Sanatın tarihine -ama o bildiğimiz anlamdaki klasik sanat tarihine değil- ses, beden, renk ve çizgi olarak düşmüş, varlığını yaratmış, sonraya bırakmış, farklı dönemlerin birleştiği, ayrıştığı, çakıştığı bir zamanın kadını Semiha Berksoy’un sanatı Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné adlı kitapta bir araya geldi. Bu yazı kitabı henüz eline alma fırsatını bulamamış okurlar için kaleme alındı.
Semiha Berksoy
O’Art’ta ocak ayında açılan Aşk’la, Semiha Berksoy sergisine paralel olarak Odeabank ve Galerist işbirliğiyle hazırlanan Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné kitabı, 1910-2004 yılları arasında yaşayan sanatçının çocukluk ve gençlik yıllarından yaşamının sonlarına, Güzel Sanatlar Akademisi’nde yaptığı desenlerinden başyapıtlarına, ulaşılabilen tüm eserlerini içine alan ve sanatçı hakkında şu ana kadar yapılmış en kapsamlı çalışma olarak dikkat çekiyor.
Editörlüğünü Derya Yücel’in üstlendiği kitabın metinleri sırasıyla Derya Yücel, Robert Wilson, Dieter Ronte, Rosa Martinez, Levent Çalıkoğlu, Ferit Edgü, Beral Madra, Zeliha Berksoy ve Dikmen Gürün tarafından kaleme alınmış. Kitap tasarımı ise Vahit Tuna’ya ait. Kitapta Semiha Berksoy için yazılan metinler dışında sanatçının yaşamının çeşitli dönemlerine dair fotoğraflar yer alıyor. Bu fotoğraflardan bazıları Bennu Gerede, Zeliha Berksoy, Yavuz Draman ve Evrim Altuğ’un objektifinden. Kitabın geriye kalan devasa bölümü ise çizimler, desenler ve resimlerle Semiha Berksoy’un o renkli, şaşırtıcı, düşsel dünyasını seyre dalmak için ayrılmış.
Farklı ve renkli kişiliğini sadece söylemde bırakmayan, yaşama şekline, giyim tarzına, içinde bulunduğu mekanla ilişkilenmesine, yaşamın tüm alanlarına yansıtan nadir sanatçılardan biri Semiha Berksoy. Kendi tasarlayıp diktiği kostümleri, aksesuarları ve makyajıyla sürekli bir sahne, bir tuval gibi algılamış yaşamı. Bedenini hem teatral hem performatif bir sanat nesnesi olarak kullanırken bir yandan da çizmiş, boyamış, söylemiş ve eylemiş. İşte böylesi bir sanatçının dünyasına dalmak için açıyorum kitabın kapağını.
“Ben benim, ben kendimim, tüm enerji ancak benden akar dışarı doğru, ve siz, ya da diğer bir deyişle, tüketiciler, şunu anlamalısınız ki bu enerji bana ait” diye başlıyor kitabın ilk sayfası. Bu sözler yüksek dramatik soprano, primadonna, ressam, şair, aktris, performans sanatçısı Semiha Berksoy’a ait.
Sönmez Sanat Ateşinin Pervanesi: Semiha Berksoy başlıklı ilk bölümü, kitabın editörlüğünü de yapan Derya Yücel kaleme almış. Aşklarıyla, iç içe geçen yaşamı ve sanatıyla, döneminin ötesinde yaşayan, hiçbir kalıba sığmayan, sıra dışı bir kadının portresini sunan Yücel, ilk olarak sanatçının çocukluk ve gençlik yıllarına odaklanıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen arifesinde, 1910 yılında doğan Semiha Berksoy modernleşme döneminin çoktan başladığı ama bir yandan da geleneksel baskının devam ettiği bir ortamda banka memuru Ziya Cenap ve ressam-heykeltıraş Fatma Saime Hanım’ın kızı olarak Çengelköy’de dünyaya geliyor. Berksoy daha 8 yaşındayken annesini kaybediyor ve yaşadığı bu kayıp, onu hayatı boyunca etkiliyor. 1928 yılında İstanbul Kız Lisesi’nde okurken burslu olarak önce İstanbul Belediye Konservatuarı’na kabul ediliyor. Ardından Güzel Sanatlar Akademisi’nden Namık İsmail Bey’e resim çalışmalarını sunuyor ve misafir öğrenci olarak Akademi’ye kabul ediliyor. 1930’da Tiyatro Okulu’nun (Darülbedayi) ilk sınavını kazanıp, 1932’de Muhsin Ertuğrul’un İstanbul Sokaklarında filminde rol alarak oyunculuk kariyerini de başlamış oluyor. Babasının konservatuarı bırakması için yazdığı mektuba “...benim ruhumu sürükleyen, bende alev haline geçen bir şey var; o da sanat aşkıdır, bunu biliniz. Bunu yapmadan ölsem de mezarımda biten selvi ağaçları söyler...” sözleriyle verdiği cevap, onun sanat aşkını en iyi şekilde ortaya koyuyor.
