Sanat: Bir anti-iletişim pratiği
- Oğuz Karayemiş
- 12 dakika önce
- 7 dakikada okunur
Sanatın anti-iletişimsel kuvveti ve iletişime dayalı kurumsal bünyelerin sanata yaklaşma şekli üzerine düşünüyoruz
Yazı: Oğuz Karayemiş

Sanatın bir tür insanlararası iletişim pratiği olduğu tekrar edilen bir klişe. Özellikle yapıtları bir anlam veya öyküyle düşünme alışkanlığı (ya da seyircinin bu talebi) sanatı sanatçıyla seyirci arasında edilgen bir aracıya dönüştürür. Yahut eski yapıtlar ele alınırken bir tür kuşaklararası iletişimden bahsedilir. Böyle bir sanat kavrayışı, sanata dair zayıf bir algı oluşturur. Muhakkak sanatın iletişimsel, malumat taşıyan bir boyutu bulunur. Lâkin bu boyut, sanatın daha ziyade ilinekselliğini teşkil eder, sanatı sanat yapan kısımdan bağımsızdır. Sanat özünde bir anti-iletişim pratiğidir.
İletişim nedir?
İletişimi malumat (information) akışı olarak tanımlamak, onu bir alıcı-verici ve mecra (medium) dolayımıyla kavramak mümkün. Bunlara bir de malumatı belirleyen kodlar, “anlamsızlığa” tekabül eden gürültü ve alıcıdan gelen geribildirimler eklenecektir. Mühim olan nokta, malumatın içinde neyin yattığını, içeriğinden bağımsız olarak bu malumatın neyi ilettiğini sormaktır. Malumat, dilin doğası gereği daima ve daima bir buyruktur. Kodlar, buyruktur. Örneğin “malumat bir buyruktur” cümlesinin içeriği epistemolojik bir bildirim taşısa da ifadesi şu an bu yazıyı okuyan okur için malumatı nasıl anlayacağına dair bir buyruk biçimini alır. Dolayısıyla herhangi bir malumatın iletiminde ifadenin buyruk biçimini almasından kaçılamaz. Bu buyruklar, “alıcı” tarafında bir işin veya işlevin örgütlenmesini hedefler. Örneğin okulda ders veren bir hocayı ele alayım: Hoca derse girer ve öğrencilerine sanatın ne olduğuna dair bir dizi teorik önerme sunar. Hoca bunu ne kadar kapalı bir anlatımla ve kendi önermelerinin doğruluğuna kesin bir inançla yani tartışmaya açmaksızın ve öğrencilere düşünme cesareti vermeksizin yaparsa öğrencilerini o kadar belirli bir sanat kavrayışına, bir o kadar da belirli bir tarzda sanatçı “işine” ve sanat “işlevine” ikna eder. Bu iş ve işlevleri onlara dayatır, bunların örgütlenişinin ve yeniden üretiminin aracısı haline gelir. O halde iletişimde alıcı ve verici konumları denk değildir. Ayrıca mecra da yansız değildir. Aynı örneği sürdürürsem dersin verildiği dersliğin düzeni bahsettiğim buyruk etkisini azaltacak ya da çoğaltacaktır: Yüksek bir kürsüden sınıfa konuşan bir hocanın dersiyle yuvarlak masanın etrafında öğrencileriyle oturan hocanın dersi aynı ders değildir.
Toplum bu anlamda devasa iletişim şebekelerinden oluşur. Bu şebekelerin amacı, toplumsal tabakaların bileşenleri olan kimlik yapılarının pekiştirilmesidir. Her tür kimliklenme ve dolayısıyla toplumsal ayrışma biçimi, iletişimin buyruklarıyla üretilir. Farklı öznellikler bu buyruklarla eşitsizlikler halinde yapılanmış muazzam bir sistem arz eden küresel kapitalist toplumda sermayenin yeniden üretimini icra etmek üzere farklı etkinliklere yönlendirilir. Altını kalınca çizmek istiyorum: İletişim, kimlik, işler ve işlevler ile sermayenin yeniden üretimi arasında kopmaz bir bağ bulunur. Dünya iletişimden yoksun değildir, ağzına kadar iletişimle doludur.
