top of page
Serdar Soydan

Seksenlerde devr-i âlem II


Serdar Soydan'ın Seksenlerde devr-i âlem başlıklı dosyası Mart - Aralık 2016 tarihleri arasında Art Unlimited'da yayınlandı. Dört ayrı yazıdan oluşan ve iki bölüm halinde yayınladığımız yazı dizisinin ikinci bölümünü size sunuyoruz

Murteza Elgin

Türk’ün AIDS’le imtihanı ve ‘M’ vakası

Aslında sadece Türkiye değil, tüm dünya HIV/AIDS konusunda LGBTİ varoluş açısından kötü bir sınav vermiştir. Virüs ve yol açtığı hastalık tablosu (sendrom) LGBTİ bireylere yönelik bir saldırı aracına dönüştürülmüş, homofobi ve transfobiyi görünür kılmıştır. Hatta hali hazırda, artık HIV/AIDS hakkında pek çok şey bilmemize rağmen, kılmaktadır da. Zira Kızılay’ın kan verme formlarında “Son bir yıl içinde yabancı uyruklu biriyle ya da eşcinsel bir ilişkide bulundunuz mu?” sorusunun yer almasının ve eşcinsel ilişkilere giren bireylerden kan almamasının temelinde de HIV/AIDS’in ortaya çıktığı 80’li yılların başında ayyuka çıkan homofobi yer almaktadır. Kızılay başkanı da kan almamaların nedenini “eşcinsellerin AIDS açısından riskli grupta yer almaları” olarak açıklamaktadır.

Hastalığın dünya gündemine iyiden iyiye yerleştiği, ‘çağın vebası’ yahut ‘seks kanseri’ olarak adlandırılmaya başlandığı seksenli yılların başındaki haberlere dönecek olursak… Bu haberlerin olmazsa olmazı eşcinsel vurgusudur.

3 Temmuz 1983 tarihli Cumhuriyet Gazetesi haberinin başlığı Homoseksüel Kanı’dır. Haberde Stockholm’de yapılan Uluslararası Hemofili Kongre’sinde homoseksüellerin kan vermesinin yasaklanmasının istendiği söylenmektedir. 20 Temmuz 1983 tarihli bir diğer haberde AIDS’in en çok homoseksüellerde görüldüğü vurgulanır ve Amerika’da “birçok kişi homoseksüellerle aynı işyerinde çalışmak istemiyor,” denir.

1983 Haziran'ına gelindiğinde AIDS adı artık bilinmektedir

Aynı yılın Ağustos ayında San Francisco’da eşcinseller AIDS’e dikkat çekmek ve hastalığın tedavisi için daha fazla fon ayrılmasını sağlamak için yürüyüş yaparlar. Yani bir anlamda eşcinseller de hastalığı sahiplenmiştir. Kaldı ki Amerikan Sağlık Bakanlığı verilerine göre hastalığa yakalananların yüzde yetmişi eşcinseldir. Fakat bazı haber metinlerinde kalan yüzde otuz görmezden gelinmekte, sadece virüsün eşcinsellikle ilişkisinden dem vurulmakta, AIDS’ten homoseksüel hastalığı olarak bahsedilmektedir. Sorunlu ve homofobik olan, homofobiyi üreten bu yaklaşımdır.

Bu yaklaşımın sonuçları kısa sürede görülür. 1983 Eylül’ünde İsveç’te tüm eşcinsel erkeklerin muayene edileceği ortaya çıkar. İsveçli doktorlar eşcinselleri, eş değiştirmelerin yaygın olduğu saunalardan uzak durmaya davet eder. 1984 Kasım’ındaysa Avustralya’da eşcinsellerin kan bağışlamasını yasaklayan ve kan bağışında bulunanların ise para ve hapis cezasına çarptırılmasını öngören bir yasanın parlamentoya sunulduğu haber verilir.

1985 Mart’ında homofobi fiziksel saldırıya da dönüşür.

11 Mart 1985 tarihli bir Cumhuriyet Gazetesi haberinde şu cümle yer alır:

“Londra’da AIDS yüzünden homoseksüellere saldırılar başladı. İngiltere’nin başkentinde bulunan homoseksüeller, kulüp ve publarda hemen her gün tartaklanıyor.”