22 yaşında Kafatası oyunu için Nazım Hikmet’le tanışınca hayatı boyunca varlığını sürdürecek büyük aşk da başlamış oluyor. Derya Yücel bu aşkı şöyle tanımlıyor “Kavuşmayla sonlanamayacak, karşılıklı hayranlıkla sarmalanmış, yıllar sürmüş ve zamanla büyük bir dostluğa dönüşmüş bu aşk, Berksoy’un yaşamına, anılarına, yapıtlarına ve resimlerine derin izler bırakır.”
Mezuniyetinden sonra hem Süreyya Opereti’nde hem de İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda dram, komedi ve operet alanlarında çalışan Berksoy, 1934 yılında Atatürk’ün talebiyle yazılan ve bestelenen ilk Türk opera eseri Özsoy’da rol alıyor. 1936’da ise İstanbul Belediyesi bursunu kazanarak eğitim için gittiği Berlin’de ‘Avrupa’da sahneye çıkan ilk Türk kadını’ unvanını alıyor.
1943 yılında Ercüment Siyavuşoğlu ile evlenen Berksoy, 27 Mart 1946’da, Dünya Tiyatro Günü’nde kızı Zeliha Berksoy’u dünyaya getiriyor. Devlet konservatuvarındaki ataması operanın solist kadrosuna değil de orkestra kadrosuna yapılınca konser vermekten, operalarda rol almaktan alıkonsa da yılmıyor Berksoy. Ancak yurtdışında takdir görüp davetler aldıktan sonra Türkiye’de hak ettiği değeri görmeye başlıyor ve birçok operada sahneye çıkıyor. 1957 yılında Bayreuth Festivali’ne davet edilen Berksoy, orada Wagner’le yakın dostluk kuruyor. Tiyatro ise 1960’lı yıllardan itibaren yaşamında önemli bir yer tutuyor, birçok yerli ve uluslararası oyunda rol alıyor. 1966’da primadonna unvanını alan Berksoy 1972’de kendi isteğiyle birinci sınıf dramatik soprano olarak emekliye ayrılıyor. Sonrasında hayatında zaten hep var olan resim çalışmalarına daha fazla yoğunlaşıyor. Derya Yücel onun sanatını “İç dünyasının sancısını, coşkusunu, mücadelesini, hüznünü ve yaşam enerjisini ifade, çizgi, renk ve form olarak imgelere dönüştürür, yaşam öyküsünü tuvallere aktarır. Tüm sanatsal formlardan beslenen plastik dili, performatif eylemliliğin yüzeye akışıdır. Sesin, aryanın, sözün, mizansenin aktığı damardan beslenen imgelerinde yaşamın, ölümün ve aşkın tutkulu dışavurumu canlıdır.” şeklinde tanımlıyor.
Kitapta Berksoy-Mekanı-Kaos Olarak Yaşam-Yapıt, veya Bir Sanat Tarihçisinin Altı İlanı-ı Aşkı başlığı altında Dieter Ronte tarafından kaleme alınan bölüm; I Açıklık, II Magma, III Mekan, IV Varoluş, V Gesamtkunstwerk, VI Arayüzler olmak üzere altı bölümden oluşuyor.