İletişimde bir kesinti
İletişim ne zaman kesilir? Kesilmesi mümkün mü? Tarihte iletişim olarak iletişimin yani bir iş ile işlevin dayatılması anlamında buyruk vermek ve toplumsal ayrışmalar boyunca kimliklenme süreçlerini pekiştirmek anlamında iletişimin kesildiği uğraklar mevcut: Ayaklanmalar, devrimler gibi bir toplumun eşitsizlik yapılarının içe veya dışa doğru patladığı anlar. Bu anları tetikleyen ister bir adaletsizlik duygusu ister başka bir şey olsun, bu durumlarda belirli bir toplumsal dokuyu oluşturan gruplar çözülerek yeni bir öznelliğin inşasına doğru açılırlar. Burada artık iletişim yoktur, işler ve işlevler yoktur, kimlikler yoktur (önemleri ikincilleşir). Kodlar parçalanır, iletişimin “gürültü” olarak ıskartaya çıkardığı her şey önem kazanır. Kodların, iş ve işlevlerin yerini iletişim ötesi karşılaşmalar, buyruk ve malumat berisi tesirler ve algılar alır. Karşılaşmalar ve tesirler ile algılar, pekiştirici değil dönüştürücüdür fakat kendi zorlarından da âzâde değildir. Bir ayaklanmanın adalet talebinin birleştirdiği insanlar, bu talebi tesir olarak dalga dalga yayarlar, bu adaletsizliği duyulur kılan bir algı sentezlerler ve giderek daha geniş kitlelerin bunlarla karşılaşmasına vesile olurlar. Zorlayıcı bir süreçtir bu, insanları tepki vermeye zorlar, kendi konumlarını riske atmayı ve kendi sınırlarına yaklaşmayı “dayatır”. Fakat anlaşılacağı üzere bu dayatma ile iletişimin dayatması arasında en ufak bir yakınlık yoktur. Biri mevcut konumları pekiştirir veya kurarken diğeri nâmevcut bir dünya için insanları o konumlardan özgür bırakır. İletişim yeniden üretime yönelirken tesirler, algılar ve karşılaşmalar bir yaratım ufkuna açılırlar. Peki bu tablonun sanatla bir bağı var mı? Sanatta da benzer bir işleyişin olması mümkün mü?
Jacques Ranciére, böyle bir bağı Özgürleşen Seyirci isimli kitabında kurar. Ona göre yukarıdaki anlamda politikanın yaptığını düpedüz sanat da yapar, onun sözcükleriyle “duyulurun mevcut dağılımını”, benim deyimimle mevcut konumları infilak ettirerek anonim bir seyircilik tesis eder. (1) Bu anonimlik, devrim veya isyanın sunduğundan özünde farklı değildir: Seyircinin kimliğinin sınırına gelmesi, ona dayatılan iş ve işlevin kesintiye uğraması. Sanat da bunu, özünde bir tesiri ve algıyı nesnelleştirmesiyle başarır.
Anti-iletişimin kuvvetleri
Böyle bir nesnelleştirme, duyumsama yetisinin sanatta büyük oranda merkezî olan ama sanata has olmayan bir işleyişini tetikler. Sıradan yaşamları içindeki biz insanların duyumsama yetisi, tanıma işlevine tâbidir: “Karşıdan gelen bu kişi, Ahmet. Bu da bir sokak kedisi.” Tanıma işlevi, bellekteki hazır kategorilerin münferit duyu-verilerine uygulanmasından ibarettir. Yani tanıma, doğası gereği zihinsel bir yeniden üretim pratiğidir. Verili bilgilerin, bu bilgilerin oluşturduğu bir varoluş kipinin tasdik edilmesidir. Bu açıdan politik tanıma mekanizmalarıyla ve anlaşılacağı üzere kimlik yapılarıyla eşbiçimlidir. İşte bu eşbiçimlilik, sanatın politikayla bağının kalbinde yatar. Bir ayaklanma kimlik yapılarını parçaladığında ne oluyorsa bir yapıtla karşılaşmada da benzeri vuku bulur. Zira sanat yapıtı, duyumsama yetisini tanıma işlevinin tasallutundan özgürleştirerek seyirciyi düşünmek (sahiden düşünmek yani belirli bir özolumlama ve yeniden üretim işine tâbi olmadan düşünmek) üzere serbest bırakır.
