top of page
Naz Kocadere

Tarlabaşı’nın ve belleğinin izini sürmek


6-15 Şubat arasında, Zehirlenmiş Prenses başlıklı performansıyla Leman S. Darıcıoğlu, İstanbul’daki bitmek bilmeyen dönüşümünün izlerini, Tarlabaşı sokaklarında ve bedeninde aradı, biriktirdi ve Alanistanbul’da aktif bir yerleştirmeye dönüştürdü. Performistanbul işbirliğiyle düzenlenen performans, sanatçının belirli gün ve saatlere yayılmış canlı performansı ve aktif yerleştirmesi izleyiciyle buluştu. Darıcıoğlu, 10 gün boyunca, kentsel dönüşüm projesi etkisindeki Tarlabaşı’nda geçmişin izlerini, neoliberal politikaların yaşam alanlarına ve toplumsal belleğe etkisini araştırırken; anılar, hisler, fotoğraflar, sesler, videolar ve objeleri bir araya getirdi. Naz Kocadere, Leman Darıcıoğlu ile görüştü.

Leman S. Darıcıoğlu, Zehirlenmiş Prenses, 6 - 15 Şubat, 2017, Performistanbul işbirliğiyle, Alan İstanbul

Kültürün hızlı dönüşümüne tanıklık eden pek çok metropolde olduğu gibi, İstanbul sakinleri de, çoklu zaman algıları barındıran bir düzende nefes almaya çalışıyor. Şehrin yüklü tarihsel geçmişiyle birlikte, geleceğe hazırlayan (!) inşaat alanları, bulunduğumuz andan koparıyor ve şimdiye olan odağımızı bulanıklaştırıyor. Belki tam da bu noktada, değişim ve dönüşüm fırtınasından bir mola almaya, bulunduğumuz anda kalıp, şu anda sürmekte olan zamanı hatırlamaya ihtiyacımız var. Öyleyse, belirli bir anda orada olup, sadece o ana temas ederek, birlikte deneyimleme önerisinde bulunan performans sanatının önerisini de gözden geçirebiliriz.

Zehirlenmiş Prenses performansının izini sürdüğü Tarlabaşı, yakın dönemde de çeşitli araştırma, arşiv ve inceleme tarafından irdeleniyor. Semtte yer alan ve “1988’den 2006’ya kadar sanatçı atölyeleri, dans ve performans stüdyoları, tiyatro sahneleri, dernek mekanlarına ev sahipliği yapan”(1) Manastır’a (İstanbul Sanat Merkezi) dair kayıtlar SALT ve Volkan Aslan işbirliğiyle dijital ortama taşıdı. Kamuya sunulan bu araştırmayla tekrar gündeme gelen Tarlabaşı, ne yazık ki bugünlerde birçoğumuzun sadece “yolu üstünde yer alan” bir alan haline geldi. Oysa, Ayça Özmen ve Burcu Can Çetin’in, Ocak ayında Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Bir Varmış Bir Yokmuş: Toplumsal Bellek, Mekan ve Kimlik Üzerine Araştırmalar kitabındaki Bellek ve Mekanın Dönüşümü: Tarlabaşı makalelerinde dile getirdiği üzere, “İstanbul’un soylulaşan önemli kültür mirası alanlarından biri olan Tarlabaşı, geçmişinden gelen izleri yansıtan tarihi çevresiyle kentli için bir “bellek mekanı”dır.”*(2) Ancak Özmen ve Çetin’in belirttiği üzere, “Tarlabaşı Yenileme Projesi yıllar boyunca birikerek gelmiş olan belleği geri dönülemez şekilde yeniden kurgulamaya yöneliktir; yaratmak istediği yeni toplumsal sınıfla beraber tarihi çevreyi bir dekor olarak kullanmaktadır. Zaten Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan da yenilenme projesiyle Tarlabaşı’nı Paris’teki Champs-Elysées’ye dönüştürmeyi hedeflediğini belirtmiştir. (Sabah, 2010) (2)”

