle temsil etme veya Amira Akbıyıkoğlu’nun da belirttiği gibi “bir performans tarihi yazma ya da bir performans antolojisi sunma iddiasında” olmadığının da altı çizilmesi lazım.
Sahnede 90’lar sergisinden görünüm, Salt Beyoğlu, Eylül 2022, Fotoğraf: Mustafa Hazneci (SALT)
Sahnede 90’lar sergisi kapsamında odağınıza aldığınız “sahne” ve “performans” kavramlarını kabaca nasıl tanımladığınızdan biraz söz edebilir misin?
“Sahne” ve “performans” 1990’lı yılları irdelemek için alet çantasından çıkardığımız iki kavram. Sergi, her iki kavramın da ne denli geniş bir yelpazede ele alınabileceğini işaret etmeye yelteniyor. Sahnenin, (gündelik) hayatla bağlantılı olmalı fikrinden yola çıkıldı. Sahne gündelik hayata açıldıkça performans ufkunu genişletiyor, performans yeni mecralara sıçradıkça sahne, sanatın ötesine geçiyor. Sergi de bu karşılıklı bağımlılığa dayanan ilişki temelinde 90’lara bakıyor.
Politik ve ekonomik açıdan çalkantılı ve istikrarsız bir dönem olmasına rağmen sence 90’lardaki kültür, sanat, performans ve eğlence sahnesindeki dinamizmi tetikleyen unsurların neler olduğunu düşünüyorsun?
Evet bütün bunlar aynı dönemin farklı yüzleriydi. Dolayısıyla nereden bakıldığına bağlı olarak çok çeşitli 1990’lardan bahsetmek mümkün. Nurdan Gürbilek Vitrinde Yaşamak kitabında 1980’lerin ilk yarısına darbe ve baskının, ikinci yarısına ise özgürleşme ve sivilleşmenin damgasını vurduğunu belirtir: “İlkinin bastırdığını ikincisi kışkırttı, dönüştürüp içermeye çalıştı. İkincisinin kışkırttığını ilki bastırmaya çalıştı. İki strateji, iki farklı söylem [...] 1980’lerde adeta çakışmıştı”. 90’lara gelindiğinde bu tezatlık Türkiye dinamikleri üzerinden okunacak, yerel gündemle ilişkili bir tezatlık olmaktan çıkıyor. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Demir Perde’nin dağılması, İstanbul’un kültürel ve ticari dolaşım hattına tekrar yerleşmesi gibi etkenler baş gösterince 80’lerde palazlanan çelişkideki mesafe iyiden iyiye açılıyor.
O dönemde yükselişte olan pop kültürü ile dönemin sanat üretimleri arasında nasıl bir etkileşim mevcut? Bu etkileşimi mümkün kılan koşullar, yaklaşımlar sence nedir?
Sergi bağlamında bu etkileşimi kurmaya “sahne” kavramı aracılık etti. Can Kozanoğlu Pop Çağı Ateşi kitabında 90’lı yıllara hâkim olan pop çağı kültüründen bahsediyor. Bu kültürün taşıyıcı kolonlarından biri de pop müzik. Pop müziğe dair yeni olan şey ise merkezi oluşturan bir kültüre, bir kimliğe denk düşmesi. Söz konusu dönemde hem içerik hem form anlamında deneyselliğin kendini gösterdiği formatlardan biri de müzik klipleri. Kitlelere ulaşan tek bir video klip, alternatif bir tarzı yükselişe geçirebiliyor, cüretkârlığıyla izleyenleri zorlayabiliyor ya da şoke ediyordu. Bu klipler sadece kent ve star kültüne katkıda bulunmakla kalmayıp toplumsal cinsiyet, kadın-erkek güç dinamikleri gibi konularda dönemsel sosyolojik tespitlere de imkân veren önemli kültür üretimleriydi.
Chapel of Change, Uyuyan Su [Sleeping Water], 3. Assos Gösteri Sanatları Festivali, 1997, Fotoğraf: Nurgül Polat
Neticede Sahnede 90’lar sergisi, muhtelif kaynaklardan toplanmış arşivler üzerinden performans temelli işleri öne çıkararak bir dönemin dinamiklerine ışık tutuyor. Ancak eminim elinizdeki arşivler içerisinden bir seçki yapmak ve izleyici için kolay takip edilebilir bir izlek oluşturmak çok da basit olmadı; nelerin sergide yer alıp alamayacağına, nelerden vazgeçilmesi gerektiğine karar vermek kolay olmadı. Hem arşivlere ulaşma hem de aralarından bir seçki yapma sürecinde ne gibi zorluklarla karşılaştınız; seçkinizi yaparken bunu hangi unsurlar üzerine temellendirdiniz?
