Bir sanat eseri cam kavanozlarda saklanması gereken bir ilaç değildir, aksine mevcut algıları, bakışları kırabilen ve yepyeni estetik imkânları aralayan özelliklere sahiptir. Bakış; galeri veya müzeyle bütünleşme, duvarda asılı kalmış eserle ilişki kurarak içinde taşıdığı duyguya odaklanıp onu konuşturabilmeli ve estetik deneyimin hikâyesini bir biçimde dışarıya aktarabilmelidir
Willem Van Haecht, Cornelis Van Der Geest'in Galerisi, 1628, Panel üzerine yağlıboya
Bir kentin sokaklarında kaybolma lüksüne sahip değiliz artık. Başıboş gezinmeler, her adımda canlanan anılar, yürürken hızla hareketlenen ve nefes alan bedenin yerini bugün stresli koşuşturmalar, duvarlara çarpa çarpa işe yetişmeler, kalabalık arasında yalnız hissedişler veya alışveriş yapmanın dayanılmaz çılgınlığı aldı. Üzerimizde yükselen binaların gölgesinde yaşamaya alıştık.
Dev mekânlar çağında yaşıyoruz ve en çok da onların etkisi siniyor bedenimizin üstüne. Plazalar, iş yerleri ya da bürokratik yerlerde geçen hayatlar büsbütün kararırken bu mimari yapıların yaşamlarımızda olan yerini sorgulamamız gerekiyor. Kuşkusuz her yeri kaplayan mevkiler bir anda ortaya çıkmadı ve asırlar öncesine dayanan bir tarihe sahipler.
Kabaca geriye doğru gidersek* mekân kavramının Ortaçağ’da da var olduğunu görürüz. En temel özelliği ise alt-üst ilişkisi biçiminde yukarıdan aşağı; kutsal mekânlar, şehir mekânları, kırsal mekânlar olarak dizilip, hiyerarşi ile sabit olma halinin (yerli-yerindelik) kesiştiği yerlerden ibaret olmasıydı.
O dönemlerde mefhumun iktidar içeren biçimini Galileo bozdu. Filozof dünyanın güneş etrafında döndüğünü keşfetti ve herhangi bir şeyin yeri artık onun hareketi içerisindeki noktayla belirleniyordu. ‘Uzay-mekânlar’ yaratan Galileo ile birlikte sabitlik ya da yerli-yerindelik çözülmüş mahal veya yer diyebileceğimiz bölgeler oluşmaya başlamıştı. Mekân, doğrudan mahallerle ilişki kurma görevini üstlendi. Galileo sonrası dönemlerde iyice derinleşen bu bağ sarmaşık misali asırlara yayılarak küresel kentleşme formlarını ortaya çıkarttı.
Foucault Başka Mekânlara Dair makalesinde yenidünyanın oluşan mekânlarını ‘iç mekân’ ve ‘dış mekân’ olarak ikiye ayırmış; dış mekânlara ise ‘heterotopya’ adını vermişti. Heterojen işleve sahip yerler anlamına da gelen bu kavram tarih boyunca iktidar etkisine sahip oldu. Hapishaneler, akıl hastaneleri, mezarlıklar birer heterotopya iken konsept hala kullanışlılığını sürdürmekte. Algıyı yönlendiren görünürlükler olarak vuku bulan değişebilir veya dinamik niteliklere sahip bu düzenekler her zaman gösteren konumundadır. Bir fonksiyon aygıtları da diyebileceğimiz her bir mevki farklı iktidar rejimlerini işaret eder. Örneğin; bir hasta hastaneye, suçlu hapishaneye, çocuk okula, alışveriş için ise alışveriş merkezlerine gidilmeli anlayışından mekânların belirli görevlere ve sınırlara sahip olduğu çıkarımını yapıyoruz.
Sanatın da heterotopyalardan nasibini aldığını söylemek zorundayız. Günümüzde sanat piyasası sergi salonlarının duvarlarını süsleyen eserlerle, oraları ziyaret eden seyircilerle ya da mekânı yöneten direktörlerle, küratörlerle belirli bir yönetim anlayışının adıdır. Şirket misali işleyen galeri veya müzelerde sanat kendine yer bularak yaşamdan kopar. Bu anlayışın yani sanatın yalnızca belirli mekânların içine sıkıştırılması meselesi yine Ortaçağ’da başlar. O dönemlerde Kıta Avrupa’sı ülkelerinde prensler ve eğitimli insanlar ‘Wunderkammer’ (nadire kabinesi) denen yerlerde pek çok nesneyi bir araya getiriyordu: Heykeller, tablolar, tabiat bilimi numuneleri ve ender nesneler (tuhaf şekilli kayalar, el yazmaları gibi). İlk bakışta alana dair kaos izlenimi yanıltıcı gelebilir ama o dönemin alimleri ahenkli karmaşası içinde nadire kabinelerini mikro kozmos olarak nitelendirmişti.