Sanatın burada yaptığı şey, nâmevcut bir dünyaya bakışı veya mevcut dünyaya nâmevcut bir bakışı kurmaktır. Gündelik yaşamın sıradan nesneleri belirli müdahalelerle veya sıfıra yakın müdahaleyle belirli bir problemin neticesi olarak sanat yapıtı olarak sunulduğunda hem bu nesnelere atanmış işlevlerin ötesinde bakış atmak mümkün olur hem de seyirci ona dayatılmış işten sökülür. Örneğin Beyoğlu’ndaki bir galeriye giren herhangi bir garsonu düşünelim. Beyoğlu barlarla ve kafelerle dolup taştığı için bu son derece mümkün bir karşılaşmadır. Garson, galerideki herhangi bir yapıtla karşılaştığı anda garsonluk işinden, sahip olduğu etnik, cinsel ve diğer her tür kimlikten bağımsız olarak herhangi bir işe yaramamak üzere inşa edilmiş bir nesneyle karşılaşmış olacaktır. Yapıt ne kadar dekoratif değilse yani ne kadar başarılıysa, albenisi yüksekse, özcesi seyirciyi kendine ne kadar çekiyor ve önünde tutuyorsa o kadar bir özgürleşme etkisi üretecektir. Tanıma işlevinin çöküşü, zihne dadanan sanat yapıtının “ben hiçbir şey anlamıyorum” tarzında yaptığı etkidir. Tanıma işlevi çöktüğü oranda duyumsama yetisi yapıtta cisimleşen tesire ve algıya açılacak, bu da zihni bu tesir ile algıyı kuran problematiği düşünmek üzere serbest bırakacaktır: “Daha önce hiç böyle düşünmemiştim.” Bütün bunlar seyircideki eğilimlere ve seyircinin sebatına bağlı olacaktır elbette. Her tesir ve algı her seyirci için “kayda değer” olmayabileceği gibi kolay vazgeçen bir seyirci de bunlara maruz kalma fırsatı dahi bulamayabilir.
Burada elbette derecelerden bahsediyorum. Zira hiçbir sanat yapıtı mutlak olarak tanıma işlevinin ötesine geçemeyeceği gibi bilakis bu tanımayla oyun oynayarak iş görür. Tanınır bir şeyi tanınmayacak tarzda gösterir, örneğin. Ayrıca şimdi radikal bir şekilde bunu yapan, sanat lugatıyla “avangart” olan pratikler de zaman içerisinde katılaşıp kendi tanınırlık çerçevelerini oluşturabilirler. Galeri ve müzeler böyle bir “son”a ziyadesiyle teşnedir (bu noktada var olan istisnalar ancak kaideyi doğrulayabilir). Ayrıca tersi de pekâlâ mümkündür. Antik Yunan tragedyaları, Rönesans freskleri neredeyse topyekûn pedagojik amaçlarla inşa edilmiş zanaat örnekleridir. Toplumsal konumları yeniden üretmeyi, bunu kitlelere şu veya bu şekilde belletmeyi amaçlamışlardır. Fakat iki dönemin de toplumları yok olduğu, dolayısıyla günümüzde bu pedagojiyi anlamlı kılan tanınırlık çerçeveleri ortadan kaybolduğu için bugün bu yapıtlar artık zanaat olarak değil de sanat olarak deneyimlenebiliyor.
Sonuç olarak sanatın iletişimden kopuşunu düşünemeyen herhangi bir teorik ve pratik çerçevenin sanata has kuvveti kavramakta başarısız olacağı açıktır. Sanat son tahlilde bir anti-iletişim pratiği olarak düşünülmelidir: Duyumsamaya verdiğiyle tanıma işlevini çökerten bir pratik, inşa ettiği duyulur nesnelerde bir düşünceyi cisimleştiren teorik bir pratik, zanaat gibi ince işçilikle örülü bir işleve dayanmayan, işsiz ve işlevsiz bir meşgale. Nihayetinde seyircide yarattığı bütün çelişkili duygularla birlikte sanatı bu kadar özel kılan da budur.