AIDS İstanbul'a 1985 yılının sonunda varır

Türkiye’deki durum

1985 Ocak’ında dönemin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Mehmet Aydın, Yankı dergisine şu açıklamayı yapar:

Ülkemizde 1983 ve 1984 yıllarında AIDS tanısı konan herhangi bir hastaya rastlanmamıştır. Ancak bakanlığımız bu hastalığa karşı uyarılmıştır. AIDS dünyada yeni tanımlanan bir hastalık olarak kabul edilmektedir. İnsanlarda bağışıklık mekanizmasının azalması ile seyreden bir hastalıktır. Daha ziyade homoseksüellerde görüldüğü söylenmekte ise de örf ve adetlerimiz, dinimiz, ahlakımız ve aile yapımızın sağlamlığı böyle bir hastalığa karşı avantajımızdır.

Aydın’ın açıklaması “Bizde homoseksüellik yoktur, o yüzden AIDS de olmaz,” şeklinde özetlenebilir.

Temmuz 1985’te İzmir’de travesti ve transseksüeller şehir dışında sürülmek istenir. Sebep Türkiye’de eşcinseller arasında AIDS hastalığının yaygınlaşmaya başladığı haberlerinin alınmasıdır. İzmir Emniyet Müdürlüğü, Asayiş Şube Müdür Yardımcısı “Her türlü hastalığın kaynağı olan bu kişilere İzmir’de yer yok,” demektedir.

13 Ağustos 1985 tarihli Milliyet haberinde, Ödemiş’te kocakarı ilaçları kullanarak AIDS hastalığını tedavi edebildiğini iddia eden Veli Gün sahte doktor diye yakalanır.

Yine ağustos ayında İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan homofobi çıtasını yükseltir. Dalan, “AIDS, homoseksüellere Tanrı’nın bir gazabıdır,” açıklaması yapar.

Böyle bir olay günümüzden yüzlerce yıl önce de olmuştu. Tarihe Lut olayı olarak geçen bu faciada pek çok homoseksüel hayatını kaybetmişti. Ben günümüzde de homoseksüellik olaylarının artması üzerine görülen AIDS hastalığını Lut olayının günümüze yansıması olarak görüyorum. Bu Tanrı’nın homoseksüellere gönderdiği bir beladır.

1983 yılında San Francisco’da AIDS’e dikkat çekmek için toplanan eşcinseller

O sırada Türkiye’de bulunan Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Yakovas kendisine Dalan’ın açıklamalarının sorulması üzerine “Tanrı’yı AIDS işine karıştırmayın. Tanrı bir sevgidir,” yanıtını verir. (Cumhuriyet, 1 Eylül 1985)

Aynı günlerde daha sonra Türkiye AIDS’ten Korunma Derneği Başkanı olacak Prof. Dr. Hüseyin Sipahioğlu, Kayseri’de AIDS Hastalığı ve Tedavisi başlıklı bir konferans verir. Türkiye’de AIDS’i tanıyacak uzman olmadığı için bu hastalığın belirlenemediğini bildiren Sipahioğlu, konferansın bilim adamlarının yanı sıra homoseksüeller ve hayat kadınlarına da açık olacağını belirtir. Sipahioğlu ismi önemlidir. Zira sağlık bakanı ya da diğer uzman hekimlerin aksine, 1985 yılı başında Türkiye’de bir hastasına AIDS tanısı koyduğunu iddia etmektedir. Ekim ayına gelindiğinde bu sayı beşe çıkacaktır. (Milliyet, 25 Ekim 1985)

Murteza Elgin tecrit edildiği hastaneden çıkarken

M’den önce… Ayhan Özyurt

14 Ağustos 1985 tarihli Milliyet’in AIDS İstanbul’da başlıklı haberi Almanya’dan gelen AIDS’li bir işçinin hastaneden kaçtığını bildirir. Haberde bahsi geçen kişi Ayhan Özyurt’tur. Ailesiyle Berlin’de yaşayan ve orada teşhis konulan Özyurt, Türkiye’ye gelince tedavisini sürdürmek için Alman Hastanesi’ne başvurmuş, dört gün önce ise kayıplara karışmıştır. Hastane yetkilileri durumu İl Sağlık Müdürlüğü’ne bildirilmiştir. Oysa AIDS o zaman “ihbarı zorunlu hastalıklar”dan değildir. (AIDS bir ayı bile bulmadan 10 Eylül’de ihbarı zorunlu bir hastalık haline gelecektir.) İki gün sonra daha detaylı bir haber yer alır aynı gazetede. AIDS’li Türk önce hastaneden, sonra Türkiye’den kaçmıştır.