Tarlabaşı’na odaklanan performansı düzenleyen Darıcıoğlu, 2000’lerin başında üniversite eğitimi almak için yerleştiği İstanbul’daki kentsel ve toplumsal dönüşümlerin duyarlı bir takipçisi. Sanatçı, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde derslerine katıldığı Ali Akay, Sibel Yardımcı, Emre Zeytinoğlu, Meral Özbek ve Yıldırım Şentürk gibi isimlerin ufkunu genişlettiğini belirtiyor. Üniversite eğitimi için geldiği İstanbul’da, zaman içinde anti militarist hareket, kent hareketi, göçmen hareket, feminizm ve LGBTİ (3) hareketi gibi çeşitli toplumsal hareketlerin parçası oluyor. Uzun süre LGBTİ politikasıyla aktif bir şekilde ilgilendikten sonra, aktivizm alanının ötesinde sözünü sanat üretimiyle seslendirmek istediğini fark ediyor. 2012 yılında philia adlı video eseriyle başladığı çalışmalarına 2014 yılından itibaren performans ağırlıklı üretimleriyle devam ediyor. Fluxus (4) performanslarının günümüze ve Türkiye’ye uyarlanmasını amaçlayan Istanbul Queer Art Collective’e katılımıyla sanatı bir keşif ve deneyim alanı olarak ele almaya başlıyor. Geçtiğimiz sene 26.’sı düzenlenen Tüyap İstanbul Sanat Fuarı’nda, Umulmadık Topraklar bölümünde Hayal Pavyonu başlıklı bir yerleştirmenin küratörlüğünde yer aldı. Yerleştirmede, birçok sanatçının sürgün, göç ve göçmenlik kavramlarını beden politikaları üzerinden işlediği kuir üretimler ilk defa bu denli geniş çapta bir seyirciye ulaştı. Fuar kapsamında gerçekleştirdiği 6 günlük Kimler Geldi Kimler Geçti başlıklı performansında, trans cinayet ve intiharlarının haber ve dava dosyalarından alıntılarla oluşturduğu metinleri okudu ve her ölüm haberinden sonra bacaklarına bir altın kelebek iğneledi. Leman, sanatsal pratiğinde kendini konumlandırdığı yerin beslendiği havuzdan oluştuğunu belirtiyor ve çalışmalarında 50’ler ve 60’larda fluxus akımı içinden doğan happeninglerden (5) etkilendiğine değiniyor. Bedenini hem üzerinde çalıştığı hem de beraber çalıştığı bir alan olarak gören performans sanatçısı, pratiğini tanımlarken bedeni açılması mümkün olan bir kaynak olarak gördüğüne işaret ediyor. Çalışmalarında işlediği kuir kavramıyla, bedene yansıtılan cinsiyet ve cinselliğin iki kutuplu dünyanın ötesinde, çok merkezli ve anormatif bir bakışı öneriyor.

Leman S. Darıcıoğlu, Zehirlenmiş Prenses, 6 - 15 Şubat, 2017, Performistanbul işbirliğiyle, Alan İstanbul

Şubatın ikinci haftasında bir öğleden sonra, grinin ve betonun dalga dalga katmanlarını yansıtan İstiklal Caddesi üzerinden, Asmalı Mescit Sokağına sapıp Atlas Apartmanı’nın ikinci katına çıktım. Alanistanbul’un sergi alanına girdiğimde, Leman beyaz duvarlarla çevrili zeminde X pozisyonunda yatıyordu. Haki renkli, fütürist, bol kesimli tulumuna uyumlu pelerinini duvara asmış, yanında gezdirdiği bez çantasını yanına koyup yere uzanmış. Leman yerde; izleyiciler sessiz, birbirlerine çekinerek bakıyorlar, kibarca gülümsüyorlar ve bekliyorlar. Sergi alanındaki objelere bakıyorum: Beyaz bir kaide üzerinde bir projeksiyon makinesi, bir defter ve kalem, kedi kulaklı kırmızı bir şemsiye, bir dizüstü bilgisayar, tekerlekli pembe bir pazar çantası, iki tane taşınabilir amfi, bir mikrofon, çiviler ve bir çekiç, içi iğne-iplik dolu dört minik kavanoz, bir torba dolusu iskambil kağıdı, canlı yeşil renkli, topuklu bir sandalet, bir badana rulosu, bir masa takvimi, bir kuru kırmızı gül demeti, bir lastik eldiven, bolca fotoğraf... Leman ayaklandı ve dizüstü bilgisayarına geçti, bir ses kaydı açtı. Kayıtta kendi kendine sayı sayan bir kişi var, bir yandan kişinin çevresinden gelen inşaat seslerini işitiyoruz, 24, çocuk ve araba sesleri, kişinin nefes alış verişleri, 25, Tarlabaşı’nda yürüyen Leman’ın adımlarını sayıyoruz. Tarlabaşı’nı Taksim’den ayıran demir perde etrafında 1053 adım. Geçirdiği kentsel dönüşüm sürecinden geriye kalan eşyalar, anılar, sesler, hikayeler, karakterlerle Tarlabaşı’nın sokakları ötelendiği yerden tekrar kent merkezine, Taksim’de direnen son avlulu binalardan birinde yer alan Alanistanbul’un sergi alanına taşındı.

Leman S. Darıcıoğlu, Zehirlenmiş Prenses, 6 - 15 Şubat, 2017, Performistanbul işbirliğiyle, Alan İstanbul

Tarlabaşı’nı ve geçirdiği dönüşümleri merkeze aldığın 10 gün süren “Zehirlenmiş Prenses” performansının sonrasında buluşmayı tercih ettin ve belki gözlemlerini değerlendirme fırsatın oldu. Merak ediyorum, seni besleyen duygular neler?

Bir aradalık. Birlikte olma düşüncesi.

Peki, salt olumlu duygular mı?

Birlikte araştırma duygusu beni verimli kılan. Beni bir kapanın içine sıkışmış hissettirmeyen, özgür bırakan ve besleyen duygular. Örneğin, Kalp TC performansındaki yoğun acı hissine rağmen; her şeye rağmen buranın enerjisinden beslendiğime dair bir mesaj vardı.