Ronte, Açıklık bölümünde Berksoy’un farklı sana disiplinlerine göre dönüşümünden bahsediyor. Ronte’ye göre Berksoy’un sahnedeki disiplinli duruşu özel hayatında, dolayısıyla plastik sanatlarda zapt edilmez bir dönüşüm içinde. Aslında devam eden bir gösteridir söz konusu olan, ama özel hayatın alanına geçildiğinde bu, daha doğrudan, daha az sulandırılmış bir hal alıyor.
Magma bölümünde, Berksoy’u estetik bir yanardağa benzetiyor Ronte. Hayatını sanatıyla püskürten ve yayan bir yanardağ… “O saf haliyle sanatsal magmadır. Kimsenin buyruğuna boyun eğmez-kendi buyruklarına bile” diyor.
Mekan bölümünde ise sanatçının mekanla kurduğu ilişki Berksoy’un Yatakodası üzerinden ele alınıyor. Zamansal ve mekânsal olarak geride kalmış olsa da Nazım Hikmet’le olan ilişkisi ömür boyu sürecek romantik bir birlikteliğe dönüşen Berksoy, hem kurban hem kahraman olarak gördüğü Nazım Hikmet’le olan bağından güç alıyor. Bu odada onunla ilişkisinin bağlarının daha çok görüldüğünü vurgulayan Ronte, Berksoy’un Yatakodası’nı ‘enerji yüklü bir egonun duygularının, aşkının, deneyimlerinin ve hatıralarının güç merkezi’ olarak tanımlıyor.
Varoluş bölümünde sanatçının figüratif bir biçimde yaptığı resimlerde kendi varoluşunu resmettiğinden bahseden Ronte, figürasyonların çocuksu, dizginsiz bir çarpıtma ile üretildiğini ve hepsinin bir tuzağa düşmüş gibi göründüğünü, aynı zamanda figürlerin son derece erotik ve büyüsel bir ikonografi sergilediklerini vurguluyor.
Gesamtkunstwerk bölümünde bu kavramın sanatçının işlerinde nasıl var olduğunu ele alıyor Ronte: “Tek bir el tarafından, tek bir fikirden hareketle üretilen, diğer bir değişle çok sayıda kişinin katılımının, bir ekip çalışmasının namevcut olduğu, Barok dönemde ortaya çıktığı şekliyle mutlak bir sanat eserinin, yani bir Gesamtkunstwerk’in yaratımı fikri Semiha Berksoy için onun yaratıcı olarak yalnızlığı bir içe dönüşün veya içe kapanıklığın sonucu değil, aksine benmerkezcil bir kendini beğenme odağı tarafından yapılan bir tercih.”
Arayüzler bölümü sanatçının görsel sanatlar aracılığıyla elde ettiği sonsuzluk bilgisine değinen Ronte, tarihe kalmak isteyen bir sanat eseri olarak tek başına seslerin yetmeyeceğini bilen Berksoy’un bu yüzden çizgilere yöneldiğini imliyor.
Bir Sanat Eseri Olarak Hayat: Semiha Berksoy başlıklı yazısına “Kadın, diva, dünyaya ait bir tanrıça. Opera şarkıcısı, ressam, oyuncu, şair. Dişi savaşçı, ışıltılı varlık, Eros ‘un baş rahibesi... 20. yüzyılın mutlak sanat eseri ve yeni binyıl için yaratıcı model. Bunların hepsi, geçmişte ve günümüzde, Semiha Berksoy’dur” sözleriyle başlıyor Rosa Martinez. Berksoy’un sanatın farklı türlerini duygularını ifade edebilmek için güçlü bir şekilde nasıl kullandığından ve sanatının biricik kaynağının kendi hayatı olduğundan bahsederken aynı zamanda klasik temalardan ve gündelik olaylardan da ilham aldığını vurguluyor. Martinez’e göre sanatının malzemesi kimi zaman tuval kimi zaman ise kendi bedeni olan Berksoy, kostüm ve makyajla bedenini sürekli farklı karakterlere dönüştürüyor. Yine sanatçının yatak odası Martinez için de Berksoy’un kişisel deneyiminin ve yaratıcılığının buluştuğu en önemli mekan. Martinez, şiirsel olduğu kadar politik de bulduğu bu mekanı bir sahne dekoruna benzetiyor; bir enstalasyon ya da bir ‘merzbau’ olarak ele alınabilecek bu mekandaki nesneler için “Sevilmiş insanların geçmiş zaman yankılarıyla yan yana gezindiği bu kozmik rahimden, bazen acıtan bazen hayranlık uyandıran hikâyeler ve derinden hissedilen duygular doğarak karşımızda beliriverir” ifadelerini kullanıyor.
