Eda Gecikmez’in Kök ve Temel isimli kişisel sergisi 12 Aralık 2024- 18 Ocak 2025 tarihleri arasında Galeri Nev’de gerçekleşti. Gecikmez'in pratiğini nesne, kimlik ve hafıza kavramları üzerinden ele alıyoruz
Yazı: Uğurcan Kaçmaz

Eda Gecikmez, Manzara, 2024, Tuval üzerine yağlı boya, 55x110 cm
Eda Gecikmez’in Galeri Nev’de gerçekleşen Kök ve Temel isimli kişisel sergisi, hafıza ve tarihin izlerini birbirine dokuyan bir yapıyı bedenin ve mekânın kesişiminde ortaya koyuyor. Sergi, bireysel ve toplumsal bağları irdelerken, “Nereden geliyoruz ve neye dayanarak var oluyoruz?” sorusunu bir ontolojik temel olarak gündeme getiriyor. Sanatçı, köklerinden hareketle, patriyarkal yapıların ve toplumsal kodların izlerini ifşa ediyor. Bu izleri söküp yeniden işleyerek, belleği yalnızca geçmişin kaydından değil, sürekli evrilen ve yeniden yazılan dinamik bir süreç olarak sunuyor.
Sergide yer alan her nesne, kimlik, hafıza ve geçmişle kurulan ilişkilerin bireysel ve toplumsal boyutlarını sorguluyor. Özellikle sanatçının anneannesine ait dikişler gibi buluntu nesneler, kişisel hafızanın yanı sıra kolektif belleğin de temsilcisi olarak öne çıkıyor. Bu dikişler, geçmişin bedenlenerek yeniden üretildiğini ve hafızanın katmanlı yapısını görünür kılıyor. Gecikmez’in, kendi üretimleriyle buluntu nesneleri birleştirme yöntemi, belleğin sabit bir arşiv değil sürekli yeniden inşa edilen bir dinamik süreç olduğunu izleyiciye hissettiriyor. Kullanılan materyaller ve estetik stratejiler dokunsal ve zamansal bir algıyı teşvik ediyor.
Kök kavramı sergide aidiyet ve bağlantı metaforlarıyla sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda patriyarkal normların sarsıldığı, bireysel anlatıların özgürleştiği bir alana dönüşüyor. Bellek burada geçmişin durağan bir yansıması değil, gelecekle birlikte sürekli evrilen, yeniden kurgulanan bir hareket alanı olarak karşımıza çıkıyor. Bu şekilde sergi, bireysel ve toplumsal hafıza arasındaki sınırları, nesneler ve bedenler aracılığıyla duyumsanabilir bir evrene dönüştürüyor.
Sanatçının “bohçası” olarak tanımladığı, imgeler, nesneler ve hikâyelerle şekillenen düşünsel atlas, serginin temel anlatısını oluşturuyor. Eserler, bireysel ve toplumsal hafızanın, bedensel deneyimlerin ve coğrafi dokuların iç içe geçtiği bir söylem ortaya koyuyor. Beden, tarihi ve toplumsal normları üzerine yazılmış bir metin gibi, seccadeler, masa örtüleri ya da perdeler aracılığıyla hafızayı kolektif bir tarihle ilişkilendiriyor. Mekânın iç ve dış sınırlarının sorgulanması, tahakküm yapılarını ifşa ederken özne ile nesne arasındaki geleneksel ikiliği alt üst ediyor.
Gecikmez’in eserlerinde mekân, iç ve dış arasındaki ayrımı aşarak, parçalanmış formların bir bütün oluşturma çabasıyla yeniden yorumlanıyor. Parçalı temsiller, özellikle kadın bedenine dair inşa edilen kalıplara karşı bir direniş alanı sunuyor. Beden, eksik ya da bütünlüklü bir imge yerine, parçaların ve bireysel deneyimlerin birleşimi olarak karşımıza çıkıyor. Eller, dişler, tırnaklar gibi detaylar, bedeni sadece bir bütün olarak değil, aynı zamanda çok katmanlı deneyimlerin, emek ve gücün sembolü olarak yeniden okuyor. Bu durum, erkek bakışının kadını tek ve arzulanabilir bir nesne olarak sunma eğilimine karşı bilinçli bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir.
