Dokunma biçimleri üzerinden sergilemeyi ele alan yazı dizisi ikinci yazısında sanatın daha anlamlı olabilmesi için gerekli olan sergilemede dokunma biçimlerini yakın zamanlı ve mevcut sergiler üzerinden pratik olarak değerlendirmeye çalışıyor
Yazı: Selman Akıl
Sergileme ve sergiler
Sanatın anlamlı olabilmesi için gerekli olduğunu düşündüğüm sergileme ve dokunma biçimlerini değerlendirirken küratörlü ve küratörsüz gerçekleştirilen birkaç sergiyi ele alacağım. Küratörün işinin en önemli kısmının dokunma biçimi yaratmak olduğunu düşünüyorum. Bunu iddia etmek için elimde yeterince veri mevcut. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi sanat insanda etki ve iz bırakmaya yönelir. Bununla birlikte ister sosyolojik açıdan bakalım ister estetik, küratör sanat eserinin konumlanacağı yerin arka planını kurarak onu ortaya çıkarır; eseri farklı anlamlara değmesini sağlayacak bağlamlarla birlikte ya da tüm bağlamlardan bağımsız olarak daha görünür kılar. Sanat eseri kapitalist bir toplumda maddi bir değer yaratımını olanaklı kıldığından dolayı iktisadi, kültürel değerin yeniden üretimi sağladığından dolayı sosyolojik ve sanatın doğası gereği estetiktir.
Peki, bir sergiyi dokunma biçimi olarak değerlendirmek ne demektir? İlkin serginin ileri sürdüğü söylemi ya da önermeyi karşılayabildiğini görebilmektir. Sergi ileri sürdüğü önermeyi yansıtabilmekte midir? Bu sorunun yanıtı bir sergiden beklenecek ilk niteliktir. Çünkü bu nitelik doğrudan serginin ortaya bir ifade koyup koyamadığı ve kendini ifade edip edemediğiyle ilgilidir. Sergi için sözel olarak ifade edilenin pratik olarak ifade edilenle uyuşup uyuşmadığını belirleyen niteliktir.
Sergideki eserler mekânın ve hikâyenin arka planına bağlı olarak serginin hikayesine uygun şekilde mekânda yerleştirilmiş midir?
Sergide eserlerin bütününden özgün bir ruh yakalanabilmiş midir?
Serginin kurgusu eserlerden yola çıkarak o ana kadar ortada olmayan bir şeyi ya da durumu mümkün kılmış mıdır? (Örneğin, bir uçurum duygusu, bir alışkanlık döngüsü, yakın mesafe algısı, uzak mesafe algısı, bilindik bir şaşkınlık…)
Yenilerini de ekleyebileceğimiz bu sorular aynı zamanda “Sergi nasıl kurulmuştur?” sorusunun da cevabıdır. Aynı sergi birçok farklı şekilde kurulabilir ve bana göre “doğru” kurulan her sergi bir derinlik yaratarak izleyiciye dokunur.
Yakın zamanlı ve mevcut küratörlü sergilerin bir kısmını dokunma biçimleri çerçevesinde değerlendirmeye başlayabilirim. Değerlendireceğim ilk iki sergi aslında yurtdışında yaşayan fakat sergi için İstanbul’da bulunan iki Türkiyeli küratörün sergileri olacak: Yekhan Pınarlıgil’in Galerist’teki 13 Aylı Bir Yılda sergisi ve Misal Adnan Yıldız’ın Kasa Galeri'deki Dünyanın Ağırlığı sergisi.
Galerist’te Yekhan Pınarlıgil küratörlüğündeki 13 Aylı Bir Yılda sergisi eserlerin konumlanışı, konumlanış biçimleri ve aralarındaki mesafe bana göre doğru bir geometriyle kurulmuş. Eserlerin konumlanışları gönderimde bulundukları hikâyenin içine girmeye olanak sağlıyor, hikâyenin içinden çıkan ve sınırın ötesinde yer alan sisli bir haritayı ortaya çıkarıyor. Eserlerin konumlanış biçimleri unutma ve hatırlama arasında dinginlikle vazgeçilmiş bir melankolinin duygu durumunu yansıtırken, serginin pürüzsüz geometrisi izleyiciye farklı boyut ve duygulanımlarla hikâyeye girebilme olanağı sağlıyor. Böylece, benim düşünceme göre sergi ileri sürdüğü önermeye cevap verebiliyor, hikâye arka planını farklı boyutlardan yansıtabiliyor, sergi arzu ettiği ruhu yakalayabiliyor.
