Sanatçı Enis Malik Duran’ın Axis of the Ground / Yerin Ekseni başlıklı sergisi 2 Mart'a kadar Art On Istanbul'da devam ediyor. İnsan merkezci yaklaşıma ironik bir bakış sunan serginin detaylarını sanatçıyla konuştuk
Yazı: Uğur Ugan
Enis Malik Duran, Fotoğraf: Ayşe Uluçay
Merkezin odağında bulunma hâli kendi dışındakileri yadsıyan ya da araçsallaştıran bir olgu olarak etrafını yücelik ve kutsallıkla donatmakla şekillendi tarih boyunca. Yeryüzündekiler hep bir anlam arayışı içinde göksel olanla ilişki kurdukça mitler de, semboller de, yapılar da buna göre tasarlanıp, belli merkeziyetler olma hüviyeti kazandı. Öyle ki dünyanın belli odak noktalarını temsil eden bu eksenler güç, iktidar ya da inançlar üzerinden her seferinde yeniden kodlandı. Her geçen zaman yeni bir odak yaratırken bu kimi zaman bir tapınak kimi zaman bir kent kimi zaman ise insanı merkeze alan bir yaklaşım olarak şekillendi. İnsanın yeryüzüne bir anomali olarak ortaya çıkması daha ontolojik bir açıdan ele alındığında varoluşundan bugüne kendi ideal imgesini sürekli olarak dış dünyaya yansıtmasıyla ivme kazandı. Doğanın yarattığı insanın gün gelip de insanın yarattığı karşı doğaya evrilmesinin sonucu olarak ise geriye rasyonel bir dünyanın materyalleri kaldı.
On yılı aşkın süredir manzara imgesi üzerinden gerçekleştirdiği üretimlerinde post-hümanist bir bakış açısını benimseyen Enis Malik Duran insanın yeryüzüyle ilişkisindeki uyumsuzluğunu bugünün imgeleriyle geçmiş uygarlıkların imgeleri ve farklı mitolojilerin arketiplerinden yararlanarak sunuyor. Bu imgeleri aynı bütün içinde birleştirdiğinde aslında baktığımız şeyin bir zaman mefhumundan feragat edeceğini öngörerek izleyenleri zamansız bir manzaraya davet ediyor. Adını Latince'de "Dünyanın Ekseni" anlamına gelen Axis Mundi kavramından alan Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinde tapınak, kent, harita, çukur, tepe ve toprağı, manzara resimlerine ve heykellerine dönüştürerek ironik bakış açısıyla ters yüz edilen formlarla kavramsallaştırıyor.
İnsan odaklı bir dünyanın getirdiği sonucun yeni dünyanın eksenlerini nereye kaydırdığı sorusunu sorduran sergi bu yönüyle semavi dinler ve sanayi devrimi ile birlikte gelişen insan merkezci yaklaşımı karşısına alıyor. Öyle ki ilhamını mitolojideki İkarus efsanesiyle bezeyen sergide tıpkı İkarus'un hazzın doruğundayken düşüşü gibi bir nevi insanın kendi eliyle kurduğu yeni çağın dünyasını bir ilerleme olarak değil de çöken kentler üzerinden bir yıkım olarak tersinden okuyor ve modern insanı temsil eden bir arketip olarak öne çıkararak kendi yarattığı düzenin içerisine düşürüyor. Tam da en iyi noktada olduğunu hissettiği anda. 10 Şubat-2 Mart tarihlerinde Art On İstanbul'da izleyiciyle buluşan Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinin içerdiği detayları sanatçı Enis Malik Duran'la ele aldık.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
Serginin temel meselesi olarak zaman kavramı üzerine ele aldığınız kavramsal bir çerçeve üzerinden düşünecek olursak size göre zamanla yer küre arasında nasıl bir ilişki var ve sizin bakış açınızla insan bu ilişkinin neresinde duruyor?