Sahnede 90’lar arşiv ve araştırmaya dayalı bir sergi olmakla birlikte makro bir performans tarihi yazma ya da bir performans antolojisi sunma iddiasında değil. 90’lı yılları merceğine alırken “sahne” ve “performans” kavramlarını merkeze koyup 1990’larda yaşadığımız kültürel açılımı çeşitli yüzleriyle irdelemeyi amaçlıyor. Sokak, disiplinlerarasılık, topluluk ve ortam oluşturabilme gücü, özel televizyonların yol açtığı dönüşümü de içine alarak kültür tarihinden bir potpuri sunuyor. SALT Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi’ne açılan giriş katında 90’lar ve erken 2000’lerde sokağın sahneye dönüştüğü işlerden bir seçki yer alıyor. İstiklal Caddesi tüm kakofonisi, çatışmaları, krizleri ve absürtlükleriyle insanların kimliklerini, mücadelelerini ortaya koydukları bir sahne. Üçüncü kata çıkınca 90’lı yılların sanat üretimlerinde öne çıkan yönlerden “disiplinlerarasılık” gündeme geliyor: Seretonin sergileri, Assos Gösteri Sanatları Festivali, Kumpanya’nın tiyatro yapma biçimi. İkinci kata inildiğinde disiplinlerarasılık vurgusu 90’lardaki genç sanatçı jenerasyonu üzerinden devam ediyor: Genç Etkinlik sergileri, Disiplinlerarası Genç Sanatçılar (DAGS) Derneği ve bu derneğin organizasyonuyla gerçekleşen Performans Günleri’nden çeşitli kesitler yer alıyor. Her biri sanat ortamında “90’lar ruhu”nun hissedildiği etkinlikler. Ben bugünden baktığımda kapsayıcı, keşisimsel ve deneysel bir ruh olarak tarif edebiliyorum. Sonrasında 90’ların en yaygın sahnesine dönüşen özel televizyon kanalları devreye giriyor.
SALT Galata Kat -1’deki bölümünde aksiyon mimarı ve koreograf Mehmet Sander’in 1990’lı yıllarda tasarladığı sekiz işini içeren bir sunum yer alıyor. Bir dans parçasının diğerini takip ettiği kurgu, izleyiciyi bir uçtan diğer uca yönlendirerek bir devinim yaratıyor. Bu sunumun karşısında, Burak Delier’in Kriz ve Kontrol (2013) ile Ecinnilerin Şarkıları (2014) videoları konumlanıyor
"Sahnede 90’lar arşiv ve araştırmaya dayalı bir sergi olmakla birlikte makro bir performans tarihi yazma ya da bir performans antolojisi sunma iddiasında değil. 90’lı yılları merceğine alırken 'sahne' ve 'performans' kavramlarını merkeze koyup 1990’larda yaşadığımız kültürel açılımı çeşitli yüzleriyle irdelemeyi amaçlıyor. Sokak, disiplinlerarasılık, topluluk ve ortam oluşturabilme gücü, özel televizyonların yol açtığı dönüşümü de içine alarak kültür tarihinden bir potpuri sunuyor."
Sergiye girişte bizi ilk karşılayan –hem de tam karşımızda- Candan Erçetin’in Hangi Aşk Adil ki adlı şarkısının 1995’te Mete Özgencil tarafından çekilmiş müzik klipi oluyor. Hatta bir anlamda bu video Beyoğlu’nu aynalıyor ve bizi adeta zamanda yolculuğa çıkarıp 1990’ların Beyoğlu’na taşıyor. Klipin en başında da klip çekilirken koruma kullanılmadığı belirtilmiş. Bu karşılama bence izleyici için bugünle bir kıyaslama yapabilmesi için müthiş bir olanak sunuyor. Buna benzer bir şekilde, serginin ikinci katındaki bir bölümde neredeyse sadece, Dokun Bana ve Gece Jimnastiği gibi dönemin özel televizyonlarında yayınlanan programlara yer verilmiş. Bu örnekler adeta o dönem bedenle kurulan, kurulması beklenen ilişkiyi temsil ediyor; bize biraz bundan söz edebilir misin?