Aslen Gaziantepli olan ve halen tüm ailesiyle Batı Berlin’de oturan Bahattin Özyurt’un dört çocuğundan biri olan Ayhan Özyurt’un AIDS’e, tatil için gittiği İspanya’da yakalandığı sanılıyor. İspanya dönüşünde cildinde bazı belirtilerin ortaya çıkması üzerine Almanya’da başvurduğu doktorlar tarafından AIDS teşhisi konan gencin ‘uyuşturucu müptelası’ olduğu da belirtiliyor.

Milliyet bir gün sonra, 17 Ağustos’ta Ayhan Özyurt’u Almanya’da bulur. Genç adam “Hastalığı yeneceğim. Vücudumdaki lekeler giderek kayboluyor. Dün de bir lekeyi ameliyatla aldılar. İrademle hastalığı yeneceğime inanıyorum. Evet, eşcinselim ama aylardır eşcinsel ilişkide bulunmuyorum,” açıklamasını yapar.

Henüz piyasaya sürülmemiş bir kanser ilacı olan Interferon’un kendisine uygulandığını söyleyen Özyurt “Bu ilaç çok pahalı. Henüz bende deniyorlar. Bana bedava veriyorlar. Her gün aldığıma dair imza veriyorum. Ayrıca yazılı olarak bütün sorumluluğu üstlendiğime dair imzalı taahhütte de bulundum,” demektedir. Doktorların uyarılarını dikkate alarak “eşcinsel ilişkide” bulunmadığını da belirttikten sonra hastalığından utanmadığını fakat bu konuda kimse bir şey bilmediği için ailesine cilt kanseri olduğunu söylediğini belirtir. Ayhan Özyurt bilinçli ve kendisini ifade etmesini bilen bir ilk vakadır. Lakin basında kendine yer bulamamış, pek ses getirememiştir.

AIDS VE Murteza Elgin’in manşetlerden inmediği 1985 Kasım'ı

M…

AIDS’in manşetlere çıkması ve ülke gündemine yerleşmesi Murtaza Elgin sayesinde olacaktır. Haber ilk olarak 2 Kasım 1985 tarihinde Hürriyet’te verilir. İşte AIDS’li Türk başlıklı haber büyük ses getirecektir. Habere konu olan kişi İbrahim Tatlıses’in vokalistliğini de yapmış, sanat çevresinde tanınan Murtaza Elgin’dir. Teşhisi koyan ve basına duyuran kişi de yukarıda da adı geçen Hüseyin Sipahioğlu’ndan başkası değildir. Ancak bir sorun vardır. Sipahioğlu, hastasının HIV pozitif olduğunu doğrudan doğruya Hürriyet’e bildirmiştir. Yani Murtaza Elgin de hastalığını bu haberden öğrenmiştir. Haberde Elgin’in iki fotoğrafı kullanılmıştır. Gözleri bantlanmış olsa da haberin üst başlığında isminin baş harfi verilmiş, müzikal kariyerine dair ayrıntılar da paylaşılmıştır. Doktorun da gazetenin de yaptığı etik dışıdır. İkisi de hasta haklarını ihlal etmiştir. Sipahioğlu, gazeteye verdiği röportajda, o dönem evli olan Elgin’in cinsel yönelimi hakkında da konuşmaktadır.

Hastanız homoseksüel mi ve şu anda tehlikeli olabilir mi?

Benim ve diğer Türk ve yabancı bilim adamlarının tüm korkusu bu işte. Elbette ki olabilir. Hatta olabilirden de öte yakın ilişkide bulundukları ve onların da yakınları büyük bir tehlike çemberi içinde bulunuyor. Hastalık virüsü taşıyan bu kişiyi şimdi ikna etmemiz, hemen tedaviye başlamamız, kontrol altına almamız gerekiyor. Ayrıca yakın ilişkide bulunduğu kişilerin kan serumlarını tetkik etmek de zorunlu hale geldi. Hasta homoseksüeldir.