Kitapta Aşka İnanmak, Sesi İmgeye Dönüştürmek başlıklı bölüm ise Levent Çalıkoğlu tarafından kaleme alınmış. “Yaşamı ölümle birlikte olumlayan, insan sesinin zamanı alaşağı etmekle kalmayıp kendi başına boşlukta salınacağına inanan, hayatının her anını sanata çeviren birinin kendi kendisiyle konuşma tarzıdır bu resimler” sözleriyle Berksoy’un sanatını tanımlayan Çalıkoğlu’na göre o, sanatını yaşantısına, yaşantısını da sanatına adamış bir isim. Çalıkoğlu, modern ressamlardan, sanat tarihinin tüm kalıplarından farklı olarak kendi biçimselliğini, yüzünü, sesini, kıyafetlerini, sahne bilgisini resimlerinin konusu yapan Berksoy’un ironik ve yalın dili, çizgisel ve sert renkselliğinin imgelerini açığa çıkardığını vurgulayarak sanatçıyı Dieter Ronte gibi yanardağa benzetiyor. Sürekli taşan, sanatını, imgelerini fışkırtan bir yanardağ… Berksoy’u kendi bildiği resmin izini süren, ruhunu ifade ediş tarzıyla kuramların ve üslupların dışına taşan bir sanatçı olarak değerlendiren Çalıkoğlu, başkalarının değil kendi yaşamının gözlemcisi olan sanatçının bu yüzden daha çok kendini resmettiğini belirtiyor. Kendisini sanatın merkezine oturtan bir karakter olarak ele aldığı Berksoy’un sanatı için, ‘gösteren de gösterilen de aynı kişidir’ ifadesini kullanan Çalıkoğlu, sanatçının tutkularını dilediği şekilde kullanma özgürlüğünü vurguluyor.
Semiha Berksoy: Catalogue Raisonné’de Ferit Edgü tarafından kaleme alınan bölüm, Semiha Berksoy: Bir Tansık başlığını taşıyor. Edgü bu bölümde Berksoy’un sanatını, sanat tarihinin dışında kalan diğer tüm sanat tarzlarıyla yakınlaştırıyor. Yerel ve evrensel sanat akımlarının hiçbiri içinde yer almayan, bunun için de onlara eklemlenmeyen ya da karşı çıkmayan sanatçıların yapıtlarıyla aynı düzlemde ele alıyor Berksoy’un işlerini. Berksoy’un sanatının kendi iç dünyasının sesinin peşine düşmesiyle başladığını belirten Edgü’ye göre o, iyi portre, natürmort ya da manzara resmi yapmak yerine kendi iç dünyasının imgelerinin, saplantılarını, düşlerini yansıtmayı tercih etmiş bir sanatçıdır. Bu yüzden onun resminde renk uyumu ve dış dünyaya ait nesneleri aramak yersizdir, ancak her resmin de bir öyküsü vardır. Bu öyküler ise mantığımızla kavranabilecek öykülerden çok uzaktır. Ayrıca onun resimleri sadece görünmez ya da izlenmez, aynı zamanda okunur da.
Ressam Semiha Berksoy bölümünün metni Beral Madra’ya ait.
