top of page
İlker Cihan Biner

Sanat felsefesi, imajlar ve dijital alan üzerine diyaloglar

Araştırmalarını çağdaş felsefe, kıta felsefesi, Fransız felsefesi ve fenomenoloji alanlarında devam ettiren ve 26 Ekim’de Türkiye Tasarım Vakfı’nın Kütüphane Buluşmaları’nda okurlarıyla bir araya gelen Emre Şan ile Ketebe Yayınları’ndan çıkan Sanat Felsefesinin Hikâyesi - Mağara Resimlerinden Dijital İmajlara adlı kitabına dair söyleştik


Röportaj: İlker Cihan Biner


Emre Şan


Memlekette sanat eleştirisinin geldiği noktayı temaşa ederken meselenin felsefi yönlerini göz ardı edemeyiz. Sanat tarihinin çetrefilli yollarında, yapma biçimlerinin -dijital de dâhil olmak üzere- kuralsızlığına baktığımızda görme biçimlerimiz değişmiyor mu?


Emre Şan’ın kitabı Sanat Felsefesinin Hikâyesini okurken bu soru zihnimde sürekli yankılandı. Fakat yazar sadece bu metinle sınırlı kalmayarak bir kitap daha kaleme aldı. Bu sefer dijital alanlar, hafıza, yazı gibi mevzulara odaklansa da her iki kitabının mutlaka beraber okunması gerek sanat eleştirisi konumu gerekse de çağdaş sanat ortamına has çeşitli mevzuları yeni baştan tartışmamızı sağlayacak. Bu iki kitabı bitirdikten sonra zevkle Emre Şan’a sorular hazırladım. O da incelikle cevapladı.


Sanat Felsefesinin Hikâyesi - Mağara Resimlerinden Dijital İmajlara adlı kitabınızda sanat felsefesine dair bir pozisyon var. Diyorsunuz ki: “Sanat tarihi olmadan sanat felsefesi kör, sanat felsefesi olmadan sanat tarihi eksiktir.” Türkiye’de sanata dair geldiğimiz noktada tarihsel olarak çağdaş sanat mı yoksa güncel sanat mı demeliyiz? Siz bu konumu nasıl kavrıyorsunuz?

“Sanat tarihi olmadan sanat felsefesi kör, sanat felsefesi olmadan sanat tarihi eksiktir.” ifadesi bildiğiniz gibi Kant’ın görü ve kavram arasında kurduğu ünlü kompozisyona gönderir. Sanat tarihinin sunduğu deneyim ve bilgi birikimi olmadan felsefe sanat alanında yolunu bulamaz. Diğer taraftan sanat felsefesi olmadan da sanat tarihi zihin dünyalarımız içinde asli bir role sahip olamaz. Burada anlatmak istediğim iki disiplini birbirlerinden ayıramayacağımız. Kitabımın giriş bölümünde bu fikrin gerekçelerini sunmaya çalıştım. Felsefe, sanat tarihini ele alarak teorik pusulasını bulabilir. Sanat tarihi ise bir sanat eserini sanat eseri olarak kavramanın arkasındaki zihinsel kategorileri felsefede arayabilir. Sanat tarihinin kitap için ayrıca bir anlamı daha var. Kitabın ana iddiası gerçekliği düşünmek için -felsefe tarihinde sıkça yapıldığı gibi- imajları bir kenara bırakamayacağımızdı. Gerçekliği düşünmek, onu tüm çeşitliliği ve derinliği içinde kavramak istiyorsak imajları sorgulamaya dahil etmeliyiz. Merleau-Ponty’nin deyişiyle gerçekliğin imgesel kumaşı düşüncenin konusudur. Bu yüzden kitap mağara resimlerinden dijital imajlara doğru giden bir hattı takip ediyor. Dolayısıyla imajları araştıran bir felsefecinin Aby Warburg, Hans Belting gibi sanat tarihçilerinin olağanüstü çalışmalarına ihtiyacı bulunur.

Adlandırma problemine gelecek olursak bu soruya yanıt verecek bir konumda değilim o yüzden bu soruyu sanat pratiği içindeki kişilere ve sanat tarihçilerine bırakmak daha doğru olur. Fenomenolojik açıdan bakarsam sanat dönemleri, sanat akımları değil sanat eserleri ve sanatçılar bulunur. Yine de felsefeden yola çıkarak bir şeyler söyleyebilirim.

