Tarabya Kültür Akademisi, Almanya Federal Meclisi’nin inisiyatifi üzerine kurularak değişik sanat dallarında faaliyet gösteren sanatçıları İstanbul'da konuk ederek Türkiye ile Almanya arasındaki sanatsal etkileşim ve iş birliğini güçlendiren bir rezidans programıdır. Küratörlüğünü Goethe-Institute'un üstlendiği Tarabya KültürAkademisi’ni daha yakından tanımak ve yeni ortak üretim bursları hakkında bilgi almak üzere Allianz Kültür Vakfı direktörü Esra Küçük’e merak ettiklerimizi sorduk
Röportaj: Merve Akar Akgün
Türkçeye çeviren: Ege Acar
Esra Küçük, Fotoğraf: Jesco Denzel
Allianz Kültür Vakfı’nın sanata bakışı hakkında bilgi almak isteriz. Kurumunuz sanata nasıl yaklaşır?
Öncelikle, sanatı kesin ve net olarak tek bir cümleyle tanımlamanın olanaksız olduğu açıktır. Sanatla ilintili söylem ve teamüller sürekli gelişip değişmekte, dolayısıyla sanat farklı farklı insanlar için milyonlarca farklı anlama gelebilmektedir. Sanatın bizleri şaşırtma ve ilgimizi çekme potansiyelinin sınırsız olmasının nedeni de budur.
Allianz Kültür Vakfı olarak biz, Avrupa’da sosyal bütünlüğün desteklenmesi ve -ulusal sınırları da aşarak- insanların bir araya gelmesi üzerinde sanatın ve kültürün dönüştürücü etkisi olduğuna inanıyoruz. Bize göre Türkiye, Avrupa’daki çok sesliliğin önemli bir parçasıdır.
Biz bir kültür vakfı olarak, toplum içerisindeki kendi rolleri üzerine eleştirel bir şekilde kafa yoran sanatçılara ve içinde yer aldıkları kültür baloncuğunun ötesindeki insanlarla bağlar kurmayı amaçlayan sanat eserlerine ilgi duyuyoruz. Avrupa’daki genç, gelecek vaat eden sanatçılarla kültür faaliyetlerinde bulunanları desteklemeye ve yeni nesillerin sınırları aşan sanatsal pratiklerin peşine düşmelerini sağlamaya odaklanıyoruz. Bu nedenle, çoğunlukla kimlik, aidiyet ve politikayla ilgili meselelere dair özgün bakış açıları geliştirmelerinden hareketle birçok farklı eğitim ve hibe programını destekliyoruz.
Fakat bireysel sanatçılarla ilgili konular sadece işin başlangıcı. Yapısal meselelere de bakmamız gerek. Bir sanat eseri her zaman belli bir yer ve zamana bağlıdır ve belli bir grup insan için erişilebilirdir. İşte bu nedenle, sanatın eleştirel anlamda bağlamı içerisinde yorumlanması gerekir; “Buna erişimi olan kimler?”, “Burada temsil edilenler kim ve ne şekilde temsil ediliyorlar?”, “Üretimin bir parçası olanlar kimlerdir?” gibi sorular sormamız gerekir.
Örneğin, Yunan adalarından Midilli ve Sakız adaları gibi hot spot’lar/mülteci kabul noktaları, esasen Avrupa’nın sınırlarında gerçekleştirilen projelere fon sağlamamızın sebebi de budur. Bu projelere farklı sosyal gruplardan – yerel topluluklardan, bölgede yaşamaya yeni başlayanlardan, uluslararası sanatçılardan – insanlar dahil olup yeni toplumsal etkileşim imkanları yaratıyorlar.
Son olarak ise; ister iklim krizi, pandemi, yapısal ırkçılık, ister milliyetçiliğin yol açtığı çalkantılar olsun, bugün karşı karşıya olduğumuz aklınıza gelebilecek her türlü güçlüğü göz önünde bulunduracak olursak, bir arada yaşamanın farklı bir şeklinin tahayyülüne dair öngörülü ve cesur fikirlere bugün her zaman olduğundan daha fazla ihtiyacımız var. Sanat bize bunu yapacak gücü verebilir.