2 Kasım 1985’ten sonra neredeyse bir ay boyunca gün gün, insanlar satır satır sırf HIV pozitif olduğu için bir bireyin hayatının mahvedilişini, cehenneme çevrilişini okur. Murtaza Elgin’in yaşadıkları, ona yaşatılanlar homofobi ve özellikle de HIVfobi’nin zirvesidir. Fotoğrafları boy boy basılır. Gözlerini ancak kapatan incecik bir bant… Ama tüm ilişkileri, dostları tek tek teşhir edilir. Kaldı ki 4 Kasım’dan sonra buna da gerek duyulmayacak, adıyla sanıyla, yüzüyle ve tüm hayatıyla gazetelerin ilk sayfalarını, manşetleri süsleyecektir. Boyalı basının tiraj elde etmek, daha çok satılmak için hayatını paramparça ettiği Murtaza Elgin’in yaşadıkları, psikolojisi hiç kimsenin umurunda değil gibidir. Bir kişi de çıkıp “Ne yapıyorsunuz? Söz konusu olan bir insan… Hastalığı ne denli ölümcül ve bulaşıcı olursa olsun, bunu yapmaya hakkınız yok,” dememiş midir? Birileri çıkıp demişse bile bu açıklama, savunma, yaklaşım kendine gazete sayfaları arasında yer bulamamıştır.

Murteza Elgin, Hülya Avşar ve Küçük Emrah'la

Bir tür cinnettir yaşanan. ‘Murti’ ile yatıp kalkmaya başlar insanlar. AIDS hakkında yazı dizileri, köşe yazıları ardı ardına çıkar. Murti tecrit edilir, saklanır, yakalanır, kaçar, inkâr eder, kabullenir, ağlar, bağırır…

Kısa süre içinde güzel gelişmeler de yaşanır. Kasım ayı sonunda İzmir’de konu hakkında pek çok bilgi veren bir kitap çıkar, AIDS hakkında açıkoturum ve konferanslar düzenlenir. 25 Kasım’da İstanbul bağımsız milletvekili Yılmaz Hastürk, Sağlık Bakanı’na AIDS’le savaş kampanyası açmayı düşünüp düşünmediklerini sorar.

10 Kasım’da ise Edirne’de bir polis memuru, Zafer Akkan, hastalığa yakalandıkları korkusuyla önce karısı Nimet Akkan’ı öldürür, sonra intihar eder. Karı kocanın kanları test edilmek üzere alınır ve üç çocukları sağlık kontrollerinden geçirilir. Murtaza Elgin, Akkan ve karısının ölümünden ötürü Hüseyin Sipahioğlu’nu suçlayacak, “Bir doktorun hezeyanı, Edirne’de facia yarattı,” diyecektir. (Milliyet, 11 Kasım 1985)

Murtaza Elgin bir süre sonra unutulur. Ta ki 14 Haziran 1992’ye kadar… O tarihte Murti’nin ölüm haberleri çıkar pek çok gazetede. Başlıklar korkunçtur: AIDS’li Murti öldü, Murti’nin Son Nefesi, Murti Çamaşır Suyuyla Yıkanacak, Murti’ye Maskeli İmam, Murti Kireç Kuyusunda.

Hakkında yakalama kararı çıkartılan Elgin, serbest bırakıldıktan sonra

Aradan geçen yedi sene bile Türk halkının, devletinin ve bunun bir yansıması olan Türk medyasının cehaletini bir nebze de olsun giderememiştir. Cenazesine de sadece Harika Avcı ve Nigar Uluerer gider. Aynı sahneyi, hayatı paylaştığı pek çok ünlüden de ses seda çıkmaz. Fakat Cumhuriyet’te 3 Aralık 1992’de çıkan Orhan Bursalı’nın köşe yazısındaki gibi umut verici yaklaşımlar da yok değildir.