Az önce, öfkeyle ve seni besleyen duygularla olan ilişkini dinlerken, bir şeyi fark ettim, performanslarındaki tavrın çoğunlukla sakin ve belki biraz kabullenici… Ali Emir Tapan ile gerçekleştirdiğin söyleşide, etkileyici bulduğum bir tespit var: “Performans ve yaşam arasında ciddi bir bölünmeye izin vermiyorsun… izleyici ‘ne olacak?’ diye bekliyor. Halbuki ‘bir şey olmayacak’ hayat devam ediyor… (Kimler Geldi Kimler Geçti performansında) ... bu yoklukla devam ettiğimizi ifade ediyorsun. Bu yoklukla devam etmeye işaret ediyorsun. Böylece bu durumda ne yapacağını izleyiciye bırakıyorsun. “Şimdi bu yoklukla ne yapacağız?” diyorsun.” Performansını gerçekleştirirken bu denli sakin ve dingin bir tavır sunmak, yaşam ve performans arasındaki sınırları bulanıklaştırdığın bir deneyimde, nasıl bir konsantrasyon düzeyinde oluyorsun, etrafındakilere dair farkındalığın nasıl oluyor?

Performanslarımda, çoğunlukla bir çeşit transta oluyorum. Bu durum, kurguladığım performansa göre, aynı mekanda bulunduğum insanlarla nasıl bir farkındalıkta buluştuğuma bağlı oluyor. Örneğin, Kimler Geldi Kimler Geçti performansında etrafımdaki insanlarla birlikte bir bağ olduğunu hissettim. Zehirlenmiş Prenses'in mekanı ve etrafındaki insanlar Tarlabaşı üzerinden hareket ediyordu. Aktif yerleştirmeleri kurguladığım galeri mekanı hacimsel olarak var olan bir alandı. Yani bu performans temel enerjisini Tarlabaşı’ndan, oradan topladığım objelerden, kısaca sohbet ettiğim insanlardan aldı. Oradan topladığım sesler, videolar, fotoğraflar... Ve tabii hisler... Bu performans süresince insanlarla olan farkındalığım daima değişiyordu. Örneğin kimi zaman Tarlabaşı’ndan topladıklarımla kendi kurduğum ilişkime odaklandım, kimi zaman da galeriye gelen izleyicilerle iletişime geçtim. Performansımı gerçekleştirdiğim 10 güne baktığımda, Zehirlenmiş Prenses'te bir önceki performanslarımdan daha farklı bir kurgu var; bu performansta “bir şeyi bir yerden başka bir yere taşıma”yı araştırmak istedim. Araştırma diyorum çünkü performansta ne yapılacağını önceden kurgulamaıyorum. Kimler Geldi Kimler Geçti'deki hikayeler, kelebekler ve mekanın iç tasarımıyla izleyiciye daha farklı bir kurgu sunuyordu. Ancak, Zehirlenmiş Prenses'te önceden hazırladığım bir kurgu/düzen yoktu. Her şey Tarlabaşı’ndan taşıdıklarımla şekillendi.

Leman S. Darıcıoğlu, Zehirlenmiş Prenses, 6 - 15 Şubat, 2017, Performistanbul işbirliğiyle, Alan İstanbul

Tarlabaşı ile ilişkin performans öncesinde ve sonrasında nasıldı?

Üniversitenin ilk yılında bir gece hafif sarhoşken, arkadaşlarımın şaşkınlıklarını duymazdan gelip, tekinsiz ve tehlikeli görünen Tarlabaşı sokaklarında ilk kez yürümüştüm. Sonralarda Tarlabaşı değişmeye başladı; bölge, sanatçılar, akademisyenler, kültür sanat çevrelerinin uğrak yeri oldu. Kentsel dönüşüm projesi öncesinde bu bölge Taksim’e yakın ve ucuz olduğu için hareketli bir dönem yaşadı. Aynalıçeşme, Ömer Hayyam, Talimhane’ye yakın alanların özellikle revaçta olduğunu hatırlıyorum. Yani, 2009’dan itibaren Tarlabaşı, dostlarım sebebiyle çok sık uğradığım bir bölgeydi. Ancak, tabii ne zamanki bu bölgeyi çevreleyen demir perde yapıldı, bu canımı yaktı ve buradan uzaklaşmaya başladım. İş makineleri 2012 yılında Tarlabaşı’na girdi ve kentsel dönüşüm projesi resmen başlamış oldu. Dönüşüm projesini açıkladıkları zaman ben kent hareketinin içinde yer alıyordum. Tarlabaşı’nın dönüşümü konusunda neler yapabileceğimizi konuşmak ve bölge sakinlerinin konuyla ilgili fikirlerini alabilmek için görüşmelere ve toplantılara katılıyorduk. Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği’yle toplantılar yapmış ancak ne yazık ki bir sonuç alamamıştık çünkü sürecin asıl mağduru olacak olan kiracılara ulaşamamıştık. Dernek, dönüşüm projesine muhalif bir pozisyon almış olsa da, Bedrettin Dalan döneminde Tarlabaşı Bulvarı’nın açılmasına destek vermişti. Bu Zehirlenmiş Prenses'e hazırlanırken farkına vardığım bir nokta oldu. Performans süresince Tarlabaşı’nda yıllarca yaşamış belirli bir kesime uygulanan ayrımcı yaklaşıma değindiğim zamanlar oldu, örneğin Hortum Süleyman karakterinin etkilerini yansıttığım, yada günlüklerde bölgenin tarihine referans verdiğim bazı satırlar...Tarlabaşı Bulvarı’nın açıldığı dönem üzerine yaptığım araştırmalarda bu “açılım” sürecinin geniş çapta büyük bir yankı uyandırdığını gözledim; örneğin, edebiyat dergilerinde veya mimarlık yayınlarında. Çoğunluk buranın bir “suç yuvası” olduğu kanaatinde buluşuyor ve buradaki “gavur evleri”nin dağıtılmasını gerektiğini savunuyor. Bu görüşü savunanlardan birinin Atilla İlhan olduğunu okuduğumda bir hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim.

