15-31 Ağustos 2024 tarihleri arasında Berlin’de 34. edisyonu gerçekleştirilen uluslararası dans festivali Tanz im August'ta takip ettiğimiz gösterilerden izlenimlerimizi paylaşıyoruz
Yazı: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel
Amanda Piña, EXOTICA. Fotoğraf: Tammo Walter
1989 yılından bu yana Berlin’de her yıl düzenlenen Tanz im August çeşitli uluslararası sanatçıları, toplulukları ve projeleri bir araya getiren önemli bir uluslararası dans festivali. Sadece gösterilere yer vermekle kalmayıp aynı zamanda bir sanat disiplini olarak dansa dair tartışmalara alan açan ve çeşitli atölyeleri de bünyesinde barındıran festivalin bu seneki edisyonunda en çok ses getiren eserlerden biri Danimarkalı koreograf Mette Invargtsen’in Skatepark adlı işiydi. Art Unlimited dergisinin Kasım-Aralık 2022 sayısında[1] yazarlarımızdan Zeynep Gülçür’ün kendisi ile Paris’te sunduğu The Dancing Public[2] eseri üzerine gerçekleştirdiği röportajını okuyabileceğiniz Ingvartsen, sıklıkla beden, dijital medya ve toplumsal meseleler arasındaki etkileşimi araştıran, arzu, samimiyet ve insan ilişkilerinin karmaşıklıkları gibi temaları sorgulayan ve de geleneksel koreografinin sınırlarını zorlayan eserleri ile yenilikçi bir koreograf olarak tanınıyor. Sanatçının ilk kez 2023 Nisan’ında Cndc – Angers’de sahnelenen eseri Skatepark ise yerel kaykaycı ve roller blade’ci çocuklar, gençler ve dansçılarla iş birliği yaparak gerçekleştirdiği, sahnede bir kaykay pistinin yer aldığı hem sanatsal bir performans hem de toplumsal bir etkinlik niteliğini taşıyor. Kaykay, efsaneye göre alçaktan seyreden dalgaların Los Angeles kıyılarında asfalta çıkmasıyla doğuyor. Skatepark’da Ingvartsen gündelik hayattan ve kamusal alandan bir kesiti çerçeveleyerek sahneye taşıyor ve bunu yaparken hayatın tesadüfi akışı ile kendi koreografik düzenlemesini harmanlayarak seyircisinin bir buçuk saatlik “sahnedeki dalgaları” sıkılmadan izlemesini garantiye alıyor. Seyirciler olarak festival mekânlarından biri Haus der Berliner Festspiele’in ana salonuna girdiğimizde bizi sahnede en küçüğünün 8-9 yaşında olduğunu tahmin ettiğim, farklı yaşlardan kaykay ve roller skate yapan gençlerle dansçılar karşılıyorlar. Sahneye kurulmuş kaykay pistinin üzerinde belli bir akış içinde tekerleklerin üzerinde hareket eden bedenler bizi tekerlekler üzerinde mümkün hareketlerin niteliğini, hızını ve enerjisini keşfetmeye ve de kaykaylarla ayaklarında patenlerin nasıl adeta birer beden uzantısına/uzvuna dönüştüğünü gözlemlemeye davet ediyorlar. Hem kendileri hem de seyirciler için bir ısınma turu olarak tanımlanabilecek bu giriş bölümünden sonra sahnede sadece gösteriye sonuna kadar devam edecek olan bazı deneyimli kaykaycılarla tekerlekler üzerinde hareket eden dansçılar kalıyor. Ara sıra sahnedeki bir veya birkaç performansçının (artık sahneye taşınmış oldukları için herkes birer performansçıya dönüşmüş durumda) bir konser tadında enstrümanlarını çalıp şarkı söyleyerek yarattıkları canlı müziğin yanı sıra kayıttan da çalan tüm müziklerle (mesela aralarında pek hayran olduğum Felix Kubin müzikleri var) beraber gösterinin soundtrack’i olsa kesin alırdım diyorum kendi kendime. Tekerlek üzerindeki bazılarının ustalıkla ve belli bir koreografik nitelikle gerçekleştirdikleri akışın yanı sıra doğaçlamaya da alan bırakılmış olması seyrin heyecanını daha da arttırıyor. Sahnedeki en genç kaykaycının (ya yirmilerinin çok başında ya da on sekiz bile değil henüz) ilk defa büyük bir atlayışı gerçekleştirmiş olduğunu kendisinin ve diğerlerinin samimi tepkisinden anlıyoruz. Gösteri, bu gençliğini özellikle bazı eyaletlerde korkutucu boyutlarda yükselmesine şahit olduğumuz Almanya’da gerek giydikleri gerek kaykaylarının altına yazdıkları “Antifa” ile antifaşist duruşlarını sergilemeleriyle bir başka boyut da kazanıyor. Sahnedeki topluluğu oluşturan bireylerden bazılarının farklı etnik kökenlerden geldikleri ve hatta belki de göçmen oldukları muhtemel.