Biz öncelikle AIDS’i ve AIDS’li hastaları toplumdan dışlamamayı öğrenmeliyiz. Toplumun aydınları bile AIDS’i hala bir ‘homo olayı’ olarak görmeyi aşamadı. Doktorlar arasında AIDS’li hastalara el sürmeyenler var. Hastalığı ve hastaları toplumda yalnızlığa iten ve onlara sırt çeviren anlayış, salgının hızını sadece artıracaktır. Basınımız da bu tutumun teşvikçisi durumunda. Geçen aylarda ölen Murteza Elgin haberinin veriliş tarzı utanılacak bir olaydı ve ölünün kireçlenerek çimentolanarak mezara gömülmesine alkış tutuluyordu!

Hastaların böyle dışlanması da bir tür ırkçılık değil mi?

Ya günümüzde… 1992’den 2016’ya, geçen bunca senede, HIV/AIDS konusunda ne kadar yol alabilmişizdir? Kim bilir…

Yakılacak Yazar: Arslan Yüzgün

Arslan Yüzgün 1950 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden 1973 yılında mezun olup Ziraat Bankası’nda denetmenlik ve müfettişlik yapmış. 1982’de kurumdan istifa ettiğinde kendini yazmaya vermiş. Yazdığı ilk iki kitap eğitimini aldığı ve dokuz yıl çalıştığı alanla ilgili. 1982 yılında Cumhuriyet Dönemi Türk Banka Sistemi, 1984 yılında Genel Denetim Yaklaşımı adlı kitapları yayınlanmış.

Arslan Yüzgün

1985 yılında gelindiğinde Arslan Yüzgün önemli bir çalışmayı başlatmış ve 223 eşcinselle yetmiş yedi soruluk bir anket yapmış. Anket sonuçlarını ve çok daha fazlasını da 1986 yılının Ağustos ayında Türkiye’de Eşcinsellik (Dün, Bugün) adıyla bastırmış.

Sonrasında olanları bir sonraki kitabı Uçurum’un sunuşunda anlatır.

Ağustos 1986’da Türkiye’de Eşcinsellik (Dün, Bugün) adlı kitabım yayımlandığında yaptığım basın toplantısında “Elinizdeki kitap olay olacaktır,” diyerek, olası bir gelişmeyi önceden açıkça vurgulamıştım. Gerçekten de beklentimiz doğrultusunda kitabımız geniş yankılar uyandırmış, sürekli olarak söz edilerek gündemde kalmıştır. Hemen hemen tüm gazeteler geniş biçimde kitabımızdan söz etmiş, en yüksek tirajlı ciddi gazeteler bize ve kitabımıza tam sayfa ayırmıştır. Gazete ve dergilerden öte tek tek bize sözlü olarak yöneltilen eleştiriler genelde olumlu bir çizgide sürmüş, olumsuzluk çok az gözlenmiştir. Yine, posta kutumuza gönderilen mektuplarda ilginç beğeni sözlerine yer verilmiş ve açıkça bu konuyu ele almış bulunmamız, sorunları cesaretle işlemiş olmamız nedeniyle yüzlerce teşekkür alınmıştır. Yine yurt dışından çeviri önerileri alınmış, Hollanda’da yapılacak uluslararası bir konferansa konuşmacı olarak katılmamız istenmiştir.

Kitap o güne kadar yapılmayan bir şeyi yapmış, eşcinselliğe dair tıbbi, hukuki, edebi, adli ve kültürel pek çok konuda bilgiler vermeyi amaçlamıştır. Kitabın bölüm başlıkları içeriğinin zenginliğini ortaya koyuyor. Eşcinselliğe Genel Bir Yaklaşım, Eşcinsel İlişkilerde Yöntem, Eğlence Yaşamları, Sanatta Eşcinsellik, Eşcinsellik Olgusuna Toplumsal Yaklaşım, Yasal Yorum, Emniyet Örgütünün Eşcinsellere Yaklaşımı, Tıp ve Eşcinsellik, Sosyo-ekonomik ve Sosyo-politik Çözümler. Görüldüğü üzere kitapta yok yoktur. Yüzgün kitapta pek çok konuda önemli bilgiler derlemiş, yaklaşımı ve bazen çok kişiselleşen değerlendirmeleri bugünden bakıldığında ilkel ve fobik görünmekle beraber mühim bir iş başarmıştır. Kitapta eşcinsellik, eşcinsel/biseksüel erkekler ve trans kadınları kapsayan bir üst başlık olarak kullanılmıştır. Fakat kitap kısa süre içinde Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun dikkatini çeker. Arslan Yüzgün bu durumu, kitabı yüzünden siyasi şubelere kadar gidişinin öyküsünü de anlatır.