2014 yılında gerçekleştirdiğin ve dört dakika boyunca baş aşağı olarak amuda kalktığın “Baş aşağı” isimli bir performans düzenliyorsun. Bu performanstan biraz bahseder misin?

Tabii, öncelikle beni bu performansı kurgulamaya götürenlere değinmek istiyorum. 2009 yılından itibaren kent hareketi olarak ve Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği’ndeki projelerde Tarlabaşı’nın dönüşümünün yaratacağı tahribat üzerine yapabileceklerimizi değerlendirmeye başladık. O dönemden bugüne, benim bu duruma muhalif bir tutumda olmamı sağlayan temel nokta ‘bir kesimin bilinçli olarak kent merkezinden uzaklaştırılması’ oldu. Bunu “kent merkezinin inşa edilmesi”, yani “hayatın inşa edilmesi” yaklaşımıyla okuyorum ve ardından şu soruları soruyorum: “Hayat dediğimiz kimleri kapsıyor?”, “İnsan kimdir?”, “Kent kimleri kapsıyor?”, “Kent merkezinde kimlere yer yok?”. Tarlabaşı’ndan uzaklaştırılan insanlar nereye yerleştiler, nereye yerleştirildiler mesela. Şehir merkezinden 3 araç değiştirerek varabilecekleri Kayabaşı’na “gönderildikleri” söylendi, ancak bu doğru değil. Kültürel olarak mümkün olmayacak koşullarda site yaşamına adapte olmaları beklendi. Dönüşüm süreciyle bölgede mal sahibi olan kişiler kendilerini kurtarmaya öncelik verdiler; hafif bir okumayla ekonomik olarak kendilerini güvenceye almaya ihtiyaçları olduğunu söyleyelim. Velhasıl mevcut ekonomik düzensizlikte örgütlenmek için asgari güven sağlanamıyordu, bunun sonucunda maalesef Tarlabaşı’nda dönüşüme karşı bir direniş süreci başlayamadı ve bir karşı duruş ortaya çıkamadı. Aslında, biz iş makineleri yıkıma geldiğinde belki bir hareket olur diye bekledik ancak bu da olmadı. Zaten dönüşüm süreci 2012 yılında tam hız devam etti, “demir perde” kuruldu ve biz durumu daha tam algılayamadan bir baktık ki Tarlabaşı’nda kimse kalmamış! Tüm bu olan bitene dair gözlediklerimle ilgili bir şey yapmak istiyordum, çünkü Tarlabaşı’nın yok edilmesi hepimizi bekleyen yaşamla ilgili ne söylüyordu merak ediyordum. Burasıyla olan duygusal bağım, bu bölgeye apayrı bir özende yaklaşmamı sağladı, dolayısıyla buranın hassasiyetine saygısızlıkta bulunmak istemedim, yani yıkım sürecini anbean belgeleyen fotoğraflar yada bölgede düzenlenen festivaller gibi burayı ve başından geçenleri tüketebilecek bir tavırdan kaçtım. “Yıkıntı estetiği”ne kapılmaktan ve “mağdur edebiyatı” yapmaktan kaçındım. Bu durumdan bir üretim çıkarmak ince bir bakış gerektiriyor. Bunun üzerine düşündükten sonra, 2014 yılında, bir gün arkadaşlarımla konuşurken “ben artık Tarlabaşı’nda ancak baş aşağı durabilirim,” gibi bir ifade kullandım ve bu performansın fikri bu doğallıkta ortaya çıkmış oldu. Bu ifadenin işaret ettiği duygular benim bölgeyle olan ilişkimi yansıtsın istedim. Bu, oradan geldiğimi veya oradaki yaşama dair fikrimi iddia ettiğim bir iş değil. “Burayı altüst ettiniz,” demek istedim, “normal” olarak tanımlanan şeyin aslında nasıl eğreti durduğuna işaret etmek istedim. Benim bu performansı gerçekleştirdiğim dönemde, 2014 başında, Gezi Parkı hareketi sonrası Harbiye, Tünel, Elmadağ gibi alanlardaki değişimleri konuşuyorduk. Bu değişimler arasında Taksim hattının seks işçilerinden, özellikle trans kadınlardan “arındırılması” da söz konusuydu. Kentsel dönüşümün hızla “temizlemeye” çalıştığı bu hat “kenti kirleten” bir çalışma alanıydı. Bölgede çalışan seks işçilerine ne olacağı bir mevzuydu çünkü şu anki hukuksal düzenlemelerle seks işçiliği en güvencesiz işlerin başında geliyor ve seks işçileri gibi saldırıya açık ve çok sık şiddet yaşayan bir grubun, kent merkezinden uzaklaşması demek şiddet olasılığının veyahut şiddetinin şiddetinin artması olasılığının diyeyim, artması demek çünkü bu insanlar bölgeden uzaklaştığında birden yok olmayacaklar, başka yerlerde, kent merkezinden uzak semtlerde çalışmaya devam edecekler. LGBTİ+ hareket ile özellikle bu noktayı gündem etmeye çalıştık. Baş Aşağı performansını Adem Peruk'un karşı köşesinde yaptım.Çünkü bulvar, bölgede yaşamış trans kadınların hafızasında dönüşüme başladıkları yerlerin başında geliyordu, dönüşüm süreçleri de Bulvar'ın kuaför ve perukçularında başlıyordu. Bu nedenle benim için bu hafızayı çağıran Adem Peruk'un köşesinde performansımı gerçekleştirmeyi seçmiştim.

