top of page
Evrim Altuğ

Tepebaşı'nda kültürel iklim değişikliği


Tunca'nın Galerist'te 14 Ekim'e değin yer alan Terra Amata (Sevgili Yurt) sergisi, hafıza, hatıra ve hakkaniyet gibi nazik unsurların birbiri içine geçirildiği, maddî kuruluğundan, yalınlığından gocunmayan bakışın kabuklu yükünü görselleştiriyor.

Domus I, 2016, Asitsiz kağıt üzeri füzen, 99 X 208 cm

Tunca, çıktığı yurtdışı gezilerden esinlendiği foto-grafik hafızaya dayandırdığı ve foto-gerçekçi bir tavırla da bunu, gündelik hakikatin "hayhuyu" içine yeni bir moral bilinçle süzdüğü kişisel sergisinde, insanın mekânla kurduğu ilişkinin uygarlık zeminine yönelik, eleştirel ve kavramsal bir etüt tecrübesi yaşatıyor.

Sanatçı, gerek mekâna ve gerekse satha dair sabırlı bakışı ve el emeği üzerinden yönelttiği nazik müdahalelerle, sergisinin temelini kendi geçmiş tanıklıklarının üçüncü tekil ve çoğul kişilere sunumu meselesi üzerinden kuruyor: Baktığımız şeyi ne kadar gördüğümüz, günümüz kelebek hızlı imge çağında bir hakikatin sureti ve aslına ne kadar tahammül edip, onu ne kadar sahiplendiğimiz gibi aslî sorular, serginin sessizliğiyle rekabet eder bir gürültüyle izleyicinin aklında yuvarlanıyor.

Tunca'nın, bir deneyim olarak fiziksel ve metafiziksel perspektif paylaşımı da, yarı kamusal bir alan olarak "sanat galerisinde" tartışmaya açtığı sergisi, kendi deyişiyle bir "Doğa Odasını" da bünyesinde taşıyor. Bu odadaki "manzara"lardan birinde, Polonya temerküz kamplarında küllerin biriktirildiği, ancak zamanla bir çukura, oradan da göle dönüşen bir kır manzarası seçiliyor. Bu manzaranın ve öteki kamp görsellerinin de kül griliğinde oluşu, serginin soğukkanlı hakikatini, yalıngöz perçinliyor. Kış katısı bir hakikat bu. İnsanın vicdanı titriyor.

Lacus, 2017, Asitsiz kağıt üzeri füzen, 114,5 x 217 cm

Başlığını, Avrupa’da, bugün ırkı Homo Sapiens tarafından yok edildiği de kuvvetle ileri sürülen Neanderthal’lerin barınak inşa ettiği ilk tarih öncesi yerleşim olarak bilinen Terra Amata’dan alan sergideki bu odada bulunan görünmez "manzara"lar, sırdaşlıklarıyla ve kendi içine dönük, buruk, unutkanlığa kamufle evrilmişlikleriyle göze çarpıyor. Desenleri için karbon temelli geleneksel füzen malzemesini benimseyen sanatçı, bunun tarihle kurduğu organik bağın da kendisini memnun ettiğini gizlemiyor.

Dünya liderlerinin damak tatlarını temel alan önceki sergisi Desire (Tutku)'da olduğu gibi, kendisini zamanın ve malzemenin anlatısına mükemmele yakın bir titizlikle teğelleyen Tunca, sahip olduğu bu maharetle barışık kalmak durumunda olduğunu, Türkiye'ye dair şu ironik sözleriyle yorumluyor: "Niyeyse biz, bir çatışma ülkesiyiz. Bu çatışma hep kutuplaşmaları besliyor olagelmiş. Güncel sanat bir şeyler yapmaya çalıştığı süreçte, öteki taraf 'iktidarım sarsılacak' demeye getirirken, diğer yanda ise, 'Türkiye'de tuval yapan benim yanımda, sergimde olamaz'a giden durumlar dahi yaşanabilmiş. Evet, ben bu çelişkinin adamıyım aslına bakılırsa... Ama arada kalmış, üretmiş tek kuşak da biz değiliz ki. Hafriyat'a, örneğin bir Murat Akagündüz'e, Hakan Gürsoytrak'a baktığımda, onları kendi arka planıma daha yakın gördüğüm de oluyor. Diğer taraftan, ben sanat eğitimi almasaydım, çok daha iyi bir çağdaş sanatçı olabilirdim; keşke bir tarih veya sosyoloji eğitimi alsaydım..."

Tunca'ya, bu sergi özelinde konuştuğumuzda uygarlık kavramıyla mı hesaplaştığını sorduğum zaman ise, şunları aktarıyor özetle: "Terra Amata: Sevgili Toprak, Sevgili Yurt... Biz bugün bunu diyebiliyor muyuz? Ben diyebiliyor muyum? Yurt, toprak, ev neresi? Ben son dört yıldır hiç bir yeri evim olarak hissetmiyorum. Yerleşemedim halâ. Nereye gideceğim ? Bence bu durum yaşadığımız dönemin de küresel yansımalarından olsa gerek. Suriye'dekilerin ev, yurt algısı bambaşka, ABD'dekilerin bambaşka. Zaten ulus, devlet, aile, hümanizm vesaire hep bu sistemin unsurları."