Uçurum (senaryo, 1986)

Ancak tüm bu olumlu gelişmelere karşın bazı çok olumsuz gelişmeler, komplolar, girişimlerle de karşılaşmış bulunuyoruz. Daha ilk günden, içki satmakla geçinen bir ‘zavallı eşcinsel’in ihbarı ile siyasi şubelere kadar gidilmek zorunda kalınmıştır. Bu Ceylan adlı kişi; kitapta polislere hakaret ediliyor, devlet güçleri küçük düşürülüyor, başbakanımıza p.... yapılmış, gibi savları ardı ardına polise sıralayıp bir güzel ‘jurnalcilik’ yapmış ancak pek sonuç alamamış, şubeden elimizde kitaplarımızla çıkma başarısı gösterilmiştir. Daha yaşayış biçimini ve kitabımızı algılayamayan bu kişinin çirkin ve pis tutumunun sonuç vermemesi şaşırtıcı olamaz. Profesörlü, doçentli on bir kişilik Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu bile bakanlıkların ‘özel talimatları’ ile incelemeye aldığı kitabımızda tek bir suç unsuru bulamamış, ‘müstehcen’ sözcük de saptayamamıştır. Görülmektedir ki, üzerinde geniş tartışmalar yapılan, açıkça eleştirilen yasa ve yasaya dayanılarak oluşan ‘Kurul’ bile kitabımızın ‘bilimselliğini’ dolaylı yönden onaylamış bulunuyor. Kendini, polis ve kurul üyesi yerine koyan o zavallıya ne halt etmek düşüyor?

Yüzgün’ün bu açıklamasında olduğu gibi, kitabında da sıkça ‘zavallı’, ‘aciz’ ve benzeri kişisel nitelemeler, bilimsellikten uzak yaklaşımlarla karşılaşırız. Arslan Yüzgün bazen yorumlamakta, bazen şikâyet ya da kritik etmektedir. Böylece kitap sıkıcı bir anket sonucu kitabı olmaktan da çıkar.

Bu arada Muzır Kurulu, Yüzgün’ün yukarıdaki sunuşu yazdığı Uçurum adlı kitabının çıkmasından kısa süre sonra Türkiye’de Eşcinsellik (Dün, Bugün)’ü sakıncalı bulacak, kitabın poşete konularak satılması gerektiğine karar verecektir.

Arslan Yüzgün'ün Cumhuriyet Gazetesi'ndeki röportajı

Arslan Yüzgün pek çok gazeteye önemli röportajlar verir kitabın gördüğü ilgiden ve poşetlenmesinden sonra. Cumhuriyet’teki röportaj Toplum bu işi hor görmüyor, Milliyet’teki Eşcinsel olmanın hiç önemi yok!, Hürriyet’teki İstanbul’da 500 bin eşcinsel varmış, başlığıyla çıkar. Güneş, Tan, Hafta Sonu gibi daha magazinsel gazete ve dergiler kitabın ve Arslan Yüzgün’ün açıklamalarının spekülatif taraflarını öne çıkartır. Fakat her ne olursa olsun, Yüzgün’ün kitabıyla ‘eşcinseller’ birden gündeme oturmuştur. Hem de bu defa sorunlarıyla, şikâyetleri ve tüm sosyal hayatlarıyla gündeme oturmuştur.

Arslan Yüzgün'ün röportajları

Milliyet’ten Yener Süsoy, Yüzgün’le yaptığı röportajda yazarın cinsel yönelimini ısrarla gündeme getirir ve öğrenmek ister.

Sayın Yüzgün… Madem eşcinselliği ayıp bulmuyorsunuz, ben de size şunu soruyorum: Siz eşcinsel misiniz?

Benimle ilgili açıklamaların, bu söyleşimize yararlı olacağını sanmıyorum, bunun için sorunuzu yanıtsız bırakıyorum.

Bu sorudan neden kaçıyorsunuz, anlayamadım?