Sanatın iletişimle tehlikeli dansı: kurumlar
Sanatın anti-iletişim olduğunu savunmuş olsam da sanatın iletişimle “olumlu” ilişkiler kurmadığını asla söyleyecek değilim. Bu yüzden sanatın yukarıda tanımladığım anlamıyla “iletişim içinde boğulduğu” bir mecraya, doğası gereği “iletişimsel” olan sanat kurumlarına eğilmeden yazıyı bitirmek zor. Bu sitede daha önce Murat Alat’ın yazısı yayınlandı ve Alat orada sanat kurumlarının sanat alanındaki konumunu mevcut haklı isyan çerçevesinde değerlendiriyordu. Argümanı benim kaba özetimle şöyle: Sanat daima sanat kurumlarının dışında, bu kurumsal bünyelerin uysallaştırdığı sanat kiplerinin ötesinde gelişirken sanat kurumlarının yaptığı şey, sanatı durmaksızın bünyelerine dâhil ederek, deyim yerindeyse kaparak ondaki radikal boyutları kabul edilebilir bir seviyeye çekmektir. (2) Murat’ın argümanına şunu ekliyorum: Sanat kurumlarının bunu yapmasına iletişim denir. Yapıtı pedagojik veya ticari bir iletişimin mecrasına dönüştürdükleri her seferde yapıtın radikalliği ya bir anlam ile öykünün ya da dekoratif bir metanın hüviyetine bürünür. Daha doğrusu bu kurumların (ki burada daha ziyade galeri ve müzeleri düşünüyorum) ana hedefi, sanatı seyirci için anlaşılır hale getirmek veya koleksiyoner için satın alınabilir kılmaktır ve bu hedef, yapıtı bir iletişim aracı kılmaksızın vuku bulmaz. Bu yüzden sergileri gezdirmeleri için insanlar işe alınır, kapsamlı eğitim programları yapılır... Elbette bu eğitimlere a priori karşı olmak şart değil. Bunlar sanatın kapitalizm altındaki koşullarının neticesidir: Başta mali sermaye olmak üzere kültürel ve entelektüel sermayenin eşitsiz bölüşüldüğü koşullarda bir tür telafi veya bazen göz boyama mekanizması olarak işlerler.
Az çok 1968 odağına alınabilecek kurum karşıtı sanat hareketleri ve daha özelinde bu karşıtlık duygusu bir süredir yerini köşe kapmaca oynamaya bırakmış, kurumlar hak etmedikleri bir öneme kavuşmuş görünüyor. Sanatın pratik olarak sürdürülmesi gereğinin getirdiği mali ve kültürel yükler, bağımsız inisiyatiflerin tam da bu sebeplerle gerilediği bir çağda kurumsal bünyelere, sahip oldukları ulusal ve uluslararası fon ve iş birliği şebekeleriyle büyük bir iktidar alanı veriyor. Sanatçılar, verili koşullarda bu iktidar karşısındaki mesafe duygularını dahi ifade etmede güçlük yaşıyorlar. Kurum eleştirisi çağı sanki hiç yaşanmamış gibi sanat kurumları sanatın merkezini işgal ediyor. İşte tehlikeli dans da burada yatıyor: İletişime dayalı kurumsal bünyeler sanatı bir iletişim mecrasına dönüştürüyor, sanatta iletişim de giderek daha az eleştiri nesnesi haline geliyor. Gürültü durmaksızın dışlanarak kanonik kodlar dayatılıyor. Bunu, seyirci deneyimini merkeze alan yaklaşımlarda, kuşatıcı sanat gibi bunun da bir uzantısı olan tartışmalarda, sanki farklı ve yeni bir şeymiş gibi dijital aygıtlar temelinde yükseldiği iddia edilen “sanat 3.0” gibi adlandırmalarda takip etmek mümkün. Bütün bunlar, bir halkla ilişkiler veya reklamcılık hüviyetine bürünerek yozlaşmış en ağır ticari iletişim biçimleridir. Bunlara direnmenin yolu da sanatın has kuvvetlerini, en çok da “anti-iletişimsel kuvvetini” uyandırmaktan geçiyor.
Comments