Evet haklısın. Hangi Aşk Adil ki şarkısının klipi “Çekimler sırasında özel koruma kullanılmamıştır. Teşekkürler Beyoğlu” notuyla açılıyor. Tarih 3 Aralık 1995 Pazar, saatler 14.30’u gösteriyor. Siz SALT Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi’ne açılan giriş katındaki podyumda yürürken Candan Erçetin ve arkasındaki kalabalık da Taksim Meydanı istikametine yürüyor. Arka plandaki şehir manzarası ise alabildiğine değişmiş. Buna bağlı olarak hareket biçimleri ve bir arada bulunma (hareket etme) hâlleri de tabii. Sergi, 90’lı yıllardan hareketle bugünü, bedenimiz ve dış dünyayla kurduğumuz ilişkiyi, sokağı ne derece sahneye dönüştürebildiğimizi değerlendirmek için bir aracı olarak görülebilir. Sahte bir nostalji yaratmak değil buradaki hedef. Artık sokakta nasıl yürüyoruz? Tepki verdiğimiz şeyler değişti mi, ne derece değişti? Televizyon programlarından seçili kesitler ise ne denli absürt olursa olsun sokağın performansa ne kadar açık olduğunu ispatlıyor bana kalırsa. İnönü Stadı’ndaki maça giderken vücudunu mangal külüyle siyaha boyayan ve bunun için bir aydır plan yapan fanatik Beşiktaş taraftarı günlük hayatla sanat arasındaki ayrımı muğlaklaştırıyor. Dokun Bana yarışması da bu muğlaklığın altını kalın kalın çiziyor. Bir alışveriş merkezinde (televizyon) kameralar(ı) için yapılmış bir performans diyebiliriz. Spekülatif yaklaşacak olursak şöyle tarif edilebilir hatta: Dokun Bana, bir sanatçının stüdyosunda tek başına ya da bir performansçı grubuyla gerçekleştirdiği bir iş olsaydı açıklama şöyle başlardı: Performansçılar son model bir arabayla ilişkili bir dizi duruşu denerken görülür.
Mecralar da değişiyor elbette. Bir sergi turunda “90’larda televizyon ne kadar renkliymiş, şimdi değil” şeklinde bir yorum yapıldı. Evet öyleydi. Pek ihtimal vermem ama belki bazıları için hâlen öyledir. Bu renklilik transfer oldu. 20 sene sonra, 2020’lerdeki sahnelere odaklanan bir küratör büyük ihtimalle TikTok’a bakacak, onu da çalışacak.
Çizer Lamia Karaali Seretonin II sergisi sırasında Yedikule Gazhanesi’nde bir performansa hazırlanırken, 1992, Eliza Proctor arşivi
Sergide yer verdiğiniz ve dönemin sanat üretimlerinde ön plana çıkan ve benim aklımda kalan figürlerden bazıları Hüseyin Katırcıoğlu, Taner Ceylan ve Kumpanya tiyatro topluluğu; ön plana çıkan bazı etkinler ise Assos Gösteri Sanatları Festivali ile Seretonin sergileri. Birer cümle ile de olsa bu figürlerin 90’lardaki üretimlerinin önemi ile bu etkinliklerin izlerinden bahseder misin?
Oyuncu ve yönetmen Hüseyin Katırcıoğlu’nun (1953-1999) yeni üretimlere ve müşterek çalışma biçimlerine imkân sağlamaya verdiği önem hem bireysel pratiğinde hem de diğer girişimlerinde görülebiliyor; özellikle Assos Gösteri Sanatları Festivali Katırcıoğlu’nun öncü vizyonunun izlerini taşıyor. Sofra Sanatı (1996) ve Sünnetli (1999) işlerinde ise hâlen güncelliğini koruyan iki meseleyi gündemine alıyor: inşaat sektöründeki rant ve yolsuzluk ile erkekliğin inşası. Katırcıoğlu o kadar çok insanın hayatına dokunmuş ki. Çatıdan düşüp vefat etmesiydi ve Kasımpaşa’daki eski un fabrikasını planladığı gibi bir gösteri sanatları merkezine dönüştürebilseydi neler farklı olurdu diye düşünmeden edemiyor insan.