Efendim, benim için eşcinsel olmak veya olmamak hiç önemli değildir. Hiç kimsenin böyle bir ayrım içinde olmaması tezini savunuyorum ben kitabımda. Kişilerin uçkurlarıyla uğraşılmaması tezini inceliyorum.

Kusura bakmayın, ben de uçkurla uğraşmıyorum. Sadece böylesine ilginç bir kitabın yazarı olarak eşcinsel olup olmadığınızı açıkça soruyorum? Madem utanılacak bir şey değil, neden yanıtlamıyorsunuz?

Yener Bey… Benim ilişkilerim sonsuz. Ben hepsine istediğim biçimde, istediğim zaman girerim.

Böyle bir kitabı eşcinsel olmayan birinin yazmasına olanak yok.

Yener Bey, elbette, haklısınız, ona şüphe yok. Bir başka kişinin yazacağım diye 100 sene uğraşsa, olayı bu boyutlarda incelemesi, en ince noktalarına kadar görmesi olanaksız. Bu sözlerinize katılmamak mümkün değil.

Süsoy’un tavrı tacizkâr, Yüzgün’ün tavrı ise tartışmalıdır. Zira yukarıdaki sunuşunda da görüldüğü gibi başka eşcinselleri adıyla ifşa etmekten çekinmemektedir yeri geldiğinde. Ancak konu kendi cinsel yönelimine geldiğinde çekingen davranmaktadır.

Cumhuriyet’e verdiği röportajda, anketine dayanarak eşcinsel sayısını nasıl hesapladığını da anlatır.

Arslan Yüzgün Milliyet'e röportaj verirken

Ben anketimde şöyle bir soru yöneltiyorum: Bugüne kadar kaç defa eşcinsel ilişkiye girdiniz? İlginç sorudur. Ben bu kişilerin ne kadar yozlaştığını göstermek ya da onları kızartıp bozartmak için sormuyorum ama istatistiksel olarak bir takım sayılardan hareket ederek eşcinsel sayısını ele geçirmeye çalıştım. Orada on bin, yirmi bin gibi sayılar ele geçti. Düşünün, 24 yaşında bir genç, 20 bin eşcinsel tanımış. Bunun anlamı… A) 20 bin, B) 15 bin, C) 100 kişi tanımış. Bunları ele alın... Bir istatistiksel formülle 450-500 bin gibi bir ana kitle çıkıyor İstanbul’da.

Karışık bir hesap!

Tabii bu röportajlarda çok önemli ve değerli mesajlar da verir. Örneğin neredeyse her röportajda polis baskısına, fişlemelere değinir.

“Bir kere polisin elinde hiçbir yetki yoktur. Türk Ceza Yasası'nda eşcinsel yaşam biçimi­ni sürdürmek suç değildir... Onlar da ne yapıyor? Saç kesiyor, bilmem nereye sürüyor, fişli­yor, hastanelere sevk ediyor, karakollarda tutuyor… Ve bu işlerden dolayı hiç hesap sorulmu­yor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu...”

Bülent Ersoy’un o yıllarda halen süren pembe kimlik mücadelesine de desteğini açıklar. Bülent Ersoy’un duruşunun ne denli onurlu olduğundan bahseder.

Türkiye’de Eşcinsellik (Dün, Bugün)’ü sırasıyla Uçurum (senaryo, 1986), Mavi Hüviyetli Kadınlar (öykü, 1987), Yakılacak Yazar (belgesel, 1988), Pembe Yolculuk (gezi-anı-deneme, 1988) ve İt Tapınağı (öykü, 1989) izler. Yüzgün’ün yaptığı her şeyden önce dönemine tanıklık etmektir. Zira o senaryo ve öykü kitaplarında bile “özgürlüğe ve özellikle de ‘cinsel özgürlüğe’ su ve hava kadar önem veriyor, dünya insanını evrensel boyutları ile ele alıyor, kendisinin bir yazar, bir edebiyatçı olduğunu savunmuyordur. Doğruları yakala­yıp insanımıza göstermeye çalışıyor”dur.