Bununla birlikte, izin veriseniz son olarak önemli bir noktaya daha değineyim: İnsan sanatı araçsal bir şey olarak görmekten sakınmalıdır. Sanat belirli bir amaca hizmet etmez, politik bir değişim ise ancak politik eylem aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Fakat sanat, o değişimi tahayyül etmemize yardım edebilir.
Bugüne dek ne tür sanatsal faaliyetler gerçekleştirdiniz ya da desteklediniz?
Şu anki programımızın adı Avrupa’yı birleştirme sanatı. Bu program açık ve çeşitliliği barındıran, modern hayatın ikircimlerine karşı dayanıklılığımızı ve tahammülümüzü artıran çoğulcu ve heterojen bir toplum fikrine dair daha geniş bir angajmanın bir parçası. Bu kapsamda, İtalya’daki katılımlı performanslardan çağdaş müzik performanslarına, Polonya’daki Çağdaş Yahudi Sanatı’na kadar tüm Avrupa ve Akdeniz bölgesinden çeşitli projeleri destekliyoruz. Disiplinler arasında ayrım yapmıyoruz, her türden bütün sanatsal faaliyetlere açığız. Ancak, bu sözünü ettiklerim tüm portfolyomuzun küçük bir parçasını içeriyor yalnızca. Geçmişte, Beyrut’ta modern danstan, ya da Balkanlarda edebiyat festivallerinden desteklediğimiz örnekler de mevcut. Kültürün açık alanlara gereksinimi vardır. Allianz Kültür Vakfı da kendisini bu çerçeve içerisindeki yaratılar için bir partner olarak görüyor.
Kadir Amigo Memiş, Fotoğraf: Nar Photos
Tarabya Kültür Akademisi’yle ilişkiniz nasıl gelişti? Bu yıl Tandem programı burslarını desteklemeye başlama hikâyenizi anlatır mısınız?
Öncelikle şunu söylemek isterim, Almanya’da, Tarabya Kültür Akademisi sanatçılar ve yazarlar için misafir sanatçı programları sunan kurumların en prestijli ve saygın görülenlerinden biri. Tarabya’da çalışanlar arasında Nino Haratischwili, Nevin Aladağ, Marc Sinan gibi birçok dostum var ve yaptıkları işleri çok takdir ediyorum.
Fakat, Türkiye’de Boğaz’ın hemen dibinde yer alan, muhteşem sanatçılarıyla böylesi özel bir yerin, ne kadar iyi olsa da Almanya’da yerleşik sanatçılara yönelik tekil bir programdan daha fazlası için de potansiyeli olduğunu düşünmüşümdür hep.
Tarabya’nın, Türkiyeli ve Almanyalı sanatçılar arasında kurulacak özgün bir kültürel diyaloğun ayrılmaz parçası haline gelme potansiyeli mevcuttu. Eksik olan tek şey, Türkiyeli sanatçıların katkılarının hakkını teslim eden bir programdı. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse: özellikle pandemi döneminde, çok düşük finansal güvenceyle istikrarsız koşullarda her zaman olduğundan da çok çalışan sanatçıların maddi gereksinimlerini karşılamayı üstlenecek bir program. Gerçek anlamda bir iş birliğinin temel bir maddi boyutu vardır, bizler de özellikle bu zor zamanlarda, Tandem burslarıyla bu tür bir iş birliğinin gerçekleştirilmesine katkı sağlamayı umuyoruz.
Allianz Kültür Vakfı’nın direktörü olarak aynı zamanda akademinin konuk sanatçılarını seçen jüri ve danışma kurulunda yer alıyorsunuz. Bu alanda ne gibi sorumluluklarınız olduğunu düşünüyorsunuz? Aldığınız kararlara yön veren ana faktörleri nasıl sıralardınız?