Taner Ceylan’ın Monte Carlo Stili (1995) şehir efsanesi şeklinde anlatılan bir performans. Resimlerini sergileme fırsatı bulamayan genç sanatçının boş bir vaadi bir happening’e çevirmeye karar verip İstanbul’u oyuna getirmesi bugün hâlen çok cesur. Ruhen de hep genç kalacak bir iş bence.
1991’de Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu tarafından Tarlabaşı’ndaki Manastır (ISM) binasının birinci katında kurulan Kumpanya ise kimliğini sürekli parçalayarak yeniden öğrenmeye, kendini farklı şekillerde var etmeye çalışmış bir topluluk. Sahnesi’ni bir "tiyatro salonu" gibi değil, bir "oyun mekânı" olarak tanımlamayı tercih etmiş ve her oyununda mekânı tümüyle yeni baştan tasarlamış.
Seretonin sergileri (1989 ve 1992) İstanbul’daki âtıl veya terk edilmenin eşiğindeki endüstriyel yapıları performatif işler için alternatif sahnelere dönüştüren muazzam etkinlikler. Önce Feshane, sonra Yedikule Gazhanesi. Açılış ve kapanış günleri gerçekleştirilecek performanslar için verilen gazete-dergi ilanları, absürt rekor denemeleri, işlerden etkilenerek yapılan sergi müzikleri. Sanatçıların yatay örgütlenmesiyle kolektif bir çabaya dönüşen bu iki sergi de 90’lı yıllarda İstanbul’da mevcut olan alternatif kültürün birebir karşılığı.
Assos Gösteri Sanatları Festivali ise disiplinlerarası ve mekâna özgü üretimi İstan - bul dışına taşıyan, örnek alınası bir çaba ve adanmışlıktan doğan bir festival. Türkiye ve yurt dışından sanatçı, performansçı, tiyatro ve kukla gruplarını bir araya getirip birbirlerinden beslendikleri bir ortam yarattığı için işin içine kültürlerarası diyalog boyutu da ekleniyor. Tabii tüm bunlar Assos halkıyla iç içe, beraber yapılıyor.
Aydın Teker, Assos Yolu, 1. Assos Gösteri Sanatları Festivali, 1995, Fotoğraf: Levent Öget
Serginin bir diğer önemli uzantısı da Digilogue desteğiyle ortaya çıkardığınız kapsamlı bir arşiv çalışmasını içeren performansarsivi.org’u kamu erişimine açmak; bu fikrin nasıl ortaya çıktığından ve bu web sitesinin nasıl kurgulandığından biraz bahsedebilir misin?
Bu arşiv devam etmekte olan bir çalışma, öncelikle bunu belirtmeliyiz sanırım. SALT arşiv yönetmeni Sezin Romi ve 2021’den beri bize bu araştırmada eşlik eden Mine Söyler ile yürüttüğümüz bir arşiv/envanter çalışması. 1980’lerin ikinci yarısından 1990’ların sonuna Türkiye’de düzenlenen performanslara ait kapsamlı bir envanter oluşturulması ve bireysel çabalarla korunup günümüze ulaşan arşiv materyallerinin derlenerek kamuyla paylaşılması amaçlanıyor.
90’lardaki sanat üretimlerini bazı anahtar kelimelerle tanımlasaydın bunlar neler olurdu? Bu anahtar kelimeler renklere, kokulara, duygulara referans verebilir.
Birebir bir renk veya kokuya işaret edemiyorum ama “enerji” derdim. Bu ener - jiyi düşündüğüm zaman aklımda beliren ilk imge plazma lambası oluyor. Plazma küresi de deniyor. İçindeki gaz karışımı elektromanyetik olarak uyarılınca renkli ışımalar gerçeklleşiyor. Küreye dokunduğunuzda paratoner gibi elektrik akımını çekiyorsunuz.
90’lardaki sanat ortamında üretimlerini gerçekleştiren bir sanatçı sence Good Bye Lenin! filmindeki anne karakteri gibi bir komaya girmiş ve bugün uyanmış olsaydı, kendisini içinde bulduğu bugüne dair neler hissederdi?
Mesela Adnan Tönel ve grubu Karga’nın üyeleri gibi happening gerçekleştiren ya da Moni Salim Özgilik gibi açık alanda mekâna özgü yerleştirmeler yapan bir sanatçıysanız sokağı oldukça değişmiş bulurdunuz sanıyorum. Bana yönelttiğin soru, sergiyi gezecekler için bir de iyi bir düşünce egzersizi olacaktır.
コメント