Tümülüs, 2017, Asitsiz kağıt üzeri füzen, 75 X 130 cm

Tunca'nın sergisinde esen unutkanlık, sergideki tüm işleri birbirine bağlayıcı, disiplinli bir dayanışma duygusu yayıyor. Kayda geçirilen mekânların, kendi hafızalarına da unutkanlığı var bu sergide. Yani bu öyle, salt izleyicinin kabahati de değil. Zamanın da ürettiği nobran bir unutkanlık bu. Tarih öncesi yerleşimlerin veya mimarî eğilimlerinin bugün için nasıl işlevlendirildiği, neye hizmet ettikleri hep serginin sorduğu, hatta cevabını bile takmayan, soru halinden gayet memnun, katır kutur sorular arasında.

Sanatçının galeri içine ördüğü geleneksel tuğla duvarın "pat diye"liği, bu duvarın galerinin pencereleri önüne, kolonları ardına bütün hoyratlığıyla ve sıradanlığıyla peydahlanması da, serginin ürettiği fiziksel önermeler arasında başa güreşiyor. Tunca bu malzemenin de hafızasını yoklarken minyatür formlara, sözgelimi "kubbe"ye ayrıca başvuruyor.

Duvar, 2017, 2120 adet el yapımı kil tuğla, Mekana özgü yerleştirme

Tunca'nın sergisinin izleyicisine verdiği en kıymetli armağan, cehalet oluyor. Dünyanın vahşeti, acımasızlığı, kayıtsızlığı, soğukkanlılığı, sırlı doğası, örttükleri ve yok ettikleri, sergi içinde kaldıkça izleyiciyi birer birer rehin alıyor. Bu yönüyle gittikçe klostrofobikleşen sergi, en değerli anlam besinini de yırtıcı yabancılaşma duygusundan alıyor. Bu duygu da yoğun bir tekinsizliğe sizi sevk ediyor. Sergide minyatür bir rotunda (yuvarlak yapı)'ya da yer veren Tunca, mekânın aurasını hem kendinde, hem bizde sınadığı bu çalışmasıyla bir yanıyla da, yakın geçmişte Kasa Galeri'de Hera Büyüktaşçıyan ile açtığı ikili sergilerindeki emeği üzerinden selam veriyor.

İsimsiz, 2017, Seramik, ø 33 cm, h: 11 cm

Sergisini kavramsal olarak mağara, mağaradan çıkış ve oradan barınak, ev, inşaat ve kent gibi temel unsurlar üzerine temellendiren sanatçı, el yapımı tuğlaların kestiği devasa duvar içine nezaketle sindirdiği ve Polonya'dan, Auschwitz-Birkenau'dan getirdiği tuğla ile de, madde ve manânın sınırlarını, temasın hakikatini yokluyor.

İnsana bir tür "kültürel iklim değişikliği" yaşatan sürprizliliğiyle Tunca'nın sergisi, bu yönüyle izleyiciye ağır bir serinlik bırakıyor. Tunca, kamplardaki duvar resimlerini izlediği sırada rastladığı bir çocuk resmini, bize şöyle aktarıyor: "Bir ev var, okul var, anne ve baba çocuğunu okula götürüyor. Diğer tarafta bir saat var ancak, onun da akrebi, yelkovanı yok. Bize dendi ki çocuğa orada eğitim verilmiş. Çocuğun orada doğmuş olduğu tahmin ediliyor. Çocuk her şeyi orada öğrenmiş olabilir, ama ben biraz da o çocuğun ev algısını hayal etmeye başladım. Gördüm ki onun ev algısı, etraftaki suç yapıları ile sınırlı. Krematoryumu görüyor, insanların kaldığı kamp yapılarını görüyor ve çocuk, ev çizimine hepimiz gibi başlıyor. Çatı, pencere, kapı... Burada da aynısı var. Bildiğiniz gibi bunların psikolojik temsilleri var; çatı ne kadar büyükse, çocuğun umutları, hayalleri de o kadar büyük olabiliyor. O yapının kapısı, penceresi ne kadar büyükse, kendini babası, ailesiyle o kadar güvende hisseden biri oluyor; ya da bacasından dumanlar tütüyorsa, o yuvanın da çok sıcak bir ev ortamı olduğu gibi bir çok detayı var konunun. İşte ben de bu noktada bu yapıları nasıl ev gibi görünüyorlar gibi düşündüm. Nitekim, sergimdeki üç evde de buna yönelik bir sorgulama ile, hangisinin ev olduğu konusunda doğruyu bulamama, bilememe halime yoğunlaştım. Neticede bu durum bugün de bir çok kampta yaşanıyor ve bu, orası üzerinden yapılmış bir temsil."

Sergi, "dip" noktasına en son odasında, insana Nuh'un Gemisi'ni yankılayan ve devasa, ürkütücü bir kuzgunun peydahlandığı yerde varıyor. Tunca, bu epik hikâyeyi çok benimsediği için kuzgunu tüm kara tekinsizliğiyle oraya yerleştirmiş. Bir barınağın içyüzünü gözler önüne seren sanatçı, kuzgunların zekâlarına da dikkat çekerek, onların yalnızca esaret altında konuştuklarını ve birşeylere "gülen" tek hayvan olduklarını da sözlerine ekliyor. Sanatçının sergisi böylece, Habil ve Kâbil'in belleğine dek inerek, topraktan gelenin, toprağa gideceğini ve bizlerin de bunu kara, dev bir kuzgunun yoldaşlığında sürdürdüğümüzü anımsatıyor.

Arca II, 2017, Asitsiz kağıt üzeri füzen, 99 X 199,5 cm

Comments


bottom of page