Kasa Galeri’de Misal Adnan Yıldız küratörlüğündeki Dünyanın Ağırlığı sergisi bazı sorunlu durumları ihtiva ediyor. Öncelikle sergi metninde küratörün kendi sözlerinden bahsederken tırnak içinde alıntı yaparken ya da uçak ve otobüs biletlerinden bahsederken sergi hakkında bir şey söylememesini sorunlu buluyorum. Serginin ne olduğunu ancak isminden ve seçilen işlerin görsel ve psikolojik boyutundan anlayabiliyorum. Serginin ismi ağırlıktan söz ederken sergideki işlerin ağır konulardan söz eden "hafif" işler olduğunu görüyorum. Burada “hafif” sözcüğü gizlenmiş bir metafor olarak karşımda dururken seçilmiş eserlerin sosyo-psikolojik hikâyelerinin ağırlığına rağmen yüzeylerinde kristalleşen "soyut" ve "hafif" düzleme göndermede bulunuyor. Bu bakımdan da sergi için uygun ve iyi işlerin seçilmiş olduğunu görebiliyorum. Sanatçıların ilgili izler sürerek işlerini ortaya koymuş olsa da ya da seçilen işler kurguyla bütünleşse de küratörün sergi anlatısını izleyiciye yeterince iyi şekilde aktaramadığını düşünüyorum.
Yapı Kredi Kültür Sanat'ta Kevser Güler küratörlüğünde gerçekleşen Burası sergisiyle ilgili eleştirimi dile getirmeden ‘’bir serginin koleksiyon sergisi olmasının iyi bir sergi olamayacağı’’ önermesini kabul etmediğimi belirtmek istiyorum. Aksine, benim fikrime göre, koleksiyon düzenli, orijinal ve yaratıcı bir sergileme için olanak sağlayabilir. Benim fikrime göre yapılması gereken eserleri kategorilendirmek, kategori ve eserler arasındaki mesafeleri “doğru” kurmak, serginin belirlenmiş olduğu tema, kavram ya da hikâye üzerinden yaratıcı bir küratöryal müdahale ortaya koymak. Güler'in eserleri konumlandırırken kategoriyle eserler arasında kurduğu geçişler bence sergide bir düzensizlik yaratıyor. Çünkü estetik yaklaşım ve bütünlük bakımından geniş bir yelpaze sunan bu yapılar kendi aralarındaki geçişler esnasında birbirlerine yaklaşmıyor ve bu da serginin bütünlüğünü kavrayışımda bir boşluk yaratıyor. Örneğin, bir yerleştirmenin serginin içeriğinden bağımsız olan estetik bütünlüğü hemen yakınında asılı duran tabloların estetik bütünlüğüne uzanarak onlara dokunmuyor. Güler'in önceki birkaç sergisinden yola çıkarak mesafeyle ilgili problemleri olduğunu düşündüğümü söyleyebilirim. Ziyaret ettiğim diğer Güler küratörlüğündeki sergilerde mekânların ya fazlasıyla boş bırakıldığı ya da çok yoğun şekilde doldurulduğu dikkatimi çekmişti. Halbuki mesafe ister gerçek olsun ister metaforik, küratörün en önemli ifade aracıdır. Bu düzensizliğe özensizlik değil ama belki dünyaya kapalılık diyebilirim. Benim beklentim sergilerde duyumsamanın daha çok gündeme alınması olurdu.
Değerlendireceğim bir diğer küratörlü sergi ise Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde Mahmut Wenda Koyuncu küratörlüğünde gerçekleşen Mehmet Ali Boran'ın Zakkumun Kökü sergisi. Sergide, sergiye ait önermelerin ortaya konulması bakımından küratöryal katman eksikliği etkisi görüyorum. Küratöryel katman eksikliği derken sadece ve sadece sanatçıya ait işlerin mekâna yansıyan semiyotik gölgeleriyle bir dil oluşturmalarından ve böylece sergiye kazandırdıkları kimlikten bahsediyorum. Bana göre sergi, sanatçı ya da küratör açıklamaları olmadan, içerik ve duygu olarak kendini yansıtma ve tesir etme bakımından güçsüz kalıyor. Aslında serginin çok güçlü önermelerini kolayca duyabilecek olmamıza rağmen göz ve bedenle görmek, hissedebilmek için bir yol göstericiye ihtiyaç duyuyoruz. Belki daha güçlü bir küratöryal müdahaleyle buna ihtiyaç duymayabilirdik. (Örneğin, çok kişisel bir yerden, serginin bir bölümünde küratöryal bir alt katman, eserler ve mekân arasında mesafe, derinlik ya da sergiye eklemlenmesi mümkün birtakım başka semiyotik göstergelerle mistisizme; diğer bölümündeyse kuru mekanik bir modernizme gönderme yapılacak şekilde gerçekleşebilirdi diye düşünüyorum.) Bir sergi duygulanımlar oluşturarak kendi kendinin yol göstericisi oluyorsa bana göre başarılı bir sergidir.