Skatepark
Gösteri gerçekten de sadece ustalık gösterileriyle dolu pürüzsüz bir gösteri olmakla kalmayıp, bireylerin her geçen gün yalnız ama birlikte denediği, düştüğü ve mümkün olanın sınırlarını zorladığı sürekli pratik içinde azim ve sıkı çalışma ile tanımlanan bir topluluğun ortaya çıkışına işaret ediyor. Bu yolculukta tiyatro, nesiller boyunca bir grup kaykaycı ve dansçının karşılaşması için akışkan bir çerçeve sunuyor. Dengede durma ve zıplama konusunda tekrar eden çabaları, paylaşılan bir alandaki gürültülü etkileşimleri ve çatışmaları, çok daha fazlasını, hepimizin öğrenebileceği tüm bir topluluk oluşturuyor. Biraz punk ve hatta belki biraz anarşist ama şiddet yerine barışçıl ve kapsayıcı olmayı tercih eden bir topluluk. Berlin’deki gösteri için yerel kaykaycı toplulukları ile çalışılmış. Bir an aklıma Beşiktaş iskelesinin oradaki kaykaycı gençlik geliyor ama bunun romantik bir hayal olduğunu biliyorum; çünkü böyle projeler ancak devletlerin kültür sanat politikalarının bir parçası olarak yapılan desteklerle hayata geçirilebilir... Şimdi ise söz, festivalin geri kalanında başka gösterileri deneyimleyen Kerem’de.
Rita Mazza, The Voice. Fotoğraf: Mayra Wallraff
Son üç gününe dahil olduğum Tanz im August’taki ilk akşam programımda Berlin’in alternatif dans mekânlarından Sophiensaele’nin üst katındaki basık Düğün Salonu’nda Rita Mazza'nın koreografisini yaptığı ve bizzat dans ettiği The Voice adlı tek kişilik gösterisinin dünya prömiyeri vardı. Duyma engelli olan ve konuşma terapisine giden Mazza tam da buradan örmeye başlamış The Voice'u: Genel bir soru olarak, duyma engelli bir insan neden konuşma terapisine gider, Mazza özelinde ise terapistiyle ilişkisi nasıldır, terapistinin söyledikleri (övgüleri veya direktifleri) onda neler hissettirir. Mazza’yı seyrettikçe, konuşma terapisine giden duyma engelli bir insan için gerek duygusal gerekse fiziksel olarak en belirleyici öğenin nefes olduğunu fark ettim. Mazza’nın, göğsüne ve sırtına, yani akciğerlerinin olduğu beden bölgesine odaklandığı koreografisinde, bacaklar ve kollar ikincil hatta üçüncül değerdeydiler. Mazza gösterinin başında uzun bir süre bir pipetle az su dolu bir bardağa üflediğinde, ki bu sırada sırtı seyirciye dönüktü, bedenine takılı mikrofonla çoğaltılmış gurlama sesine sırtındaki inip kalkmalar ve kıvrılmalar eşlik etti; duyma engelli birinin nefesi sese çevirmedeki çabası bedende en çok burada görselleşiyordu çünkü. Koreografi, ilerleyen