Aslında benim sergide zaman ve yer küre arasında kurduğum ilişki daha çok insanın yeryüzüyle ilişkisi bağlamını güçlendirmek için ortaya çıktı. İçinde bulunduğumuz 21’inci yüzyıl sanırım insanlık tarihinde en fazla farklı sıfatlarla anılan çağ olarak öne çıkıyordur. Bu sıfatların içinde de benim en çok önemsediğim ve bence en çok üzerinde durmamız gereken konu da bu antroposen çağı aslında. Bu çağ insanın; dünyanın akışı içerisinde jeolojik olguya dönüşmesini tarif ediyor. Bugünkü bütün uygarlıkları kurmamızın nedeni aslında bu Holosen çağdaki ortam oldu. İnsanın özellikle sanayi devrimi sonrası eylemleri antroposen çağı getirdi. Bizim varlığımız artık dünyayı ve evrenin bütün yapısını etkileyen bir olguya dönüştü. Dolayısıyla ben insanın yeryüzüne bir anomali olarak ortaya çıkması konusunu daha ontolojik bir yerden ele almak istedim. Sonuçta 21. yüzyılda bize kaygı uyandıran çevresel felaketler ve ekolojik açıdan ele alınabilecek bir sürü nokta var. Bununla ilgili bir sürü imge ve bir sürü görüntüyle her gün karşılaşıyoruz ama sonuçta sadece bugünün parametreleri üzerinden bunu okuduğumuz zaman bir eksiklik doğduğunu hissettim ben. Dolayısıyla bu ontolojiyi ele alabilmem için şöyle bir yaklaşım getirmem gerektiğini fark ettim; bugünün imgeleriyle geçmiş uygarlıkların imgeleri ve farklı mitolojilerin arketiplerinden yararlandım. Bu imgeleri aynı bütün içinde birleştirdiğimde aslında baktığımız şey bir zaman mefhumundan feragat ediyor. Zamansız bir manzaraya bakmış oluyoruz aslında.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
Zaman değiştikçe yerküre de buna göre bir değişim gösteriyor ve her yeni zamanın merkezi de buna göre değişiyor. Sizin serginiz ise bu ikisi arasında bir zamansızlıkta geçiyor. Hayalini kurduğunuz ya da metaforize etmeyi istediğiniz zaman yine unsurlarını eski ve yeni zamanın imgelerinden almıyor mu? Bizi içinde gezdirdiğiniz bu zamansızlığı tanımlayabilir misiniz?
Sergide en son görülmesini istediğim iş, ironik de bir ismi olan Coğrafi Keşifler. Aslında orada aynı imgenin ters çevrilmiş halini görüyoruz. Bir çukur ters çevrildiğinde bir kuleye dönüşüyor ve o çalışmadaki şiir de aslında bu bağlamı destekleyen bir özü barındırıyor. Daha bütünsel daha büyük resmi görecek şekilde bakabilmemiz için ne tamamen geçmişi ne tamamen bugünü ne tamamen geleceği temsil eden bir imge kurmaktan kaçındım aslında. Sergi süresince de bunu insanlardan çok duydum geçmişten bir şeye mi yoksa bugüne dair bir şeye mi yoksa geleceğe dair bir şeye mi bakıyoruz diye. Aslında ben orada biraz da kendimize ayna tutmaya çalıştım.
Zaman değiştikçe merkez kavramı da değişiyor, o merkezin içerdiği unsurlar da değişmeye başlıyor, serginin isminden de müsemma olarak birtakım merkezlerden yola çıktığınız için eski ve yeni zamanın imgeleri yine o merkeze sirayet ediyor mu diye soruyorum… Zamansızlık kavramı burada tam olarak nasıl devreye giriyor?