Madra bu yazısında, Berksoy’un sanatı ve Edvard Munch’un “Sanat doğanın karşıtıdır. Doğa yalnız gözle görünen değildir-ruhun iç imgelerini de gösterir-gözlerin arkasındaki imgeleri” sözleri arasında bir bağ kuruyor; Berksoy’un resimlerini 19. yüzyıl sonlarında görülen öznelci akımlara ve sembolist sanata yakınlaştırıyor. Dış dünyayı yadsıyan, iç dünyanın beslenmesi gerektiğine inanan bu dönem sanatçılardan Munch ile Berksoy’un çocukluklarında yaşadıkları benzer bir acı- erken yaşta kaybedilen anne ve onların eserlerindeki anne figürü- onların işlerindeki benzer duyguyu izleyiciye aktardığını belirtiyor Madra.
Berksoy’un resimlerini, ‘çocuksu bir biçim bozmayla oluşmuş çizgisel bir ekspresyonizm’ olarak tanımlayan Madra, bu resimlerde aynı zamanda erotik ve büyüsel değinmelerin de görüldüğünden bahsediyor. Sanatçının resimlerini, onun içsel yaşamı ve dış dünyası arasındaki ikonlar olarak gören Madra, “Her iki dünya da yüceltilmiş bir ekspresyonizm titreşimi içindedir: dış dünyasında müzik, jest, idealizm, kahramanlık, iç dünyasında şiir, düş gücü, erotizm ve tutkulu duygular vardır” diyor ve bu iki dünyanın çarpışmasının tuval üzerinde denetim altına alındığını belirtiyor.
Kitaptaki Semiha Berksoy: Bütün Dünya Odamın İçinde bölümünü ise sanatçının kızı, tiyatrocu Zeliha Berksoy kaleme almış. Zeliha Berksoy bu yazıda Semiha Berksoy’un yatak odasının oluşum sürecinden ve bu çalışmanın uluslararası sanat camiasında nasıl ilgiyle karşılandığından bahsediyor. 1994 yılında Ayaspaşa’da Pamir Apartmanı’ndaki dairelerinde Semiha Berksoy’un yatak odasını oluşturmaya başladığını aktaran “Bütün dünya benim odamın içinde” sözünü uygularcasına bu odayı hazırladığını vurguluyor. Zeliha Berksoy o dönem hasta olan annesinin bu çalışmasının hayatına dair büyük bir başyapıt bırakmak istemesinden kaynaklandığını düşündüğünü aktarıyor. Zeliha Berksoy, yaratım süreci bir yıl süren yatak odasının filme alınarak Kutluğ Ataman tarafından bir video işe, Semiha B. Unplugged’e dönüşüm sürecini de anlatıyor.
Bir Ateş Kuşu: Semiha Berksoy adlı son yazı ise 2010 yılında Ateş Kuşu Semiha Berksoy adlı kitabın editörlüğünü de yapmış olan Dikmen Gürün’e ait. Gürün bu bölümde Semiha Berksoy ile tanışmasını, ona aktardığı anıları ve en sonunda kitap düşüncesinin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor.
Gürün’ün aktarımıyla Berksoy‘un bir sanatçı olarak mücadelesini en iyi ifade eden cümleler şöyle: “Benim bulunduğum meslekte gruplaşmalar oldu, klikler kuruldu, şahsi hırslar baskın çıktı. Sanatta bu tür hırslara yer olmamalıdır. Bu bir kültür eksikliğidir. Beni idam ettiler ama başaramadılar. Parça parça oldu ciğerim... Yine de dimdik ayakta kaldım.”
Yaşamla ölümün iç içeliğini resimlerine her daim yansıtan Berksoy, mezar taşını da ölümünden yıllar önce hazırlatıyor. Dikmen’in anlatımına göre bu taş, Berksoy’un hayatının özetini yansıtıyor. Taşın üzerinde sanatçının doğum tarihi yazarken ölüm tarihinin yerine ise şunlar yer alıyor:
“Zümrüt Anka kuşu yandığında
Küllerinden doğurur kendini
Kendi türünde tek olan üstün kişi”
Semiha Berksoy, bütün sanatlarına konu olan bu mitolojik karakterle bütünleştiriyor kendini. Sürekli her ölümden yeniden doğuyor, daha güçlü bir şekilde hem de. Bu yüzden ölümsüz bir sanatçı. “Do sesini verdim, ölümü yendim” diyen Berksoy’un sesini duymak için sanırım onun resimlerine bakmak yeterli.
Opmerkingen