Leman S. Darıcıoğlu, Zehirlenmiş Prenses, 6 - 15 Şubat, 2017, Performistanbul işbirliğiyle, Alan İstanbul

Tüm bu tırnak içinde telaffuz ettiklerimizden sonra Zehirlenmiş Prenses ifadesini nasıl seçtin? Bu ifade, Beyoğlu Belediyesi’nin Beyoğlu Büyük Dönüşüm başlıklı projesine ait websitesinde Ahmet Misbah Demircan’ın bir açıklamasında geçiyor. Performansın bu ifade ile olan ilişkisini nasıl kurguladın?

Demircan, Tarlabaşı’nda yaptıklarının salt kentsel dönüşümden ibaret olmadığını, “zehirlenmiş bir prensesi tedavi ettiklerini,” söylemişti. Ben bunu ilk duyduğumda tabii ki çok şaşırdım. Bu ifadeden çok çeşitli anlamlar çıkarmak mümkün. Tüm bunlara ek olarak şunu belirtmem gerekir: Zehirlenmiş Prenses kesinlikle “Demircan’a karşı duruş” olarak kurgulanmadı; Ancak tabii ki performansın, kentsel dönüşümün ve “kent” kavramının sorgulanmasında aldığı muhalif ve eleştirel konum yadsınamaz. Özetle, bu performansın merkezine siyasal bir figürün kullandığı bir ifadeyi yerleştirmek istemiyorum. “Zehirlenmiş Prenses” ifadesi zihnimde araştırmak ve üzerine düşünmek için ilgi çekici bir imge yansıttı. Buradan hareketle, “prensesin izini sürme” fikri benim Tarlabaşı ile kişisel hikayemden hareketle ortaya çıktı. Tarlabaşı’nın, hem benim hayatıma girdiği dönemden bu yana, hem de tarihsel olarak değişimini izledim. Örneğin, Tarlabaşı, Osmanlı Dönemi’nde Pera’daki büyükelçiliklerde çalışan orta sınıf memurların ve Levantenlerin konakladığı bir bölgeymiş. Yani, gayrimüslimlerin ve azınlıkların yaşadığı bir alanmış. Ankara’nın başkent olması sonrasında büyükelçiliklerin dağılması ve azınlıklara karşı yürütülen ayrımcı politikalar sonrasında, Tarlabaşı sakinlerinin şehri terk ettiğini çeşitli kaynaklardan takip ettim. O zamandan bugüne hala benzer ayrımcı politikaların Türkiye’de devam ettiğini biliyoruz. Ama tabii özellikle 1984-1986 yıllarından sonra Tarlabaşı Bulvarının açılışı ve dönüşümüyle bölge geri dönüşü olmayacak şekilde büyük bir değişim geçiriyor. Tarlabaşı Bulvarı’nın, Dalan döneminde açıldığını ve bu dönem Turgut Özal’ın başbakan olduğunu hatırlarsak, Türkiye’nin özelleştirmeye açıldığı, neoliberal sermaye ile tanıştığı bir döneme denk geldiğini söylemek mümkün. Dalan döneminde kentte birçok meydan oluşturulmuş. Şimdi, bu durumun tam tersini görüyoruz aslında; insanların bir araya gelebileceği alanlar kapatılıyor. Tarlabaşı Bulvarı açıldıktan sonra Taksim Meydanı ile ilişkisi kesilmeye başlıyor. Bu gelişmelerin olduğu dönemde Türkiye’de şiddetli bir savaş var ve İstanbul yoğun bir Kürt göçü alıyor. Tarlabaşı’nın bu dönemde ekonomik olarak daha uygun koşullar sunması bölgeye yoğun bir Kürt nüfus getiriyor. Tüm bu dönüşümlerden geçen Tarlabaşı tarihinden geriye ne kaldı? Aslında performanstaki arayış biraz bunu sorgulama çabası...Tarihi boyunca getirilenlere, göçenlere, zorunda bırakılanlar, taşınanlar, kaçanlara, buluşanlara sahne olmuş. Biraz bu durum üzerine araştırmak istedim. “Peki, sokak ne söylüyor?” diye düşündüm.