Anlatıyı benim dünya biçimimi destekleyecek bir biçimde kurguladığımı söylemek daha doğru olur. Serginin adını aldığı Axis Mundi kavramı da dünyanın eksenini temsil ediyor. İnsanlık tarihine baktığımızda bizim doğa üzerine tahakküm kurma sürecimizde birtakım kutsallara ihtiyaç duymuşuz. İnsan anlam veremediği her şey için bir imge geliştirmiş. Ben o yüzden geçmiş uygarlıkların imgelerini çok güçlü bulurum. Bugün kurduğumuz eksenle sanayi devriminden bu yana sürekli yükselen bir ivme içerisindeyiz. Teknolojik donanımız arttıkça anlam kurma serüvenimiz de değişiyor. Dünyayı anlamlandırma sürecimiz de çok çeşitleniyor ve yer yer daha sentetik bir yapıya da bürünebiliyor. O yüzden benim geçmiş imgeleriyle bugünün imgelerini kurguladığım kompozisyonlarda bugün yer küreyle o göksel olanın ilişkisinin sınırlarını düşünmemizi istedim.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
Yer küre her zaman göksel olanla bir ilişki kurmak zorunda hissetmiş kendini tarih boyunca da böyle görüyoruz. Göbeklitepe’den de ilhamla hep bir ritüel, ayin ve tapınak olduğunu biliyoruz. Sergiye Axis Mundi tabirinden ismini veren Axis of the Ground bu yönüyle yeryüzündeki merkezleri işaret etmesiyle de dikkat çekici. Tarih boyunca bu eksen hep değişmiş kimi zaman Kudüs olmuş, kimi zaman ise Sina Dağı, Hira Dağı, Pantheon ya da Ayasofya. Farklı kültürlerde ve dinlerde hep değişmiş. Peki bugünün Axis Mundi'leri nereler? Bir sanatçı gözüyle baktığınızda bugünün genel merkezleri ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Bugünün Axis Mundi’lerini bugünün hâkim olan tüm iktidar yapıları olarak yorumlayabiliriz. Çünkü o nesnel bakış açısı çok yerleşmiş durumda. Bu aydınlanma döneminde Bacon’cı bakış açısında doğanın nesneleşmesi ve bütün evrenin insanın kullanımına yönelik bir şeye dönüşmesi ve "şey"leşmesini görüyoruz. Aslında bugünü getiren unsurları da besliyor. Ben bu yönüyle semavi dinlerde de bir problem ve teşbih hatası olduğunu düşünüyorum. Çünkü Leonarda da Vinci’nin Vitruvius figürü evrenin merkezindedir. Aslında hümanizm dediğimiz şey bile çok yanlış anlaşılmış. Günümüzde post-hümanizm kavramı onun problemlerini örten bir kavram olarak ortaya çıktı. Tüm bunların toplamında aslında insanın her zaman kendini kutsal bulmasıyla sonuçlandığını düşünüyorum. Sadece kendi varlığını sürdürebilmek adına kendi dışındaki her şeyi örten, baskı kuran ve işlevsel hale getiren bir yapısı var. Bugünün Axis Mundi’si nedir; örneğin dünyadaki hayvan popülasyonun yüzde 60-70’ini sadece bizim kullanımımıza yönelik olarak yemek-içmek için yararlanılması çok tuhaf bir şey. Yağmur ormanlarının bizim kafede oturup kahve içmemiz için kahve bahçelerine dönüştürülmesi ya da lüks mağazalardaki ahşap mobilyalar için Kenya’daki o yağmur ormanlarının kesilmesi gibi. Aslında bugün insanın kutsalı tamamen kendi çıkarları ve kendi iktidarını kurmaya yönelik. Doğa güçleriyle başa çıkamadığı dönemlerdeki aradığı kutsalın yerine kendisini koyduğunu düşünüyorum.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
İnsanın kendini doğanın ya da hayatın merkezine koyuyor olması dünyayı felaketle sonuçlanan bir sona doğru götürdüğünü de bir nebze görüyoruz. Hümanizma kavramının biraz da semavi dinlerle beraber merkez olarak insan odaklı bir şey kurduğunu düşünürsek doğayı ve diğer canlıları biraz da göz ardı eden bir kavram olarak yorumlayabilir miyiz?