dakikalarda tavandan asılı ve ışığa göre transparan olan gümüşi renkte büyük dikdörtgen folyodan yüzey ile ilişkilendiğinde de yine nefes, ağırlık, hafiflik, görünürlük temaları görselleşti. Mazza, folyonun arkasından tekrar orta alana döndüğünde, yüzünü asılı yüzeyle aynı malzemeden bir parça örtmekteydi. Mazza’nın yüzünün üzerinde tuttuğu, nefesiyle kıvrımlaşan gümüşi folyo spot ışıklarını bizlere yansıttı, gözlerimizi kamaştırdı; Mazza’nın nefesiyle ses çıkarmak için harcadığı aşırı eforun bedeninde yarattığı hissi biz seyirciler de birebir algıladık böylece. Duvara Almanca ve İngilizce yansıtılan metnin, Almanca işaret diliyle de duyma engelli seyircilere aktarıldığı gösteri daha çok içe dönük bir karaktere sahipti. Mazza’nın kendisinin duyma engelli olmasını yanı sıra, seyircilerin arasında da azımsanmayacak çoğunlukta duyma engellilerin olması; Mazza’nın icra ederken ne hissettiğini ve duyma engellilerin seyrederken herhangi birinden farklı olarak ne alımladıklarını merak ettirdi bana.
Viktor Szeri, Fatigue. Fotoğraf: Iringo Simon
The Voice’tan hafifçe sarsılmış şekilde çıkıp, Sophiensaele’nin avlusunda biraz nefes aldım. İlk akşamımın ikinci gösterisi yine aynı mekânda, bu sefer birinci kattaki Balo Salonu’ndaydı. Budapeşteli genç koreograf-dansçı Victor Szeri kendi tükenmişlik deneyiminden yola çıkarak meydana çıkardığı 45 dakikalık Fatigue adlı yapıtını sundu. Fatigue 2022 yılında Budapeşte’nin alternatif gösteri sanatları mekânı Trafo tarafından dağıtılan Rudolf Laban Çağdaş Dans Performansı Ödülü’nü almış. Fatigue’in, tek bir dansçının tek bir noktada sabit dururken boş ve ilgisiz bir yüz ifadesiyle seyircilere bakarak sadece gövde ve kollarını dalgamsı hareketlerle oynatması üzerine kurulu koreografisi bir zaman sonra beni “gerçekten” yordu. Benim biteviye olarak tanımlayabileceğim ama gösteri sonrasında Victor Szeri ile yapılan soru-cevaptan anladığım kadarıyla bazı seyircilerin çok sevdiği elektronik müziğin (Andras Molnar), ilk beş dakikadan sonra farklı etkiler yaratmaya yönelik ama bana göre anlam yaratamayan ışık oyunlarının (Ferenc Payer) ve son birkaç dakikada devreye giren video görüntülerinin (Akos Toth) koreografinin biteviyeliğinden kaynaklanan yorgunluğumu alamadığını söylemeliyim, ama belki de zaten Szeri’nin amaçladığı buydu; seyirciyi yorarak yorgunluk hissini başkalarına geçirmek. Amaç büyük ihtimalle bu değildi, ama Fatigue en azından benim nezdimde adına sadık bir gösteri olarak kayda geçti.