İlk günkü performansında demir perdenin etrafında yürürken adımlarını sayıyorsun ve galeride bu ses kaydını dinliyoruz.

Demir perde beni çok etkileyen bir simge oldu, orayı şehirden bir bıçakla ayıran...Öncelikle bu perdenin etrafında biraz gezindim ve Mis Sokak’ın köşesindeki Van Kahvaltı Salonu’na gittim, biraz tepeden iş makinelerini ve caddenin görünen silüetini izlemek istedim, öncelikle biraz uzaktan gözlemek daha sonra sokaklara karışmak istedim. Ardından semt ile ilk temasım demir perdenin etrafında adımlarımı sayarak yürümek oldu. Sanırım aklımda demir perdenin bedenimde karşılık bulacağı yeri aramak vardı. Yürüyüş rotam da perdenin etrafından başlayıp, sokaklara dağılmamla devam ediyor; toplam 1053 adım, attığım 1053 adım benim için bunun karşılığıydı.

Peki 1053 adım seni Tarlabaşı’nda nerelere görürdü?

Demir perdenin çevresinde biraz yürüdükten sonra Süryani kilisesinin olduğu noktaya geldim. Kiliseye rastladığımda sanki Türkiye’de değilim gibi hissettim. Etrafındaki hiç bir şeye benzemiyor. Zaten yürüdükçe kaybolmaya başladım. Kaybolma fikri benim ne zamandır aklımdaydı. Bu projede yokluk ve kayıp gibi temaların peşine düştüm. Özellikle son iki senedir, hepimiz bu temalarla her gün karşılaşıyoruz; onlarla ve onlara rağmen yaşamaya çalışıyoruz. Zaman, yokluk ve kayıp konularına içkin. Hepsi birbirine derinden bağlı. Mesela, sokaklarda kaybolurken, Rum Kilisesine bakarken, binanın tepesindeki saatin bir rakamının düştüğünü fark ettim. Bakakaldım. Tarlabaşı’nda bir Rum kilisesinde bir rakamı düşmüş bir saat...içimi yaktı. Saat kadranından düşen 9 rakamı, yerini başka bir rakama veremez. Düşen rakamın yeri doldurulamaz. Yani, gidenler zamanı alıp gittiler. “Artık burada zaman yok,” der gibiydi.

Bu performansı, öncekilerden farklı olarak beden kullanımını odağa koymadığın, ancak senin mekandaki hareketine, Tarlabaşı’na ait seslerin ve objelerin eşlik etmesine izin verdiğin bir çalışma olarak okuyorum. Sana eşlik edenleri, Tarlabaşı’dan topladıklarını, periferidekini tekrar merkeze taşıdın.