Günümüzde “çağdaş sanat”, “güncel sanat” gibi kavramların aralarındaki anlam farklılıkların belirgin olmadığını söyleyebiliriz. Felsefenin işi ayrımlar yapmak olduğuna göre yine de bir ayrım düşünebiliriz. Güncel sanatı yirminci yüzyılın sonlarından günümüze kadar üretilen sanatı tanımlamak için kullanabiliriz. Resim, heykel gibi geleneksel formların yanı sıra video, performans, yerleştirme, dijital sanat, interaktif sanat ve ses sanatı gibi yeni medya formları da güncel sanatın alanına dahildir. Güncel sanatın öne çıkan özelliği sanat eserlerinde sürecin, olmuş bitmiş tamamlanmış eserden daha önemli hale gelmesi diyebiliriz. Üretim süreci ve sanat izleyicisi ile kurulan iletişim sürecin önemli parçalarıdır. Son olarak ise özellikle kavramsal sanatın duyulara değil de zihne hitap ettiği fikri öne çıkar. Söz konusu fikir, sanat tarihinin gelişimi açısından doğru bir önerme gibi gözükürken, felsefi açıdan bakacak olursak farklı bir durum ortaya çıkar. Sanat tarihçileri için güncel sanatta, sanatsal olan ile duyulur olan anlamında estetik birbirinden tamamen ayrılır.

Güncel sanat her ne kadar maddesizleşmeye doğru eğilim gösterse de insanın duyulur dünyasına dahildir. Bu yüzden de duyulur deneyimine hitap eder. Sanattaki duyulur deneyimini araştırdıkça onun anlamını daha çok kavrarız.

Çağdaş terimi ise felsefe alanında da kullanılır, çağdaş felsefeden yola çıkarak çağdaş sanata dair konuşabiliriz. Çağdaş felsefe belli bir zaman diliminde ortak konularda yapılan “güncel” tartışmalara göndermez. Diğer bir deyişle, güncel konular hakkında konuşmak çağdaş felsefe yapmaya yetmez. Çağdaş bir olgu değil, bir dikkat, karar ve kışkırtma alanıdır. Çağdaş felsefe günümüzde neye dikkat etmemiz gerektiğini, neye özen göstermemiz gerektiğini ve güncel meseleler karşısında hangi kararları alabileceğimizi araştırır. Bunun için çağdaş felsefeciler yeni konuları kışkırtır, Bergsoncu anlamda felsefi soruları icat eder. Çağdaş felsefe yaşadığımız çağın sorunları ile ilgilenir ve dünyaya karşı nasıl bir tavır alması gerektiğini sorgular. İçinde bulunduğumuz zihin durumunu ele almak tavır değişikliğine ihtiyaç vardır. Tavır değişikliği gerçekliğe yönelik belli bir dogmatik tavrı askıya almak için yapılır. İşte bu anlamda çağdaş sanatın dogmatik tutumlara karşı özgün yaratıcılığa ve kaygılara gönderdiğini söyleyebiliriz. Çağdaş sanat günümüzün dinamiklerini, ekonomik, ekolojik, politik ve toplumsal sorunlarını ve kavramlarını sanatsal ifade aracılığıyla problemleştirir ve yeni bir duruş sergiler diyebilirim.


Toplumsal olarak hiç olmadığımız kadar parçalara ayrılmış durumdayken, dayanışma bugün bize ne ifade eder? Toplumsal dayanışmanın ve kamusallık performanslarının imajlar arası ilişkilere dönüşmesinin siyasal dayanışmaya etkisi nedir? Ortak duyudaki bıkkınlık, bireycilik ve sinizmin egemenliği karşısında siyasal dayanışmanın anlamını kuvvetlendiren farkındalık nereden kaynaklanır?

Sanatın İmajları ve Sorular kitabınızın son bölümü. Orada imaj mevzusuna dair yoğun bir tartışma sürdürüyorsunuz. “İmge” ile “imaj” arasında kavramsal olarak ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?

Türkçede hayal, resim, suret, görüntü anlamlarındaki “imaj” ve “imge” kavramlarının her ikisi de Latince imago sözcüğünden gelmektedir. İmgenin daha çok akademik yazılarda özellikle edebiyat alanında kullanıldığını biliyorum. İmaj ve özellikle dijital imaj ise gündelik dilde, dijital yaşam dünyalarımız içinde daha çok kendine yer buluyor.

