"Yakın tarihli inisiyatiflerin yöneldiği farklı alanlar ya da farklı konular, bize en net olarak şunu anlatıyor: Merkezî devlet yapısının içinden sıyrılabilmek ve dayatılmış bir ideolojiyi, buna bağlı bir 'anlayış ortamı'nı, bir 'koşullar zinciri'ni, bir 'bakış alışkanlığı'nı ve bir 'yaşam empozesi'ni sorgulamaya açmak... Düpedüz bir 'sivilleşme' hali doğuyor bu çabalar sonucunda... " Emre Zeytinoğlu, sanat inisiyatiflerini ve Türkiye sanat ortamının 'sivilleşme' meselesini masaya yatırdığı yazısıyla Her güne bir yazı'da
Vahit Tuna, Egzersiz sergisi açılışından, Hafriyat Karaköy 1 Mayıs 2008, İsimsiz, 2008, Enstalasyon (kum torbaları), Fotoğraf: Harun Yasin Tuna
Sanatsal inisiyatiflerden söz etmeye başlayacaksak, her ne kadar benzer örgütlenme biçimlerini Erken Cumhuriyet döneminde seziyorsak da asıl 1990’lı yıllara bakmak daha ilginç olacaktır. Bu yakın tarihlerde ortaya çıkan inisiyatiflerin, Cumhuriyet ideallerini savunan ortaklıklardan ve onların hamilerinden hayli ayrı ve çok çeşitli yönlerde seyrettiğini de belirmeliyiz. Bugün bu yakın tarihlerdeki inisiyatiflere kabaca bir göz atsak, onların merkezî bir ideal peşinde değil, tam tersi, o merkezî yapıdan uzak alanlarda gezindiğini göreceğiz.
Bu yakın tarihli inisiyatiflerin yöneldiği farklı alanlar ya da farklı konular, bize en net olarak şunu anlatıyor: Merkezî devlet yapısının içinden sıyrılabilmek ve dayatılmış bir ideolojiyi, buna bağlı bir “anlayış ortamı”nı, bir “koşullar zinciri”ni, bir “bakış alışkanlığı”nı ve bir “yaşam empozesi”ni sorgulamaya açmak… Düpedüz bir “sivilleşme” hali doğuyor bu çabalar sonucunda… Ve hem o merkezî yapıya, hem de “yeni” iktidar tipine dair uygulamalar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları saptayarak, iktidarın genel karakterini çözümlemeye girişen bu inisiyatifler, hareket alanlarını oluşturacak bir “özerklik” elde etmek amacındalar. Özerklik olmadan inisiyatif sağlanamıyor çünkü…
Buraya kadarki açıklamalarda bir sorun yok; aşağı yukarı her inisiyatifin yapması gereken olağan şeyler bunlar. Yine de yakın tarihli inisiyatifler üzerine biraz daha düşündüğümüzde, onların içinde yer aldıkları dönem itibarıyla, bazı çelişkili durumlarla da karşılaştıklarını öne sürebiliriz. Buradaki çelişki, her bir inisiyatifin ayrı ayrı davranışlarından ya da bazı hatalarından kaynaklanmıyor, “inisiyatif” denilen şeyin nasıl tanımlandığından ve hangi işlevleri üstlenmiş olduğundan kaynaklanıyor.
Konuyu biraz açalım ve yakın tarihin siyasi durumuna bakalım: Biliniyor ki 1980’li yılların ikinci yarısındaki koşullar, Türkiye’deki siyasi çalkantıların yanı sıra birtakım sert değişimleri de ortaya çıkartmıştı. “Yeni dünya düzeni” ile bir uyum yakalama girişimleri özellikle ekonomik alanda belirginlik kazanıyordu, ama konunun bu alanla kısıtlı kalmayacağının da ipuçları sezilmekteydi. Çok kabaca anımsayacak olursak, o dönemin siyasi sahnesi, “içe kapalılık”tan kurtulma ve “uluslararası pazar”a endekslenme sürecini hazırlayan önlemlerle doludur. Yani söz konusu dönemin görüntüsü, ekonomiyi de içine alır bir durumda, açık seçik bir siyasi “değişim” idi. Bu siyasi değişimin en etkili söylemleri ise ulus-devletlerin sorgulanması üzerine gelişmiştir.