Öncelikle, ben Tarabya’nın yalnızca jüri heyetinin bir üyesiyim. Danışma kurulu, Alman meclis üyeleri ile Federal Dışişleri Bakanlığı, Goethe Enstitüsü ve Başbakanlık temsilcilerinden oluşuyor. Jürinin görevi, bursların verileceği sanatçıları seçmek ve onları danışma kuruluna önermek; son söz onların oluyor.
Jürinin bir üyesi olarak ben elbette, Tandem bursları için yapılan başvuruları görüp incelemeyi iple çekiyorum. Bunu büyük bir sorumluluk olarak görüyorum. Böyle bir şeye yapılan başvurunun ardında ne kadar çok emek olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, dolayısıyla kimi seçeceğimizin kararını büyük bir özenle ele almalıyız. Başvuruların değerlendirilmesine gelince, ben daima başvuru sahibine ilişkin bütüncül bir fikir edinmeye çalışırım: bu kişi kendi sanat kariyerinin neresinde, niçin Tarabya’ya gitmek istiyor, beklentileri neler, elde edilecek faydalar neler olabilir, oradaki yerel gerçekliklere angaje olma yönünde gerçekten ilgi duyuyor mu, gibi sorular sorarım. Ayrıca, bu kişinin İstanbul deneyimi kendi eserlerini nasıl etkileyecek? Bir bursa en uygun olan kişiler her zaman en iyi referanslara sahip en parlak sanatçılar olmuyor. Bu aynı zamanda büyük ölçüde, o kişinin bireysel gelişiminde hangi aşamada olduğuna dayanıyor.
Türkiye-Almanya arasındaki kültürel alışveriş perspektifini ne şekilde okuyorsunuz? Yıllardır pek çok destek ve partnerlikle devam eden bu güzel ilişkinin dünyadaki sanat ortamına yaptığı katkıları nasıl tanımlarsınız?
Almanya ile Türkiye arasındaki kültürel ilişkiler o kadar çok yönlü ve tarihsel açıdan o kadar zengin ki, ne dersek diyelim bu ilişkilerin önemini abartmış olmayız. Bununla ilgili olarak tek bir örnekten söz edeyim.
Daha birkaç gün önce, destek verdiğimiz bir kültür festivalinin açılış etkinliğine katkıda bulunuyorduk. Etkinlik, Almanya’nın Birleşme Günü’nün 30. yıldönümüne rastlıyordu ve yeniden birleşen Almanya anlatısından kimlerin sürekli dışlandığı sorusunu eleştirel biçimde gündeme getiriyordu. Etkinliğin başında perdeye Can Candan’ın DUVARLAR–MAUERN–WALLS filminden bazı sahneler yansıtılıyordu. Yönetmen, duvarın yıkılmasının hemen ardından Türkiyeli-Alman “misafir işçilerle” ve onların çocuklarıyla röportajlar yapmış, onlara Alman toplumundaki değişimleri nasıl gördüklerini sormuştu.
Bu görüntüler, bu tanıklıklar mevcut durumumuzu, birleşmeden sonra ırkçığın niçin daha önce görülmemiş biçimde güçlü bir tazyikle patlayıp artığını ve bir göç toplumu olarak toplumumuzun niçin hâlâ bu kendi konumuyla cebelleştiğini anlamamız için inanılmaz derecede faydalıydı. Yani hem tarihi bir belge olan hem de Almanya’daki günümüz tartışmalarına bir katkı sağlayan bu eser, Türkiye’den bir sanatçının bir çalışmasıydı. Bu bizim nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlamamızı sağlıyor. Türkiye ile Almanya arasındaki kültürel ilişkilerin ne kadar zengin ve yoğun olduğunu gösteren şeyler işte bu gibi anlar benim için. Bu ilişkinin, dünya sanat ortamı içerisinde de özel bir yeri olduğuna inanıyorum.
コメント