Dijital imajın bireysel ve sosyal varoluşumuzda oynadığı roller ilgimi çekiyor. Zihinsel ya da maddi, statik ya da hareketli, özel arşivlerimizde ya da kamusal alandaki geniş ekranlarda bulunan tüm imajlar belli bir mesajı aktarmak ve duyguları harekete geçirmek konusunda eşsiz bir güce sahipler. Fakat asıl önemli olan imajların gücü değil, imajların bizde yarattıkları duygu ve düşünce durumu ile bizim ne yaptığımızdır. İmajlar tarafından tamamen ele geçirilmek yerine onlarla düşünmenin yollarını arıyorum. İmajlar, fikirler ve toplum arasındaki ilişkileri ve görme rejiminin bilişsel ve sosyal etkilerini araştırıyorum. Görünürlük mekânını kaplayan imajların aşırı üretimi, imajların depolanmasını, yönetimini ve iletimini sorunlu hale getirir. Bunun yanında ekran üzerinde görülen imajın ve dijital teknolojilerin bakışa nasıl egemen olduğu ve belli bir üretim ve dağıtım ekonomisi içinde toplumsal hayatı nasıl istila ettiğini ele almaya çalışıyorum.

Şu hâlde fenomenolojik olarak beni ilgilendiren şey gramer değil, şeylerin kendisine gitmek. Bu yüzden amacım imge ve imaj sözcüklerindeki dilsel yapıların düşünsel sistemleri nasıl oluşturduğunu ve sınırladığını incelemek değil. Bu felsefede “Dilsel Dönemeç” (Linguistic Turn) olarak adlandırılan bir akımın yaptığı şeydir. Ne var ki imajı araştırırken karşılaştığımız felsefi zorlukları dilde çözemezsiniz. Doğrudan imaj teorisine gitmeniz gerekir. Bu yüzden doksanlı yılların başında çağdaş imaj teorisyenleri William Mitchell, Gottfried Boehm ve Hans Belting’in ortaya koyduğu Resimsel Dönemeç (Pictorial Turn) ya da İkonik Dönemeç (İkonische Wende) akımlarını izliyorum. Günümüzde imajlar olmadan bir kültürden bahsetmek neredeyse imkânsızdır çünkü imaj öznelerarası ilişkide dil ile rekabet edecek kadar kurucu bir role sahiptir. Gottfried Boehm’in ifade ettiği gibi imajlar “modernliğimizin laboratuvarı” olarak kendilerini düşüncenin konusu haline getirirler. İmajlar elbette bizi bir düşüncenin etkilediği gibi etkilemez fakat onlar belli bir algılama tarzı ortaya çıkarır. Instagram bunun en yaygın örneğini oluşturur. Onun gibi bakmaya, görmeye onun gösterdiklerine dikkat etmeye, onun gösterme biçimini aramaya başlarız. Instagram gibi teknolojik platformlar bireysel ve kolektif belleğimizi etkileyerek algılarımızı dönüştürür.

Sonuç olarak bir şeye dair sözcük seçimi o şey hakkındaki kavramsal düşüncemi belirlemiyor. Bu yüzden imge ve imaj sözcükleri arasında seçim yapmak benim için ikincil bir öneme sahip. Fenomenin kendisini betimlemek, anlamak, yorumlamak yerine sözcüklere yüklenen tarihsel, ideolojik bagajla yola çıkmak düşünceyi engeller. Birincisi yerine ikincisini yaptığınızda halihazırda kurulu kavramsallaştırmalardan itibaren düşünürsünüz.


Instagram, X, Meta, TikTok gibi platformlarda politik meselelere has çeşitli dayanışma ağları örülüyor. Öte yandan dijital sanatla ilişkili sanat fenomenlerinin bu platformlarda iş görebiliyor. Fakat reklamlar, oyalanma/boş vakit geçirme, troll orduları, aşırı sağcı grupların hedef göstermeleri derken sosyal medyaya has ciddi sorunlar var. Sizce “sosyal medya” hem zehri hem de iyileştiriciliği bir arada tutan ya da bir nevi “farmakon” mu?