Az önce de bahsettiğim Coğrafi Keşifler işindeki şiirin ilk cümlesi; “Değişmedi dünyanın ağırlığı”dır mesela. Bizim dünyadaki varlığımız bütün o evrenin ve dünyanın oluşumu içerisindeki bütün süreyi düşündüğümüzde bir "an" gibi. Bütün bu hissettiğimiz ortak duygu aslında belki dünyanın ve evrenin işleyişi içerisinde küçük bir lahza gibi. Belki bir gün insanlık da bu yeryüzü üzerinden silinip gidecek ve yine kendini iyileştirme sürecine girecektir. Biraz bunların farkına varmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bu sergi de biraz bunun farkına vardırmak için de bir işlev güdüyor sanki…
Bir sanatçının tabii ki böyle bir misyonu olmalı. Gelecek ön görüsü bulunmalı belki ama tabii ki bu benim çok içerden bir yerden düşündüğüm ve hissettiğim ve benden çıkan bir şey oldu. Dijital kültür ve sosyal medya kültürü bizi çok aynı duygulara itiyor. Çok çabuk sıkılıyoruz, her şey çok hareketli. Böyle bir zamanda o duyguyu biraz daha ağırlaştırabilmek ve insanları bir tefekkür alanına çekebilmeyi düşünmüştüm. İlk izlenimlerde insanların bu duyguyu paylaştıklarını gördüm ve bu beni çok mutlu etti. Tabii ki biz ne kadar olumsuz bahsetsek de ümit vardır.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
İnsan odaklı bir dünya olduğunda ekseni nereye kayıyor sorusu herhalde serginin temel mesajı. Peki şunu da merak ediyorum, hâkim tek ideolojinin para ideolojisi olduğu düşünülürse bugünün kutsallarını olarak salt finans kapital merkezleri olarak görebilir miyiz mesela. Merkez hangi güç unsurlarının özelinde değişim gösteriyor?
Metropollerin ve AVM’lerin olduğu sistemde insanlar kent hayatı içerisinde bu düzene çok alıştı. Gerçekten bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz düzen bugün gelse herkes çok kolay adapte olacak gibi bir düşünce oluyor. Fakat bir taraftan da baktığın zaman tekrar toprağa dönen, çok küçük detaylar konusunda uğraş veren çok fazla sayıda insan var. Dolayısıyla insanın bu iki yönlü yapısı büyük resme baktığınız zaman tam olarak terazinin tek küfesinin ağırlaşmasını getirmiyor. Farklı kültürler, farklı yaşam biçimleri her zaman bu süreci dengelemiş, tabii ki bu sonuçta kapital yaklaşımın önünde durmak çok zor. Özellikle iktisadi koşulların belirleyici olduğu bu çağda bunun önüne geçebilmek çok zor ama buna rağmen insanın özündeki iyi ve olumlu taraf bence bunu bir şekilde dengeliyor.
Ne kadar iklim ve çevre katliamları yaşansa da bunun karşıtı olan bir alternatif hareketler olarak ekolojik anlamda reaksiyonlar da doğuyor diyebiliriz…
Evet, şu an mesela dünya dediğimiz bu yer kürede bizim aslında ihtiyacımız olan her şey var. İklim koşulları, kaynaklar her şey çok uygun. Bir yandan da Elon Musk diyor ki Mars’a gidebiliriz ve orada yaşamak için gerekli ortamı sağlayabiliriz. Bunu yapmak için kutuplara nükleer bombalar attığımız zaman o atmosfer oluşur diyor. Mesela bunlar bana çok komik geliyor. Bu arayış sürekli devam eder çünkü. Acaba yeni bir yer mi çözüm yoksa var olanı daha doğru bir şekilde kullanmak mı daha iyi. Bugün dünyanın önde gelen ülkelerine baktığınız zaman bütün varsıllıklarını gelişmekte olan ülkelerin yer altı zenginliklerinden elde etmiştir. Bütün uygarlık bunun üzerinden temellenir. Onlar hep muhtaç olmak zorunluluğundadır ki bizim onların mükemmelliğine hayran olmamız için. Sergide de territory alanlarını görünür kılmaya çalışmamın nedeni buydu aslında. Sonuçta kent ve merkez dediğimiz yerde kusursuz imgelerle karşılaşıyoruz ama periferiye döndüğün zaman orada başka bir süreç, ötelenen geride tutulan bir hikâye var.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
Sergide vurgu olarak kentlerin çöküşüne de bir işaret var. Aslında insanın yarattığı dünyanın en büyük mekanizmalarından olan kent yaşamının bir labirente dönüştüğü fikri de çıkıyor, yanılıyor muyum?