Niçin ulus-devletler sorgulanıyordu? Bu sorgulama, o dönemin siyasi karakteri açısından çok mantıklıydı. Çünkü ilk anda, uluslararası bir pazarın dünyada daha fazla yaygınlaşabilmesi için, ulusal sermayelerin “çok uluslu şirketler” haline gelmesi gerekiyor, böylece o “içe kapalılık”tan sıyrılma zorunluluğu duyuluyordu. İkinci adımda, devletin sermaye ile ilişkisi ve pazar üzerindeki tüm denetim mekanizmaları zayıflatılacak, liberal bir sermaye yapısı tesis edilecekti. “Liberal sermaye” denilen şey de siyaseti yönlendirmeye ve her koşulu “kendisi” için yararlı kılmaya yetkin olacaktı. Açıkçası, “ideolojik devlet” iktidarından “sermaye devleti” iktidarına doğru ilerleyen bir değişimdi bu…
Bu dönem son derece çekici vaatlerle doludur. En önemli vaat, ulus-devletleri ve onların sert ideolojilerini sorgulama söylemlerinin arasında yer alan, hatta ana fikri oluşturan şu eğilimden doğuyordu: Devletlerin, merkezî iktidar yapısını bozmak… Ve bu noktada, düşüncelerin karışmasına, tartışmaların yörüngeden çıkmasına neden olan bir çelişki mevcuttu: Merkezî iktidarın baskılarından kurtulmak adına, “yeni dünya düzeni”nin söylemleri bir yandan sempatik geliyor, diğer yandan da ufukta beliren sermaye iktidarına eleştiriler öne sürülüyordu. Oysa bu iki durumun iç içe geçerek, yeni bir iktidar sistemi hazırladığını, üstelik bunun “eski” merkezî iktidar yapısından daha da sert bir iktidar yaratacağını tahmin edebilmek gerçekten çok da kolay değildi.
Böyle bir süreç, kaçınılmaz biçimde kendi söylemlerini de üretecekti elbette; bu anlamda öne çıkan en vurucu söylem, “sivilleşme” ya da “sivillik” idi. Bu tabirin cazibesi, devletin merkezî iktidarına karşı koymaktan gelse de yeni ve daha değişik bir iktidara doğru yol alma potansiyeli henüz fark edilememişti. Bu yüzden “sivilleşme” ya da “sivillik”, siyasi bakımdan dönemin eleştirel tabirleri arasında en ön sırayı aldı. Fakat 1990’lı yılların ortalarına yaklaşırken küresel sermaye iktidarının “ne olduğu” aşağı yukarı anlaşıldığında, bu iktidarın liberal sistem ile ilgili pratiği kavranmaya başlandığında ve o iktidar kendi meşruluklarını giderek dayattığında, “sivilleşme ya da “sivillik” tabirleri de havada kaldı.
İşte yine 1990’lı yılların ortalarından itibaren, Türkiye’nin bu koşullarında beliren sanatsal inisiyatifler, kendilerine “sivil” tabirini yakıştırmakta pek de tereddüt etmemişlerdi. Ya da kendileri için dışarıdan yakıştırılan bu tabire itirazda bulunmamışlardı. Oysa bilinmekteydi ki “sivil” olan şey, feodalizm sonrası doğan, sanayi toplumlarını oluşturan felsefi dinamikler ile gelişen ve aynı zamanda da kral-kilise arasındaki iktidar çatışmalarının “dışında” örgütlenen bir özerkleşme durumunu işaret ediyordu. Bu, farklı bir “sivillikler”, başka bir söyleyişle de bir “özerklikler bütünü” idi. Yani “sivil” tabiri, tam olarak liberalizmin ya da liberal devlet modelinin ana maddesiydi. “Yeni dünya düzeni” denilen küresel sermaye iktidarı da aynı tarihsel yöntemi kullanıyor, karakterini merkezî devlet iktidarının ötesinde, “neoliberal” tanımında buluyordu.