Günlük siyaset dilinin en yaygın sözcüklerinden biri olan ve kullanıldığı bağlamlara göre her seferinde farklı anlamlar taşıyan dayanışmayı düşünmenin getirdiği zorluklar mevcut. Dayanışmadan, özellikle felsefi bir kavram olarak “siyasal dayanışmadan” söz etmek kolay değil. Bu soruyu daha önce Cogito’nun Yurttaşlık Ne Âlemde? sayısındaki (102/2021) bir makalede ele almıştım. Orada şu soruları sorarak başlamıştım: Toplumsal olarak hiç olmadığımız kadar parçalara ayrılmış durumdayken, dayanışma bugün bize ne ifade eder? Toplumsal dayanışmanın ve kamusallık performanslarının imajlar arası ilişkilere dönüşmesinin siyasal dayanışmaya etkisi nedir? Ortak duyudaki bıkkınlık, bireycilik ve sinizmin egemenliği karşısında siyasal dayanışmanın anlamını kuvvetlendiren farkındalık nereden kaynaklanır? Siyasal dayanışmayı düşünmek, toplumsal pratiğin özgürleştirici olanağını ve bu olanakların gerçekleşmesinin önündeki engelleri düşünmemizi sağlar. Bugün bu soruların peşinden gidiyorum. Dayanışma, toplumun kendi kendisinin zeminini kurmasına yönelik bir müşterekleştirme etkinliğidir.

Söz konusu etkinliği düşünmek için toplumsal kamplaşma yerine farklılığı düşünmek gerekir. Sosyal medyada dayanışma ise bu kriterleri tam olarak karşılamıyor. Geçmişte enformasyon kentlerin kamusal alanlarında paylaşıldığı için insanların evlerinden çıkıp kamusal alanda buluşmaları gerekirdi. Bir şekilde politik angajman başlıyordu. Günümüzde ise tüm enformasyon özel alanlarımızda mevcut ve evde kalıp onunla ne yapacağımız sorusuyla meşgul oluyoruz.

Diğer yandan sosyal medya birleştirmiyor ama kamplaştırıyor, daha çok atomlaşmış, etkileşim içinde ama birey ötesine geçememiş bir kalabalık sunuyor. Sosyal medyanın yükselişe geçtiği son on yılda küresel olarak daha da ayrılmış, aşırı uçlara kaymış bireyler ve gruplar görüyoruz. Oysa kamusal kolektif deneyim sadece bir grup deneyimi değildir ve kamuda ortaya çıkan fikirler sadece bir tavır, kanaat ya da iyi ya da kötü kamuoyu algısı değildir. Sosyal medya işte tam olarak bunu yaparak algoritmaların şeffaf olmayan kullanımıyla kamuoyu algısı yaratmaya çalışır. Fakat özellikle büyük kriz anlarında sosyal medya kullanıcılarının birbirleri üzerinde etki yaratan sözleri, eylemleri ve doğru bilginin iletimi kutuplaşmayı alt edebiliyor. Böyle anlar topluluğun en derin ve en asli kökümüz olduğunu bize hatırlatır. Bu anlamda evet sosyal medya bir tür farmakon olarak görülebilir. Burada asıl mesele bu ortamın zihinlerimize ve belleklerimize ne yaptığını çözümlemekten geçiyor. Kullandığımız dijital platformlar ve sosyal ağlar veri ve dikkat ekonomisinin hizmetindedir. Dikkati ele geçirmek, kullanıcıların ekran önünde geçirdiği zamanı maksimize etme üzerine kurulu bir sistemdir. Dikkatin sömürülmesi beklentilerimizi karşılamak için değil uyaran ve tepki ilişkisinde yeni beklentiler yaratmak için kullanılır. Fransız filozof Bernard Stiegler arzularımızı endüstrinin nesnelerine yönlendiren bu mekanizmaya “itki kapitalizmi” ismini verir. Ona göre tüm toplumlar bireylerin dikkatini biçimlendirme araçlarıyla organize olur. Örneğin ilkel toplumlarda ritüeller, ortaçağda kilise ve çağdaş toplumlarda ise okul bu işlevi görür. Yirminci yüzyılın teknolojik ve endüstriyel inovasyonları ekonomik faaliyetin merkezine yerleştiğinde yurttaşların dikkatini yakalamak ve yönetmek kaçınılmaz hale gelmiştir. Böylece kilise ve devletin yerine piyasa kamunun dikkatini biçimlendirmede nihai aktör olur. Sosyal iletişimin ve sembolik alışverişin teknik dayanaklar tarafından tektipleştirilmesi Arendt’in terimleriyle konuşacak olursak zihin yaşamını tehlikeye atar.

Bireylerin davranışlarını yönlendirebilen bir mekanizma toplumları piyasanın kurallarına göre şekillendirebilir. Oysa felsefi, bilimsel, sanatsal paylaşım herkesin kolektif bireyleşmede aktif rol alarak kendisini bireyselleştirmesine izin veren bir çevrede mümkündür.