Evet, sonuçta ben Ayvalık’a 10 km mesafede bir kasabada doğdum. İstanbul’a gelene kadar hayatım orada geçti. İstanbul’a ilk geldiğim zaman parklar bana hayvanat bahçesi gibi gelmişti. Çünkü orada sınırlı bir alan var. Aslında doğal ortam dediğimiz şeyde çok tasarlanmış bir alan var. Sonuçta insanın kıyas yapabileceği bir alan olduğu zaman bu konu üzerine çok düşünüyorsunuz. Benim büyük kentler üzerine düşüncelerim belki İstanbul’a ilk geldiğim zamanlara dayanıyor. Kent benim için doğanın kontrollü bir şekilde sızmasına izin verdiğimiz labirentler gibi görünüyor. Küçük bir yerden bir insanı bir metropole getirdiğinizde o kaybolur orada mesela. Tıpkı bir labirent gibidir. Orada karmaşık bir düzen vardır açıkçası ve olabildiğince doğadan yalıtılmış bir alandır. Kentte trafiği ya da deniz ulaşımını aksatacak hava olaylarının olmasını istemezsin. Doğa olaylarının mümkün mertebe kenti sıyırıp geçmesini istersin ama hafta sonu olduğunda da orada daha doğal alanları da sonuna kadar yaşamak istersin. Onun için kent çok ayrışan bir şey. Sergide de Somewhere in Territory işinde ona vurgu yaptım. Panaromik kent görüntüleriyle görülmeyen ama aynı döneme denk gelen insan müdahalesi sonucu oluşmuş alanı o yüzden kurguladım. İkarus resminde de orada modern insanı temsil eden bir arketip olarak öne çıkıyor İkarus. Tam da kendi yarattığı düzenin içerisine düşüyor. Tam da en iyi noktada olduğunu hissettiği anda düşüyor.
Uygarlık ve kapitalizmin yarattığı materyal dünyanın alternatifi olarak insanların spiritüel ya da metafiziksel bir dünyaya eğilim göstermesi bugünün yeni görsel mitlerini yaratabilir mi sizce?
İnsanı diğer canlılardan ayıran şey o anlam arayışı. Mağara duvarına çizdiği ilk çizgide kendi dışındaki her şey onun için bir temsiller düzeyine iner. Dolayısıyla tamamen materyalist bir bakış içerisinde olmak bir defa gerçekçi değil. Bunun dozu arttıkça tabii ki sonuçta insanın anlam arayışı artıyor. Arkeologlar ve psikanalistler insanların güneş doğsun diye her gün ibadet ettikleri bir süreçten bahseder. Halbuki o doğanın kendi döngüsü olmasına rağmen. Öyle olduğu için giderek pürüzsüz yüzeyler, steril alanlar insanda bir manevi boşluk yaratıyor. Bu manevi boşluğu doldurmak istediğiniz kadar alışveriş yapsanız da, istediğiniz kadar para kazansanız da tam olarak o doygunluğu sağlamıyor. Zaten sanayi devriminin yükseldiği dönemde arkeoloji diye bir bilim dalının ortaya çıkması da tesadüf değil. Orada romantiklerin ilk çıkışları köktür aslında. Bunun felsefi boyutna baktığın zaman orada ciddi bir anlam arayışına bir gönderme vardır. Keza Gauguin’in Kimiz Neyiz Nereye Gidiyoruz diye 7 metrelik bir işi vardır. Kent olgusunun tüm hızıyla ilerlediği süreçlerde hep bir taraftan da o manevi boşluğun doldurulmaya çalışıldığını görüyoruz. Tabii bugün de materyalist ve rasyonel daha kategorize edici bakış açısı yaygınlaştıkça öteki kültürlerden yoga, meditasyon gibi daha spiritüel bağlamlarda hayatımıza giriyor ama tabii onlar da o kapitalist düzen içerisinde birtakım formların içine dahil oluyorlar. Bu tıpkı batılı ressamın Çin resmine bakıp oradaki formu alıp onu birtakım sentezlerden geçirip yeni bir form ortaya koyması gibi. Aslında batının o rasyonel kültürünün hâkim bakış açısı olması da bunda bence etkili olabilir. O bakış açısının dayatmacı tarafı da olabilir.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
Şöyle bir analize girişsek; tarih boyunca hep ritüeller, ayinler olduğunu söyledik, bir yönden hep tanrısal ve görkemli olana bir vurgu var. 19. ve 20.yüzyılda ise tamamen pozitivist bir dünyanın eli değdi insanlığa ve bir yerde hâkim kanı bu yönde oldu. Oradaki ayrımda "Tanrı"nın eliyle "insan"ın eli arasında nasıl bir ayrım var sizce? Bu pozitivist ve rasyonel dünya insanı daha mı muğlaklaştırdı yoksa daha mı büyük bir kazanıma yol açtı?