Aslında, Zehirlenmiş Prenses günde 8 saatlik bir performans olarak oluştu. Ancak seyirciye duyurduğumuz canlı performans saatleri 4 saatlik bir zaman dilimi olarak kurgulandı. Yani sabah Tarlabaşı’ndaki yürüyüşlerim sonrasında galeriye geldiğimde performansımı seyirciyle paylaşmayı seçtim. Bölgedeki yürüyüşlerimin bir tür tura dönüşmesinden çekindim, keza buna benzer konularda çalışırken yaşayanları mağdur etmek yada rızaları dışında çekim yapmak ve onlar üzerinden sanat icra etme fikrini etik bulmuyorum. Bu bölgeye ve içinde (hala) yaşayanlara saygı duymak adına bundan uzak durdum. Ayrıca, bu çalışmada her ne kadar Tarlabaşı’nı konu alsam da; aslında bu bölgeyi çağrıştırabilecek belirli öğeleri bir galeride, bir beyaz küpte gösterme fikrine odaklanmak istedim. Çünkü, bence beyaz küp biz beyazlarız; orta sınıf yani; biziz görmeyen; ama aslında her şeye ortak olan. Kentin düzenlenmesine müdahil olamayana seslenmek istiyorum. Dolayısıyla, ben Tarlabaşı’ndaki izleri, benim gözümden oranın tarihini ve dönüşümünü anlattığını düşündüğüm şeyleri bir galeri alanına taşıyıp bu beyaz dünyaya göstermek istedim. Zehirlenmiş Prenses benim sanatsal pratiğimden farklıydı, çünkü ortaya koymak istediklerimi bedenimle ortaya koyduğum bir çalışma olarak kurgulamadım. Bu performanstaki asıl odak yerleştirdiğim parçalarla ilişkilenme sürecimle oluşan aktif bir yerleştirmedeydi. Ancak tabii, zaman zaman kendi pratiğimdeki belirli tavırları andığımı söyleyebilirim. Örneğin, bir sabah Tarlabaşı’nda bulduğum iplerle, buluntu kanca, yorgan iğnesi ve sahte bir tektaş yüzüğü bir araya getirdim. Aynı zamanda, elimde performansın ilk gününde Tarlabaşı’nda tanıştığım Roman asıllı Gurbet’in bana verdiği bir bıçak vardı. Tüm bu objeleri ortaya serdiğimde zaten her şey zihnimde dönmeye başladı: İpte salınan kanca hareket ediyor, bunun üzerine bıçak bedenime yaklaşıp ardından iğneyi yüzüme doğru savuruyor. Yani, aslında aktif yerleştirme için kurgulanmış objeler performatif düzenekler oluşturmaya başladı. Bunun gibi düzenekler, benim önceki çalışmalarımdan aşina olunacak şekilde, bir sembol yaratıp, onu aktif bir şekilde bedensel performansa döktüğüm durumlar. Aynı zamanda, bu performans üzerine düşündüğüm ilk anlardan itibaren, bunun sanatçının üretim sürecine dair bir sorgulamayı öne sürdürdüğüne inanıyorum. Sanatçı bir hissi, bir deneyimi, vb. anlatmak istediğinde hangi şekillerde ve hangi elemeler sonrasında izleyici önüne getirir? Bunun gibi sorgulamalar “Zehirlenmiş Prenses” sürecinde hep benimle olan bir konuydu.

Tarlabaşı sokaklarında gezerken bölgedeki insanların sana bakışı nasıldı?

Çoğunlukla, insanlar benimle iki farklı şekilde iletişim kurdu diyebilirim. Biri “çekme, çekme, kapat bakalım o kamerayı, n’apıyorsun sen?” diyen, diğeri de direkt “n’apıyorsun sen?” diyen. Tarlabaşı’ndaki insanlar fotoğraflanmaya çok tepkililer, başkalarının çıkarları için kullanıldıklarını düşünüyorlar. Performans boyunca Tarlabaşı sokaklarında gezinirken yollarımın kesiştiği kişileri aktif yerleştirme alanındaki deftere not ettim. Örneğin, satılık ilanı olan daireleri fotoğrafladığım binanın üst katında oturan bir teyze “Neyi çektin sen bakayım” dedi. Ben de “sizi değil, yan katınızdaki satılık ilanını çektim” dedim, “alıcan mı, neden çektin” dedi, “yok teyzecim almayacağım; ben bir proje yapıyorum, Tarlabaşı’nın tarihini anlattığımı düşündüğüm şeyleri topluyorum, ses, görüntü gibi...” dedim. Ancak tabii bunlar onun için yeterli açıklamayı yapacak şeyler değildi, “Sanıyor musun ki sen ilksin” dedi. Performansın ilk günü bana “n’apıyorsun sen burda?” sorusuyla tanıştığım ve bana kameramı kapattıran, bıçkın tavırlı Gurbet’e, “Tarlabaşı’nda bir prensesi arıyorum,” diye cevap vermiştim. Bunun üzerine çok öfkelenip “yok burda prenses mrenses,” demişti. Ben açıklamaya koyulup “Ama bu bölgeye devrim sonrasında, 1910’lu yıllardan itibaren Ekim Devrimi sonrasında, Rus soylularının, prens ve prenseslerinin, geldiği ve çatı kiliselerinin oluşmaya başladığı söyleniyor,” dedim. Gurbet yine çok öfkelendi ve “yok burada cadı kilisesi çatı kilisesi filan,” dedi. Bu ilk diyalogdan sonra insanların ne kadar hassas olduklarını gördüm. Çünkü Tarlabaşı’nın ve orada yaşadıkların hayatın romantize edilmesi ve egzotize edilmesi onları çok rahatsız ediyor. Orada yaşayan insanların egzotik sirk hayvanlarına benzetildiklerini duygusu olduğunu hissettim. Beni asıl etkileyen bir hikayeden bahsedeyim. Hortum Süleyman karakterine dair çıkmış bir haberi bilgisayarımdaki robot okuma programında okuttum. Tabii metni robot okuduğu için vurgular, noktalamalar, imalı tonlamalar birbirine girdi ve ortaya çok acayip, ama bir o kadar da nötr tonlu bir aksan çıktı. Sanki her şeyden bi haber olan robotik bir haber spikeri. Kendim okumak istemedim bu haber metnini. Bu tercihimin arkasında da şöyle bir hikaye var: Eski otomobil tamircisi bana Hortum Süleyman’ın Tarlabaşı’nı “temizlediğini” ve ailelerin dışarı çıkabilmesini sağladığını söylediği an, mideme yumruk yemiş gibi oldum, bir süre konuşamadım ve bu bölgedeki insanlarla bir süre iletişim kurmaktan kaçındım. O ana kadar yalnızca trans kadınlardan duyduğum işkenceci korkunç Hortum Süleyman’a dair eski otomobil tamircisinin bu sözü, belki benim ve arkadaşlarımın temizlenmemize yönelik bir tehdit etkisi yarattı. Galeriye geldiğimde bir süre sonra kendimi duvarda bu cümleyi tekrar tekrar yazarken buldum. Yazarken fark ettim ki, bazı satırlardaki “buraları temizledi,”, “buraları yeniledi,” olmuş. Böylece, 80’lerde Dalan’ın Tarlabaşı Bulvarı’nı açan politikasıyla Hortum Süleyman’ın kenti “pis” unsurlardan “temizleyen” politikası, bugünün “yenileme” sürecinde, bir cümlede buluşmuş oldular. Robotik haber spikerinin duygusuz ve bi haber tonlamalarıyla okunan Hortum Süleyman haberleri; galeriye Tarlabaşı’ndaki çöplükler ve sokaklardan toplanmış eşyalarla bir araya gelince ortaya çıkardığı çelişkiler ve yabancılaşmalar, yeni katmanlar oluşturdu.