Odeabak O’art’ta Begüm Güney küratörlüğünde CANAN'ın Hayal-i Alem sergisinde eser seçiminden kuruluma kadar çok emek verildiği ve çalışıldığı anlaşılıyor. Sergi bir önerme olarak ileri sürdüğü modernle yüzleşen ve onun içinden geçen mitolojik bir karakterin mistik ruh halini iyi yansıtıyor. Ancak bana göre her ne kadar sergi içinde eserlerin yerleri “doğru” seçilmiş ve eserler konumlandırılmışsa da ışık ve gölgelendirmelerin başka açılardan daha kuvvetli şekilde yapılması serginin vermek istediği hissi pekiştirebilirdi diye düşünüyorum.
Şimdi de bazı küratörsüz sergilere değinmek istiyorum. Ahmet Öğüt’ün Dirimart'ta gerçekleşen It can and has been sergisi özgün bir sergiydi. Serginin ismine de yansıdığı üzere Öğüt karşısına birbirinden farklı kodlara sahip kültür gramerlerini alarak gerçeküstü müdahalelerle kendine ait, birbirinin içinden geçen, çapraz vektörlerle yeniden kurduğu sentaks ve aksanlarla dil ve ifadenin olanaklarını eğlenceli, muzip ve bir o kadar da hakikate yakın olacak şekilde zorluyordu. Böylece, sanatçının kısmen kendini de anlattığı sergi, çok katmanlı bir yolculuk hikâyesini ortaya koyuyordu. Sergideki işler Ahmet Öğüt’ün genel olarak işlerinin karakterini yansıtıyordu ve ben büyük bir sapma ya da sürpriz görmedim. Öğüt bu yolculukta bir Afrika ülkesindeki enflasyondan müzelerin içindeki ve dışındaki hayvanlara kadar geniş sınırlarda dolaşarak dünyanın çeşitliliğini eleştirel bir yerden ele alıyor ve bu şekilde kendi köklerine uzanıyor diye düşünüyorum.
Ludovic Bernhardt’ın Sanatorium’daki Gaming Room sergisi ise izleyiciyi Ahmet Öğüt’ün sergisinde de var olan immersiyonun başka bir türüne davet ediyor. Bernhardt bedensel bir immersiyon yaratmak yerine izleyicinin zihinsel bir yürüyüşle eserin içinde dolaşmasını istiyor, izleyicisine CIA'in ajanlarını eğittiği kurgusal bir oyunu şiir, anlatı, imgeler ve işaretlerle yeniden kuran sergi post-kolonyal bir eleştiri sunuyordu. Aynı zamanda yazar ve şair de olan Bernhardt’ın edebiyat göndermeleriyle kolay ve hızla tüketilemeyecek olan bu sergiye ancak ayrıntılarına zaman ayırarak erişilebilir diye düşünüyorum.
Son olarak Sevinç Altan’ın Valide Sultan Konağı’nda Biz Kuşları Yedik sergisine değinmek istiyorum. Altan sergisinde işlerini mekânla bütünleştiriyor. Tarihi bir mekânda metafor olarak karşımızda duran anıların mekânın çatlakları arasından sızarak belirdiği, duvarların içinden dışarı doğru yansıdığı sergi mekâna yaklaşımıyla önermesini izleyiciye aktarmayı başarıyor. Mekândaki eserler başka coğrafyaların anıları olarak birtakım izler şeklinde karşımızda dururken onlara doğru eğildiğimizde ya da örtülerini kaldırdığımızda bu kayıp hikâyelerin yolculuğuna dahil oluyoruz ve bence sergi kesinlikle amacına ulaşıyor.
Dokunma biçimleri birer kural olarak tanımlanamaz fakat sanat ve estetiğin kendini dayandırdığı düzlem olarak duyumsamayı sergiyi mümkün kılan bir yaklaşım olarak önceler. Küratörler (ve sanatçılar,) duyumsama ve duyumsamadan evrilen anlamları sergi ve eserlerde etkin kılabilir ve her serginin ve eserin kendi kurallarını koyarak sınırsız bir özgürlükte kurulabilmesine imkân sağlayabilir ancak bu durumun mümkün olabilmesi için tüm bunların insan için ve insana dair olduğunu unutmamak gerekir diye düşünüyorum.
Comentarios