Yine Coğrafi Keşifler’den örnek vereceğim. Oradaki şiirin ikinci kısmında “Bir ayna vardı tepesinde tüm keşiflerin” yazar. Eski uygarlıklara da baktığımız zaman ki Babil metaforu da aslında bunu anlatır orada bir tanrı ve bir kutsal için verilen mücadele belli bir süre sonra o iktidarı kuran bir yapıya dönüşüyor. İşte o aydınlanma döneminde o "insanın eli" dediğimiz dönemde Raymond Williams’ın iyi bir analizi var sanayinin yarattığı düzen senin inanç sistemini de bir sistem içerisinde tekrar organize etmeni gerektiriyor. Dolayısıyla o "insan eli" dediğimiz şey biraz daha pragmatist bir bakış açısının gelmesiyle oldu. Zaten sergide de bunu vurgulamak istiyorum aslında özünde de çok bir şeyin değiştiğini düşünmüyorum. Belki paganlarda ya da şamanlarda böyle bir sistem vardı; doğaya bütünleşik bakmak fikri. Bütün geçmiş uygarlıkların bugüne kalan izleri ise hep eril formu ve iktidar formlarıdır. Anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişte Afrika kabilelerindeki topluluklarda krallar toplumun önüne çıkarken kadın kıyafetleri giyerlermiş. Sonuçta o kutsalı yaratan da insanın kendi kendine yarattığı bir şey.
Babil Kulesi imgesinden, çukur imgelemine topoğrafik bir bakış da sunuyor sergi. Bildik yapıları toprağın kökünden söküp ya havalandırıp ya da tersine çevirip yerin içine gömüyorsunuz. Mevcut duruma tersten bir bakış, bir ironi olarak da nasıl bir çerçeve çizersiniz serginiz için?
Bu bağlamla çok fazla içselleştikten sonra çukurun yarattığı boşluğu tersine çevirip oradan bir iktidar metaforu oluşturmayı denedim. Bunun üstüne gittikçe tüm iktidar formlarının eril formlar olduğunu fark ettim. Sonra bu heykelleri yapmaya karar verdim. Tüm mimari yapıları etrafındaki topoğrafyayla birlikte çalıştım aslında. Orada Kabe’nin etrafında 1800’lü yıllardaki Kabe fotoğraflarını, Panteon’u yaparken Roma’nın kayalıklarını, Irak’taki Samara Camii ile uğraşırken oradaki çölü düşünerek çalıştım. Tüm bu mimari yapılar yerin üzerinde olduğu zaman çevreyle ilişkisi bizim gözümüze çarpmıyor. Fakat tersine çevirdiğimiz zaman coğrafyayla insan yapımı arasında olan şey de o uyumsuzluk daha görünür oluyor. Tesadüfen o dönemde de eşim Ayşe, Lacan okumaları yapmaya başladı. Orada şunu fark ettik; Darwinci bakış açısıyla insan yeryüzüne en iyi uyumlanmış canlı olarak kabul ediliyor. Çünkü şu an hâkim tür biziz. Fakat Lacan bunun üzerine çok güzel bir kavram bulmuş "gezegenin hominizasyonu" diye. Zaten o heykeller de hominizasyon serisi oldu. Lacan; burada insanın yeryüzüyle uyumundan bahsedemeyiz diyor. İnsanın psişik gelişiminde dilin belirmesi ve onun yarattığı kültürden bahsediyor. Burada insanın bir uyumundan değil uyumsuzluğundan bahsedebiliriz. İnsan doğada insan şeklini veremediği yani hominize edemediği hiçbir yerde var olamaz. Sonuçta biz hiçbir canlıya benzemiyoruz. Biyolojik olarak yetersiz olduğumuz için hayatta kalma amacıyla sürekli bir dönüştürme çabası içerisinde olmamız gerekiyor. Tabii bu benim bir sürü cümle kurarak anlattığım olguyu çok güzel toparlayan bir kavram oldu. O yüzden çok benimsedim açıkçası. Sergide zaten heykelleri tam bir simetri tam bir kare oluşturacak şekilde yerleştirdim. Bir de bir psikanalist arkadaşım orada çok güzel bir okuma yaptı sonuçta o eril formları tersine çevirdiğin zaman bir kastrasyon sürecine de sokmuş oluyorsun. Onu ters çevirdiğin zaman daha dişil bir forma dönüştürmüş oluyorsun. O da aslında doğa ana referansını da kuvvetlendirmiş oluyor. İktidar mekanizmasının kökenine de vurgu yapan bir şeye dönüşüyor. Bütün heykellerin baktığı işlevsiz bir kitap var. Aslında farklı zaman dilimlerinde farklı uygarlıklar tarafından inşa edilen bu mimari öğeler o bilgi için açılan çukurlara dönüşüyor. Her bir uygarlık kendi döneminde sonsuzluğu tahayyül ederek var olmuş. Fakat bütün o elde ettikleri külliyat değerli olduğu kadar da işlevsiz bir şeye dönüşmüş. O yüzden hepsini bir kitapla birlikte sergilemek istedim.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
İkarus’un yükselişini İkarus’un düşüşüne bağladığınız resminizde, bir nevi de insanın kendi eliyle kurduğu yeni çağın dünyasını bir ilerleme olarak değil de çöken kentler üzerinden bir yıkım olarak tersinden mi okumak gerek?