Zamansallık, Gecikmez’in pratiklerinde arkeolojik bir kazı süreci gibi ele alınıyor. Venüs figürüne dayanan bir çalışmasında, arşivlenmiş fotoğraflama pratiği üzerinden bedeni hem tarihsel nesne hem de zamansal aktör olarak sunuyor. Kolaj ve yerleştirme teknikleri, farklı zaman dilimlerinin, mekânsal farklılıkların ve bedenin yokluğu fikrinin birbirine karıştığı çok katmanlı bir estetik alan yaratıyor. Geçmişin izleriyle geleceğe dair anlatılar arasında çizgisel olmayan bir zamansallık ortaya konuluyor.
Bir yandan, bu parçalanmış formlara bakarken mekânın içi ile dışı birbirine adeta karışıyor. Kendimi hem iç mekânda hem de dışarının yankısını hisseder gibi yaşıyorum; sanki bu alan, belirli sınırları, bütünü ve uyumu reddediyor. Bu karmaşıklık ya da daha doğrusu, bütün olmaya inat var olan parçalılık, bana normallik dediğimiz şeyin altındaki kırılgan temelleri hatırlatıyor. Eda'nın eserlerine dalıp baktığımda dikkatimi en çok çeken unsur, varlık alanından sürekli çekilen bedenin eksikliği oluyor. Bütünselliğe dair beklentilerimi, parçalanmış ve kendi varlığına inat direnç gösteren bir yapı içinde gözlemliyorum. İlk bakışta yarattığı huzursuzluk, aynı zamanda fazlasıyla dolu bir anlam katmanını da barındırıyor; bu his, beni bedenin ne olduğuna dair daha farklı sorular sormaya zorluyor. Kadın bedenine dair bütüncül imgenin yerine, parçalı temsillerin tercih edilmesi, özellikle patriyarkal yapılarca inşa edilen “seyirlik nesne” algısına karşı bir meydan okuma niteliğinde. Eser, erkek bakışının kadını arzulanabilir nesne olarak sunma eğilimine karşı direnişi konuşturuyor; kadın bedeninin parçalı temsili, bu nesneleştirme sürecini altüst ederek geleneksel estetik beklentileri sorgulatıyor.
Parçalı temsiller, aynı zamanda kadın bedeninin toplumsal normlar ve tarihsel söylemlerce nasıl “dağıtıldığını” ya da “bölündüğünü” metaforik olarak ortaya koyuyor. Eller, dişler ve tırnak gibi detayların öne çıkışı, bedeni yalnızca bir bütün olarak değil, aynı zamanda bireysel deneyimler, emek ve gücün sembolü olarak okumamıza olanak tanıyor. Örneğin, ellerin emeğe işaret etmesi ya da dişlerin savunma ve saldırı nitelikleri, bu parçaların toplumsal ve kişisel bağlamlarda ne denli zengin anlamlar taşıdığını gözler önüne seriyor. Eserin yaklaşımı, kadın bedenini basit bir “görüntü” olarak değil, direnişin ve ifadenin yaşayan bir alanı olarak yeniden tanımlıyor. Parçalanmışlık, eksiklik ya da zayıflık olarak değil; aksine, tahakküm yapılarına karşı yeniden inşa edilmenin, kontrolün ötesinde öz-yeterliliğin sembolü olarak okunabiliyor. Böylece eser, kadın bedenini erkek egemen bakıştan sıyırıp onun karmaşıklığını, deneyimsel yoğunluğunu ve çok katmanlı doğasını ortaya koyuyor.

Eda Gecikmez, Kalp Kilit, Heart Lock, 2024 Tuval üzerine yağlı boya, 110x110 cm
Cumartesi Anneleri, Gezi direnişi, LGBTİ hareketi ve Filistin direnişi gibi güncel toplumsal mücadelelerin yankıları, sergiye baktıkça hafızamda yeni anlam katmanları ortaya çıkarıyor. Bu sergi, geçmiş ile bugünün kültürel ve politik dokusunun iç içe geçtiğini, kendi hafızamda taze sorular ve farklı yorumlar oluşturduğunu hissettiriyor.