Bugünlerde üzerinde çalıştığın proje/projelerle ilgili birkaç ipucu verir misin?

Yokluk, kayıp, zaman, yas ve teslimiyet gibi kavramlar uzun zamandır benimle olan şeyler. Özellikle, son dönemde bedeni bir araştırma sahası, bir laboratuvar gibi düşünüyorum.

Zehirlenmiş Prenses'ten geriye nasıl duygular kaldı?

Performansın son gününe doğru bir arkadaşım geldi ve aktif yerleştirmeye doğru baktı ve “burda çok acı var Leman,” dedi, ben de (gülerek) “sorma,” dedim, “neler çektim şu 10 günde…”

(Leman’ın sonradan eklemek istediği: “Zor bir soru. Geride kalanın peşine düştüğüm “Zehirlenmiş Prenses” bende ne izler bıraktı? Hüzünle karışık bir merak duygusu sanırım. Performans boyunca sayısız kez üzüldüğüm anlar yaşadım, kimi zamandan bölgeden birinin anlattıkları benim yaralarıma dokundu, yada ben bu süreçte rastladıklarımın hislerini ortaya döktüm...Hortum Süleyman örneği gibi, veyahut Kürt asıllı birinin OHAL döneminde polisin bedeninde yarattığı yaraları göstermesi gibi, yada Gurbet’in “buralardan biz gideceğiz, siz geleceksiniz,” sözü gibi… Zehirlenmiş Prenses performansında, içinde olduğum gerçeklik, peşine düştüğüm prensesin yolları her ne kadar canımı yaksa da, günde 4 saati sokaklarda geçirmek, yani içinde yaşadığımız paranoya ve endişe krizinde bir güvenlik tehdidine takılmadan kamusal alanda nefesimi tutmadan dolaştım.”)

Leman S. Darıcıoğlu, Zehirlenmiş Prenses, 6 - 15 Şubat, 2017, Performistanbul işbirliğiyle, Alan İstanbul

Dipnotlar

(1) Vasıf Kortun, “Bu Manastır’da 1990’ların kültür tarihi saklı”, Hürriyet Kitap Sanat, 3 Mart Cuma, sayfa 36. Araştırmaya “http://saltonline.org/projects/manastir” adresinden ulaşılabilir.

(2) Ayça Özmen ve Burcu Can Çetin, Bellek ve Mekanın Dönüşümü: Tarlabaşı, “Bir Varmış Bir Yokmuş: Toplumsal Bellek, Mekan ve Bellek Üzerine Araştırmalar”, Koç Üniversitesi Yayınları: İstanbul, sayfa 107

(3) LGBTİ kısaltmasındaki harfler sırayla lezbiyen, eşcinsel (gay), biseksüel, transeksüel, interseks kelimelerini temsil ederler. Kuir kelimesi bazen bu grupların tümünü ya da bir kısmını içerecek şekilde kullanılabilir.

(4) Fluxus: Latincede “akış” anlamına gelen Fluxus, 1960 yılında sanatçı George Maciunas tarafından ortaya çıkarılan ve sanatın alışılagelmiş kurallarını sorgulayan uluslararası bir sanat tavrına işaret eder.

(http://www.tate.org.uk/learn/online-resources/glossary/f/fluxus)

(5) Happening: Performans sanatının habercisi olarak kabul edilen Happening, dada ve sürrealist sanat akımlarının teatral unsurlarında oluşup, ilk kez 1959 yılında sanatçı Allan Kaprow’un bir eserinin başlığında kullanılmıştır.

(http://www.tate.org.uk/learn/online-resources/glossary/h/happening)

Comments


bottom of page