Pembe Yolculuk, (gezi-anı-deneme, 1988)

Yine yasaklanmak ve poşete konulmak konusunda da Uçurum ve Mavi Hüviyetli Kadınlar ilk kitabı izler. Uçurum, 16 Mart 1987’de poşete konur. Mavi Hüviyetli Kadınlar’ınsa, 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nce müstehcen bulunarak, müsadere ve imhasına karar verilir. Yani kitap toplatılacak ve yakılacaktır. Bunun üzerine kırk yayınevi ortak bir bildiriyle bu kararı eleştirir.

Arslan Yüzgün, çeşitli yayınevleri yöneticileriyle düzenlediği basın toplantısında, “Şimdiye kadar yazdığım bütün kitapları toplattılar, özgür yaşayan bir aydın olarak benim beynim ve kalemimle para kazanmamı engelliyorlar,” der.

Arslan Yüzgün, 2. Asliye Ceza Hâkimi Hüseyin Cengiz’in duruşmadan sonra aslında kitabın müstehcen içerikli bulunmadığını, sadece Arslan Yüzgün’ün cinsel tabuları yıkma konusundaki çabalarının frenlenmesi için bu kararı aldıklarını söylediğini de aktarır basına verdiği demeçlerde. 1989 Mayıs’ında kitabı hakkında müstehcen kararı veren Muzır Kurulu’nun raporunu Taksim Anıtı önünde yakmak isterken polis tarafından gözaltına alınır.

Arslan Yüzgün’ün kitabının müstehcen bulunmasından sonra kararın bozulması için Yargıtay'a başvurmuş, Yargıtay’ın kararı bozması üzerine de Muzır Kurulu’nun raporunu Taksim Anıtı önünde yakmak istemiştir. Tüm bu olan bitenin ardından Yakılacak Yazar adlı bir belgesel kitap yayımlayarak tüm bu yasaklanma ve aklanma sürecini detaylı bir şekilde, belgelere dayandırarak anlatır. Devletle tüm mücadelesi, yazışmaları belgelenmiş olur. Kitabı yayımlandıktan sonra yaptığı açıklamada “İçinde benim, kurula karşı vermiş olduğum mücadele, kurul raporları ve benim yasal dilekçelerim yer alıyor,” dediği kitabının da yakılmasına karar verildiği takdirde mücadelesini yasal yollardan yapacağını, eğer başarısız olursa da kendisini Cağaloğlu Basın Müzesi önünde yakacağını söyler.

Mavi Hüviyetli Kadınlar (öykü, 1987)

Yüzgün, tüm bu süreçte polis baskısıyla karşı karşıya kalır. İki kere de saldırıya uğrar. Bu saldırıların ilki 28 Mart 1985’tedir.

Saat 18.30 sularında 18-20 yaşlarında altı kişinin Yapı Kredi Bankası Galatasaray Şubesi önünde yürürken Dr. Yüzgün’e saldırdıkları ve Yüzgün’ün yüzüne vurulan darbelerle ağır şekilde yaralandığı bildirildi. Taksim İlk Yardım Hastanesi’ne kaldırılan Yüzgün, buradan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne kaldırılarak ameliyat edildi. Yüzündeki dört kırık, telle bağlanan Dr. Yüzgün’ün durumunun iyiye gittiği ve saldırganların aranmasına başlandığı bildirildi.

İkinci saldırı ise 24 Nisan 1990 tarihinde yapılır.

Taksim’den evine giderken Kazancı Yokuşu’nda kimliği belirsiz kişilerce saldırıya uğradığını belirten Yüzgün, saldırının ardından yaptığı açıklamada “Şimdi daha önce sürekli olarak savunduğum marjinal kesimler üzerindeki yasadışı baskıları sürdüren çeteleri koruyan bir emniyet amirinin milyonlarca kişinin gözleri önünde TV kanalıyla saldırganları desteklemesi, olayı bu noktaya getirmiştir. Bu yüzden emniyet görevlilerini suçluları ivedi olarak yaka­lamaya ve amaçlarını ortaya çıkarmaya davet ediyorum,” der.

1990’dan sonra Arslan Yüzgün’ün ismine, LGBTİ görünürlük ve varoluş anlamında rastlanmaz. Muhtemelen tüm yaşadıklarından dolayı yorulmuş, yıpranmış ve kabuğuna çekilmiştir.

Comentarios


bottom of page