Kitabın ana iddiası gerçekliği düşünmek için -felsefe tarihinde sıkça yapıldığı gibi- imajları bir kenara bırakamayacağımızdı. Gerçekliği düşünmek, onu tüm çeşitliliği ve derinliği içinde kavramak istiyorsak imajları sorgulamaya dahil etmeliyiz. Merleau-Ponty’nin deyişiyle gerçekliğin imgesel kumaşı düşüncenin konusudur. Bu yüzden kitap mağara resimlerinden dijital imajlara doğru giden bir hattı takip ediyor.

Teknoloji Felsefesinin Problemleri: Yazı, Bellek, Dikkat adlı kitabınızda Antroposen ve Bilişsel kapitalizm isimli metninizin sonlarına doğru dikkat ekonomisinden söz ediyorsunuz. Bu yazınızı aynı kitabınızda yer alan Dijital Mekânda Yazı ve Teknoloji Felsefesi ve Dikkat Ekonomisi ve İkna Teknolojileri yazılarınızla beraber okuyabilir miyiz? Ayrıca kağıda yazmak yerine Google Documents dâhil olmak üzere pek çok yazı platformu var. Siz yazılarınızı nasıl kaleme alıyorsunuz?

Felsefe toplumsal hayatta karşımıza çıkan sorunların kavranması için ihtiyaç duyulduğunda başvurulması gereken bir düşünce alanıdır. Toplumsal sorunlarla karşılaştığımızda gördüğümüz şeyin dışında durup onu sabit, kuramsal bir alan gibi tespit edemeyiz, ona dâhil olmamız gerekir. Felsefenin güncel krizleri anlaşılır bir şekilde tanımlaması ve müdahale imkânlarını ortaya çıkarması beklenir, yoksa yaptığınız iş retorik olarak kalır. Kitaptaki yazılar işte bu bağlamda birlikte okunabilir diye düşünüyorum.

Dikkat ekonomisi hem toplumsal hayattaki kesişim alanlarımızda hem de özel yaşamımızdaki boş zamanlarımızda etkilidir. Bunun sebebi dikkat ekonomisinin bir veri ve enformasyon ekonomisi olmasıdır. Dijital platformlar göz takip sistemleri, yüz ve ses tarama sistemleri sayesinde duyuları ve zihni başıboş bırakmaz. Akıllı telefonlar öznenin bakışını 7/24 uyararak kademeli olarak konsantrasyon, hayal gücü ve geleceğe yönelik beklenti biçimlerini aşındırır. Bireyler böylece çalışma, dinlenme, tüketim ve eğlence zamanlarını bir araya getiren tam zamanlı ekonomik aktörler haline gelir. Ürünlerin tüketimi, kültürel faaliyetler, arkadaşlık ilişkileri ve çalışma tarzları da dahil olmak üzere tüm bireysel edimler bir metaya dönüştürülür, varoluşun her bir anı hesaplanabilir ve paraya çevrilebilir. Dikkat bağlantı zamanı, takipçi sayısı, beğeni sayısı, yorum sayısı, paylaşım sıklığı, tıklama sayısı, kaydırma zamanı gibi göstergelerle nicelikselleştirilip ölçülür. Sayıların davranışları ölçtüğü dikkat ekonomisinin merkezinde veri ekonomisi bulunur.

Kullandığımız uygulamalarda, dijital platformlarda ve sosyal medyalarda herkese ait olan, müşterek olanın sermayeye dönüşmesine tanıklık ediyoruz. Müşterekler bir önceki kuşaktan devraldığımız ve gelecek kuşaklara bıraktığımız bilgi alanlarıdır. Bu yüzden müşterekler bir şirketin sermayesi olmamalı, bu çeşitli bilgi alanları hayatta neyin önemli olduğunu gösteren yollar açmalı. Bu yüzden dijital platformların sermayesi olmadığımızı göstermemiz gerekir diye düşünüyorum. Kapitalizasyon mantığı dünyanın doğal kaynaklarını sömürdükten sonra, insan bilgisine yönelmiş durumda. Yavaş yavaş büyük veri yığınları içinde toplanan ve standartlaştırılmış otomatik işlemlere dönüştürülen bu bilgiler, insan varlığının kendisini tehdit eden algoritmalar haline geliyor.