Şu var: Liberal bir devlet anlayışı eğer dağınık özerkliklerin “homojen olmayan” bir bütünüyse, söz konusu özerkliklerin kendi başlarına buyruk olduğu ya da yalnızca kendi özel koşulları sayesinde “kendiliğinden” doğduğu söylenemez. Onları üreten, liberal devlet anlayışının modelidir ve o model, üstün bir güce ve o gücün denetim yeteneğine gereksinim duyar. Açıkçası üstün bir birleştirici güç olmadan, bir iktidar yapısı olmadan, dağınık özerkliklerin (ki bunlar belki farklı unsurlardan oluşmuş bir nüfus, belki de dağınık siyasi eğilimlere ya da yarar hedeflerine sahip kitlelerdir) bir araya gelerek bir model oluşturması olanaksızdır. Fakat bu modelin yapısı, elbette üstün güç ile özerklikler arasındaki karşılıklı mücadele, en fazla da karşılıklı etkileşim ile kurulur. Burada şunu da belirtelim: Geleneksel olarak bir iktidar kendi tebaasını birleştirirken, onları bir birlik adına baskı altında tutmaz; onları bir yandan üretir, bir yandan da onlar tarafından üretilir. O halde liberal iktidardan da anlaşılan şudur: Özerk alanların sağlanabilmesi, ama bu özerklikleri bir arada tutan üstün bir gücün oluşturulması… Öyleyse daha da açıkçası ve daha da vurucu olanı, bu iktidarın asıl sahibinin ya da o üstün gücünün, “sivillik” alanlarının oluşudur.
Dolayısıyla liberallik ortamında Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan sanatsal inisiyatifler, bir yandan “sivilleşme” ya da “sivillik” tabirlerini üstlenerek özerkliklerini ilan ediyorlar, öte yandan da küresel sermaye iktidarının neoliberal söylemine ortak oluyorlar, ama bir yandan da o iktidara karşı çıkıyorlardı; bilerek ya da bilmeyerek bir çelişki yaşanmaktaydı.
Genel olarak düşünüldüğünde, sanatsal olsun ya da olmasın, inisiyatiflerin temel koşulu “ortak çalışma” yönteminin ve bununla birlikte kültürünün tesis edilmesidir. Bir de bu ortaklık fikrinin etiği gündeme gelmektedir ki o da inisiyatif üyeleri tarafından kurulur. Özellikle etiğin kurulması aşamasında Levent Çalıkoğlu’nun çarpıcı bir saptaması vardır; kendi yürüttüğü oturumlar ile “sivil inisiyatifler” konusunu ele alan konuşma dizisini kitaplaştıran Çalıkoğlu, bu kitabın girişine yerleştirdiği metinde şöyle der: “Sivil inisiyatif olmanın temel şartlarından biri ortak çalışma kültürü ve etiğinin geliştirilmesidir. Buradaki oluşum ve inisiyatiflerde yer alan bireyler bu talepleri sadece kendi adlarına değil, birlikte çalışmayı arzuladıkları veya hedefledikleri topluluklar için de yerine getiriyorlar. Bu coğrafyada nadir gelişen bir düşünce bu. Bu durum, sanatı atölyeden çıkardığı gibi, konuşma, tartışma ve ortak cevaplar bulma ve keşfetme gibi yeni bir duyarlılığa işaret ediyor.” (1)
Yukarıdaki alıntı, eğer etik açıdan “başka” topluluklarla da bir ilişkiyi ve onlarla bir işbirliğini ve tartışmayı öneriyorsa, o halde inisiyatiflerin disiplinler-arası ve dışa açık bir niteliğinin de olması gerektiği öne sürülüyor. Ancak bu yolla, inisiyatifler diğer özerk alanlar ile işbirliği yaparak merkezî ya da değil, iktidarı sorgulayabilecek ve kendisini de özerk bir alana dâhil edebilecek. Bir inisiyatifin “olmazsa olmazı”dır özerklik; etiğini de bu özerklikten kotarıyor. Demek ki bir inisiyatif, özerk kalabilme ya da merkezî iktidarın etkilerinden uzak durabilme adına “içe kapanma”yı kesinlikle aşmak zorunda…