Amanda Piña, EXOTICA. Fotoğraf: Tammo Walter
Tanz im August’taki son akşamımda, festivali de düzenleyen kurum olan HAU (Hebbel am Ufer)’in ana binasında, Meksikalı-Şilili koreograf Amanda Piña'nın EXÓTICA – On the brown history of European dance adlı gösterisini seyrettim. Piña yapıtını 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa sahnelerine çıkmış, Avrupalı olmayan dört gösteri sanatçısına adamış; Meksikalı La Sarabia (1878-1988), Hindistanlı Nyota Inyoka (1896-1971), dans kariyerine Folies Bergère'de başlayan Senegalli François “Féral” Benga (1906–1957) ve dünyanın dört bir yanına sık sık seyahat ettiği topluluğu Nazi baskınları sırasında eşcinseller ve transseksüeller için önemli bir sığınak olan İstanbullu Kürt Leyla Bedir Khan (1903-1986). Birçokları gibi bu sanatçılar da o dönemde "egzotik" olarak tanımlanmışlar ve özellikle de bu nedenle seyircinin ilgisini çekmişler. Gösteri başlamadan önceki, epilog diye tanımlayabileceğim ön bölümde, sahneyi ve oditoryumunun bütünü kaplamış olan tütsü bulutu ve kokusu eşliğinde dört dansçının sahnenin iki yanındaki, yukarıda saydığım dört gösteri sanatçısının fotoğraflarının, çeşitli küçük objelerin ve içkinin bulunduğu sunak-vari yerleştirmelerle kurdukları ilişkiden ve bu sırada Amanda’nın yaptığı kısa sunumdan anladık ki, bu dört sanatçıdan ikisi, biri bizzat Amanda olmak üzere doğrudan gösteride rol alan iki dansçının soyundan geliyorlar. Bu nedenle gösteri, artistik yönetmeni Amanda Piña ve koreografik araştırmayı onun birlikte yapmış olan dört dansçı için kişisel anlamlar da taşıyor. Piña tam da bu noktadan yaklaşıp biz seyircileri de bu anmaya, törene, adeta “ayin” diyebileceğim bu gösteriye kişisel geçmişlerimizle dahil ediyor: Çantamızdan elimizde tutabileceğimiz büyüklükte bir objeyi alıp, gözümüzü kapatıp bize atalarımızı; annelerimizi, anneannelerimizi hatırlattıktan sonra aralarından birini seçmemizi, o seçtiğimiz kişinin de bu akşam bizimle bu gösteriyi seyrettiğini hayal etmemizi istiyor. Bundan sonrası sahnedeki her bir dansçının; anılan sanatçılardan biri hakkında onun geçmişiyle kendi geçmişini içiçe geçirerek bizlere aktardığı sözlü bölümlerden ve anılan sanatçıların stillerine öykünerek (veya birebir o stilleri yeniden canlandırarak) yaptığı solo danslar ile breakdans, burlesk, vogue, hip hop gibi günümüz dans stillerini icra ettikleri sekanslardan oluşuyor.
EXÓTICA’nın koreografi, biçim ve içerik olarak anlatısı, -maalesef ele aldığı konunun ilginçliği ve hayatiliğiyle ters orantılı şekilde- dikkat çekici ve yaratıcı bir niteliğe sahip olmasa da, Jugendstil tarzında tasarlanmış 1908 tarihli (ve Berlin’in, 2. Dünya Savaşı sırasındaki bombalanmalarını hasarsız atlatmış tek tiyatro binası) Hebbel Tiyatrosu’nda ve sahne tasarımı olarak döneminin önemli dekoratörlerinden Albert Dubosq’un 1921 yılında Léo Delibes’in, hikayesi Hindistan’da geçen Lakmé operası için çiçekleri, bitki örtüsü ve devasa ağaçlarıyla gerçekçi olduğu kadar peri masalı benzeri bir doğa peyzajını tasvir ettiği Forêt asiatique'in bu gösteri için birebir yeniden üretilmiş versiyonunun içinde; tam da o dönemde Avrupa dans sahnesinde adından söz ettirmiş ama sonradan unutulmuş bu gösteri sanatçılarını fark etmek, hatırlamak ve anmak açısından etkileyiciydi.
[2] Bu sene Tiyatro Festivalinde yer alan Tuğçe Tuna’nın Dans Salgını eserinin de seyircisine benzer bir öneri de bulunduğunu söyleyebiliriz. https://tiyatro.iksv.org/tr/yirmisekizinci-istanbul-tiyatro-festivali-2024/dans-salgini
Comments