Söz konusu tehdit özellikle Teknoloji Felsefesi kitabında bahsettiğim kolektif gelece yönelimler yani kolektif beklentilerle ilgilidir. Stiegler’e göre felsefenin önündeki asıl problem içinde bulunduğumuz dönemin, bir epok/çağ yoksunluğu olarak deneyimlenmesi yani ufuksuzluğun kolektif yönelimlerin önünü tıkamasıdır.

Dijital platformlar tarafından ilgi ve dikkatin kontrol edildiği, veri davranışçılığının söz konusu kolektif yönelimleri kategorize ettiği bir dönemde yıkıcı bir vaatsizlik ile karşı karşıyayız. Kolektif örgütlenme uzlaşmacı bir rutine indirgenir. Kolektif gelece yönelimler, yani geleceğe dair beklentiler otomatikleştiği ve kontrol edilebilir hale geldiği için bireyler kendi koydukları amaçlar ile hareket etme yeteneklerini kaybederler. Böylece genel bir kayıtsızlık, duyarsızlaşma ve sinizmin egemenliği belirgin hale gelir.

Diğer sorunuza gelecek olursak, evet okuma yazma faaliyetinin içinde gerçekleştiği ortamın özellikleri okuma yazma biçimimizi dönüştürür. Bilginin içselleşmesi ve yeniden dışsallaştırılması sürecinde bir kitabın okunması ve dijital okuma deneyimi arasında farklar mevcut. Bu konuda özellikle Maryanne Wolf’un çalışmalarına bakılabilir.

Dijital ekranlar bilginin iletimini değiştirir. Dijital yazının çıkarım, eleştiri ve yorumu başlatma biçimi basılı kitaptan farklıdır. Kitapta bu durumu bellek ve dikkat kavramları ile birlikte ele aldım. Günümüzün teknoloji sorunlarından biri, tarihsel olarak yazının kamusal kullanımıyla kolektif zekâyı beslediğimiz gibi, dijital bilgi araçlarını kamusal alana nasıl entegre edebileceğimiz sorunudur.

Dijital ortamda çalışmamız onun otomatizmine adapte olmak zorunda olduğumuzu göstermez. Ben de herkes gibi yazılarımı Google’ın araçları üzerinden yazıyorum. Son 10 yıldır normalin çok üzerinde olan ders yüküm ve idari işler nedeniyle araştırma ve eğitim zamanlarını birbirlerinden ayırmam imkânsız, o yüzden okulda, evde, yolda nerede vakit bulursam orada çalışıyorum. Derslerde de elimde olan tüm dijital araçları kullanıyorum. Fakat yazma deneyiminin görsel hafızamız üzerindeki gücünü dijital ortamda bulmak zor. O yüzden ders boyunca bir şeyleri tahtaya yazmak haftalar sonra bile yazdığınız kavramları, argümanları hatırlamanızı sağlıyor. Hatta öğrencilerime takılmak için dersler ilerledikçe hep aynı soruyu soruyorum: Tahtanın sağ üst köşesine geçen hafta ne yazmıştım?

Bernard Stiegler’den etkilendiğiniz çok açık. Üstelik Teknoloji Felsefesinin Problemleri: Yazı, Bellek, Dikkat kitabınızda da filozofa göndermeleriniz, yazılarınız var. Stiegler’in düşünce dünyanıza katkılarından bahseder misiniz? Bir fenomenolog olarak Stiegler dışında düşünce dünyanızda sizi kimler etkiledi?

Paris’te yüksek lisans ve doktora yaparken Bernard Stiegler’i ve yazılarını belli bir seviyede biliyordum ama kendisiyle İstanbul’da 2012’de katıldığı bir konferansta tanıştım. Konferansta Fransız filozoflara sahnede ardıl çevirmenlik yapıyordum. O konferansta ve sonrasında yaptığımız konuşmalarda büyük bir filozof ile karşı karşıya olduğum hissine kapıldım ve ardından Stiegler üstüne çalışmaya başladım. Akademide bu kadar zaman geçirince böyle nadir figürleri kolaylıkla ayırt edebiliyorsunuz. Aynı hissi Sorbonne’daki tez danışmanım Renaud Barbaras için de hissetmiştim. Fenomenolog olarak en başta düşünce dünyama onun katkı yaptığını söyleyebilirim. Kendisi ilk kitabıma önsöz yazarak beni onurlandırdı. İkisinin de gösterdiği en önemli şey disiplinli ve çok çalışma, araştırma derinliği, yazmanın kuvveti ve değeri diyebilirim. Şimdi ben de aynı arzuyu ve dikkati öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum.





Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page