Ama burada inisiyatiflerin karşılaştığı büyük bir sorun doğuyor; daha önce de belirttiğimiz gibi, 1980’lerin siyasi koşulları yönünde baş gösteren bir sorun bu: Artık iktidar, tek başına iktidar değil. Burada hemen bir ayrıntıdan söz etmeli: Merkezî iktidarın öneminin kaybolmadığını, en azından Türkiye koşullarında bunun devam ettiğini söyleyenler çıkacaktır. Üstelik bu tip bir iktidarın, farklı ülkelerde sürdüğünü iddia edenler de olacaktır. Onlar bir bakıma haklıdırlar; “güçlü lider”, “diktatör”, “tek parti” vb. saltanatları, dünyada da hâlâ varlıklarını koruyor. Belki böyle geleneksel iktidar tipleri karşısında inisiyatiflerin işi daha kolaydır; çünkü onların niçin oluştukları, neye karşı bir tavır ortaya koydukları, hangi etiği savundukları ve o bağlamda nasıl bir özerklikten söz ettikleri daha kolay açıklanabilir. Bu noktada bir inisiyatifte aranacak olan, kendisini kuşatan iktidar ortamında bir “karşıtlık” yaratabilmesidir. Fakat böyle bir görüntünün küresel sermaye iktidarı döneminde çok net olmadığını, hatta aldatıcı olduğunu söylemeliyiz, şöyle ki; yukarıdaki satırlarda belirtmiştik, tekrarlayalım: Sermaye iktidarı, merkezî devlet iktidarı ile iç içe geçerek ve kendisini bu yolla meşrulaştırarak, “eski” olandan daha sert bir “iktidar” icat ediyor. Ve bu iç içe geçme durumu, tartışılmaz biçimde “sivillik” ve “özerklik” üzerine kuruluyor.
Değil mi ki neoliberal devletin, içindeki özerklikleri bir arada tutan bir güç olduğunu biliyoruz ve bu güç, bir “bütünleştirici” olarak tüm dağınık özerklikleri sahiplenmekte, bu özerklikler de birbirlerini karşılıklı biçimde var etmektedir, hâkim güç sıradan yaşamın her yerine sinmiş, özerk alanlar da iktidara dâhil olmuştur. Başka bir söyleyişle, hukukun da manipülasyonu ile birlikte her yer bir bakıma özerklik alanı, bir bakıma da o “bütünleştirici” hâkim gücün kendisi olmuştur.
Konuyu şöyle toparlayalım: İnisiyatifler bugün, kendileri için yapılan tanımlardan daha farklı bir yerde duruyor olabilirler, onlar yukarıda dile getirilen sorunların ayırdında olup ağırlıklı biçimde bu konularla ilgileniyor da olabilirler. Zaten birçoklarının kendilerine yakıştırılan “sivillik” tabirine artık pek de itibar etmemeleri, sabitleşmiş ideolojik sorunların ötesinde değişken “meşruluklar” ile ilgilenme istekleri bunu vurguluyor. Oysa tüm bunların yanı sıra, hem kendi özerklikleri, hem de ilişkide bulundukları diğer özerk alanlar açısından hâlâ çözümlenmemiş bir durum var; o da şu: Hangi “özerklik”ten söz ediyoruz? Neoliberal iktidarı oluşturan özerklik midir bu, yoksa özerklikler ile oluşmuş o iktidarın dışında bir “özerklik” mi? Hangisi? Biz tümüne “özerklik” diyoruz, ama iktidar ile iktidarı oluşturan özerk alanlara “direnen” bir “özerklik” arasında bir fark olmalı.
Şimdi terminolojik bir araştırmaya gereksinim doğmakta… Geleneksel “iktidar” sürecini sona erdirdiğini ve “özgürleşme”yi getirdiğini savunan küresel sermaye iktidarını çözümleyebilmek, belki de en çok bu terminolojik soruna ağırlık vermekle başlıyor ki o da yalnızca sanatçıların çabasıyla halledilebilecek bir şey değil… Çok net olarak şu: İnisiyatifleri kuşatacak, işbirliği yapacak entelektüel bir alan olmaksızın ve iktidarı oluşturan özerklikler ile inisiyatiflerin özerkliklerini ayrıştıracak bir çalışma yapılmaksızın, ortaya konulacak her çaba, içinde bir çelişki barındıracak.
(1) Çağdaş Sanat Konuşmaları 2 / Çağdaş Sanatta Sivil Oluşumlar ve İnisiyatifler, Yapı Kredi Yay. 2007, s. 13.
Comments