Gecikmez, bedenin ve mekânın dayatılmış anlamlarını aşma potansiyelini, onları yeniden inşa etme süreciyle gösteriyor. Beden, tahakküm yapılarını taşısa da bu yapıların ötesine geçip kendi varlığını yeniden tanımlama gücüne sahiptir. Mekân ise, bedensel deneyimin alanı olarak, bireyin kimlik algısının yeniden şekillendiği bir platforma dönüşüyor. Bu süreç, izleyiciyi yalnızca sanatsal bir deneyime değil, aynı zamanda tarihsel ve politik bir hesaplaşmaya davet ediyor. Unutmanın bastırılmış mükemmelliğini sorgulayan yamalama süreci, hafızanın kopuk parçalarını bir araya getirerek, geçmişin eksik ya da bastırılmış yönlerini görünür kılıyor ve böylece hafızayı yeniden kurguluyor.
Beden, mekân ve hafıza arasındaki bu felsefi diyaloğun en çarpıcı örneklerinden biri, Gecikmez’in mekânsal figürasyonlarında görülüyor. Eserlerinde beden, yalnızca tarihsel ya da biyolojik bir varlık değil; mekânın anlamını yeniden kuran ve ondan yeniden kurulan bir ontoloji sahnesi olarak ele alınıyor. Zemin, statik bir arka plan olmaktan çıkar ve figür ile sürekli bir etkileşim içine girer. Zemin ile figür arasındaki bu oynak sınır, hem bedensel hem de topografik bir direniş öyküsüne işaret eder.
Sanatçının zemini ele alışındaki yaklaşım, genellikle bir silme ya da yutma eylemi olarak işlev görüyor. Ancak bu eylem, bir yok ediliş değil figürü yeniden ortaya çıkarmaya zorlayan bir gerilim yaratıyor. Zemin, figürün kıyısında konumlanırken bazen bir sınırın içine çekilir, bazen de tamamen figürle birleşir. Bu durum, bedeni sorgulamaya olanak tanıyan bir “topografya” kavramını çağrıştırır. Buradaki topografya, yalnızca mekânın haritası değil; bedensel izlerin, travmaların ve hikâyelerin coğrafyasıdır.
Gecikmez’in eserlerinde renklerin, özellikle zeminle olan dansı dikkat çeker. Sarı tonları ve puantilist bir doku, zeminin figürü yutma potansiyelini dengelerken izleyiciyi hem hatırlama hem de unutma eylemine davet eder. Figürün şekillenmesi ve kaybolması, belleğin çelişkili yapısıyla birleşir. Figür, yalnızca bedensel bir varlık değil; tarihsel, toplumsal ve mekânsal bir çökelti olarak yeniden yorumlanır. Zemin, bu çökeltinin hem sahnesi hem de aktörü haline gelir.

Eda Gecikmez, İsimsiz (Venüs), 2024, Tuval üzerine yağlı boya ve akrilik, 55x55 cm
Eda Gecikmez’in figürüne dair çalışmasında, bu topografik yaklaşımın en etkileyici yansımalarından birini görürüz. Arkeolojik bir kazı fotoğraflamasından esinlenen eser, figürün mekânda nasıl konumlandırıldığına dair radikal bir soru ortaya atar. Venüs’ün yanında yer alan bir el, bu figürün patriyarkal bakışla ölçülendirildiğini simgeler. Ancak Gecikmez’in, figürün çevresini zeminle kaynaşan renkler ve dokularla kuşatması, bu kontrol şemasını ters yüz eder. Venüs, bu yeni topografyada ele geçirilemez bir bedensel direniş alanına dönüşür.
Sanatçının "kendi hikâyesini yamalama" olarak tanımladığı yaratıcı süreç, figürün ve zeminin birbirini şekillendirdiği bir dönüşüm alanı yaratır. Hikâyeler, bedenler ve mekânlar bu alanda bir araya gelirken, izleyiciye yalnızca bir sanat eseri sunulmaz; aynı zamanda zamanı, mekânı ve bedeni yeniden düşünmeye davet eden felsefi bir kapı aralanır. Bedeni, mekânı ve hafızayı bu şekilde birleştirerek, Gecikmez sanatı sadece estetik bir deneyim olarak değil, aynı zamanda ontolojik bir sorgulama aracı olarak yeniden tanımlar.

Comments