Tam da bu nedenle tek tek nesneler ya da tablolar ancak âlimin her an kâinatın sınırlarını ölçebileceği bir odanın duvarları arasında bir araya gelerek anlam kazanıyordu.
17. yüzyılda Willem Van Haect’in Cornelis Van Der Geest adlı eserine baktığımızda nadire kabinelerine dair daha somut ve ayrıntılı bilgi edinebiliriz. Eserde çeşitli büyüklükteki resimler, heykeller dikkatimizi çeker ve bunları teker teker ayırt edebilmemiz mümkün değildir. Onlarca heykel, resim arasında masanın etrafında toplanmış asilzade ve sanatçılar göze çarpar. Hakikat ya da sahici anlamlarını ancak nadire kabinesinde mikro kozmos oluşturabilmesinden alan eserler büyük bir ilahi yaratılışı temsil ederken yalnızca uyuyan güzel rolüne bürünen ve uyuklayan resimler ancak ideal bir bağ dokusu gibidir.
Günümüzde eserler böyle konumlanmamış olabilir ama sanatla ilgili estetik bakış açımızın, bizi sanat galerisi ya da müzeler inşa etmeye sevk eden ve resmin/eserin sanatçının elinden çıkar çıkmaz duvara asılması gerektiği fikrini olağanlaştıran bakışımızın altında böyle bir tarihsellik yatar. Bir sanat eserinin tüm insan dünyasının hülasasını ve yansımasını içermesi gerekirken tam da durumun tersi söz konusu olup sanat kendine ikinci bir dünya kurmuştur.
Bir sanat mekânında gördüğümüz esere uzun bakarız, onu yakalamaya çalışırız ama mekândan çıktıktan sonra o kaybolur ve ellerimiz boş kalır. Estetik çalışmaların galerilerle ya da müzelerle özdeşleşmesi onların odak noktası olarak zayıflamalarına yol açıp başka bir dünyanın kapılarının kapanmasına etki edebiliyor.
Ama başka bir sorunla da karşı karşıyayız: Siyasal İslamın çevremizi sardığı bir dönemde yaşıyoruz. Sokaklarda para-militer faşist gruplar kafalarına göre galerileri basabiliyor veya çeşitli sanat fuarlarında eserler iktidar baskısıyla sansürlere maruz kalabiliyor. Baskılarla biçimlenmiş bir siyasi atmosferde heterotopik sanat mekânlarının eleştirisi kimilerine garip gelebilir. Tüm fikri sıkışmalar karşısında eğer ‘ne yapmalı?’ gibi bir soru sorarsanız da size ancak kısmi bir yanıt verebilirim. Şöyle ki; bir sanat eseri cam kavanozlarda saklanması gereken bir ilaç değil aksine mevcut algıları, bakışları kırabilen ve yepyeni estetik imkânları aralayan özelliklere sahiptir.
Bakış; galeri veya müzeyle bütünleşmiş, duvarda asılı kalmış eserle ilişki kurarak içinde taşıdığı duyguya odaklanıp onu konuşturabilmeli ve estetik deneyimin hikâyesini bir biçimde dışarıya aktarabilmelidir. Böylelikle eseri yutma potansiyeli taşıyan mekânın sınırları bulanıklaşır ve bizler de o çalışmaların üzerimizdeki etkilerini özgürce tartışma fırsatını bulabiliriz. *Mekân kavramı antik çağlardan beri vardı. Bazı antik tiyatrolar, hipodromlar, meydanlar hep o dönemlerde inşa edildi ve bu yerlerde bir takım etkinlik biçimleri paylaşılırdı. Kavramın Ortaçağ’da iyice katılaştırılıp, parçalara ayrılarak bir takım hiyerarşik biçimler haline getirildiğini görürüz.
Bu yazı Limited Mart 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Comentarios