Evet, İkarus arketipindeki o mitten bahsedecek olursak İkarus’un babası Daedalus ile birlikte kurtulduğu şeyde aslında bir labirentten kaçıyorlar. İkarus aslında uçmanın hazzını en çok aldığı anda o yetisini yitiriyor. Tıpkı bizim durumumuz gibi. Özellikle günümüzde öyle bir süreçte yaşıyoruz ki bence aydınlanma döneminde arkeolojiye ilgi duymamız da bundan kaynaklanıyor. Orada da ben bir kibir duygusu olduğunu düşünüyorum. Çünkü öyle bir noktaya geldik ki bugüne kadar ürettiğimiz her şeyi de bir koruma altına almalıyız. Aslında o zaman insan biraz vazgeçmiş, bunların tekrar edemeyeceğinden geri dönülemez bir yolda olduğunu fark etmiş gibi. Çünkü o zamana kadar koruma ihtiyacı duyulmamış. Özellikle İkarus’un o esrime hali olan uçmanın verdiği hazzın en doruk noktasındayken ki halini yakalamaya çalıştım. İşin adı da İkarus’un Düşüşü olduğu için orada bir ironi de var aslında. Benim sergide genel olarak vurgulamak istediğim ve Nazlı Pektaş’ın da katalog metninde vurgulamasından çok memnun olduğum durum; o tersten bakmayı denemek. Eksenin nereye doğru kaydığına dair soru sorabilmek için tersten bakmayı denemeyi önemsiyorum.
Enis Malik Duran, Axis of the Ground / Yerin Ekseni sergisinden
İnsanlığın yükselişinin bir nevi İkarus gibi feci bir sona dönüştüğü izlenimi çıkıyor. Varsayılan yeni eksen için ileriye dönük olarak nasıl bir kayma murad ediyorsunuz peki…
Benim en büyük ümidim insanlığın eylemlerinin kendini nötrlememesi ve negatif noktaya çekmemesi. Çünkü gerçekten tüm eylemlerimiz bir şekilde onu karşılayacak kaynağı bulabilmek için nötrleniyor ve negatif bir noktaya dönüşüyor. İşte Nazlı Pektaş ilk geldiğinde benim neler üzerine düşündüğümü anlaması için şöyle bir şeyden bahsetmiştim; işte dünyayı çok kirlettik, bir jeolojik olguya dönüştük ama artık elektronik arabalar bulacağız ve karbon salınımını azaltacağız diyoruz ama bir yandan bunu yapmak için nikele ihtiyacın var o nikeli çıkarabilmek için yağmur ormanlarının en yoğun olduğu bölgeleri açık yara haline getirecekler. İşte bu senin eylemini nötrleyen bir şeye dönüşüyor. Umarım bir gün bunun üzerine daha tutarlı, daha sürdürülebilir bir sistem olur. Fakat çok ümitli olmalı mıyız, olmamalı mıyız bilmiyorum. Her zaman ümit etmek önemli ama deneyimlerimiz biraz da çok da ümitli olmamamızı gerektiriyor.
Hozzászólások