Berka Beste Kopuz’un Merdiven Art Space’te gerçekleşen Toprak Biriktirir Geçmişi II adlı kişisel sergisi 30 Kasım’a kadar devam ediyor. Serginin ışığında geçmişin izleri üzerine düşünüyoruz
Yazı: Nagehan Kara
Berka Beste Kopuz’un Merdiven Art Space’te gerçekleşen Toprak Biriktirir Geçmişi II sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Sanatçının ve galerinin izniyle
Toprak biriktirir geçmişi ve fısıldar olanı biteni.
Sese kulak ver!
Sergiye adım attığımda üç edisyon olarak basılan ve sergiye adını veren Toprak Biriktirir Geçmişi adlı sanatçı kitabı, serginin ilk eseri olarak karşıma çıkıyor. Sergi de hikâye de tam da burada, kitabın ilk sayfasındaki bu sözlerle açılıyor. Basın toplantısı sırasında kitaba gösterdiğim ilgiyi fark eden sanatçı, yaklaşık iki yıl gibi uzun bir zaman sürecinde hazırladığı, kaydettiği, üzerine yazıp çizdiği, düşündüğü defterin orijinalini çantasından çıkarıp gösteriyor bana. Dikkatlice bakılmasa fark edilmeyecek, defterin yüzeyindeki yansıma içerisinde neredeyse gözden kaybolacak gibi duran “Toprak biriktirir geçmişi ve fısıldar olanı biteni. Sese kulak ver!” sözlerini görüyorum. Sanatçı anlatmaya devam ediyor ve “Sergi adını bu sözlerden alıyor” diyor. Bu sözü nerede duyduğunu, kimin söylediğini ve defterine nasıl not ettiğini hatırlayamadığını, ne kadar ararsa arasın sözlerin kaynağı konusunda bir sonuca ulaşamadığını anlatıyor. Anonim bir söz, deyişe dönüşmüş sanki. Yazılı, yanlı, kurucu tarih anlatıları yerine söyleyeni belli olmayan, her söylenişiyle gelişen, zenginleşen; topluluklar, ortaklıklar ve ortak hafızalar oluşturan, böyle bir ortak hafızanın kalıntısı haline gelen mitler gibi sözlü hafızanın bir örneği olarak kaydolageldiği hissediliyor. Enformasyon, belge, zaman çizelgesi, yazılı tarihçe kullanmak yerine, içinde yaşadığımız anlatı sonrası dönemde sanatçının, hikâye anlatıcılığına özgü bir anlatı yöntemi benimsediğini sezinliyorum.
Anlatı sonrası dönemde dair yazdığı Anlatının Krizi adlı kitabında Byung Chul-Han, Walter Benjamin’in Hikâye Anlatıcısı kitabına sıklıkla referans verir. Benjamin de bu kitabında Herodotos’un Mısır Firavunu Psammetikhos hakkındaki bir hikâyesini aktarır. Psammetikhos Pers kralına yenilmiştir. Esir düşer. Kral tarafından cezalandırılır ve aşağılanır. Kızı hizmetçi kılığında önünden geçirilir. Ardından oğlunu idama götürülen mahkumlarla birlikte görür ama Psammetikhos hiçbir tepki göstermez ta ki yaşlı hizmetçisini diğer esirler arasında görene kadar. Psammetikhos hizmetçisini gördüğünde dövünmeye başlar. Üzüntülüdür. Acı içindedir. Kimse nedenini anlayamaz. Benjamin’e göre yazar hikâyeyi anlatırken nedenini açıklamaya, bilgi vermeye çalışmaz ve hikâyeyi aslında özel hale getiren de bu gizli, anlayamadığımız noktadır. Berka Beste Kopuz’un sergide kurduğu hikâyenin de böyle bir yanı var. Sanatçının açık açık, bağıra bağıra söz söylemek, bilgi vermek, izleyiciyi enformasyona boğmak değil, aksine sözlü tarih anlatısı üzerine şekillenen, arada boşlukları olan, izleyicinin içine dalıp kendi ilgisine göre araştırabileceği giriş kapıları araladığını düşünüyorum. Bu kapılardan ilki sanatçı kitabı ile aralanıyor. Ve çevrilen her bir sayfa ile başka bir mekânın, başka insanların farklı hikâyeleri açılıyor önümüzde. Yaklaşık seksen farklı mekâna, yere dair sözel ve görsel hikâye okuyabiliyoruz. Toprağın altından gelen notların, seslerin, anonim hikâyelerin fısıltılarına kulak kesiliyoruz.
Sanatçı, küçüklüğünden beri yaşadığı Acıbadem bölgesinden pandemi nedeniyle ayrılıp beş ay sonra döndüğünde bölgeye farklı bir gözle bakmaya başlamış. O dönemde ikamet ettiği evine sınır komşusu olan, tüm ilişkisinin günde bir gidiş ve bir dönüş yolculuğunda olmak üzere günde iki kez önünden geçebilecek kadar yakınlaşabildiği köşkü merak etmesiyle başlıyor araştırması. Hepimizin bir tutam korku unsuru ile çeşnilendirdiği anlatıların öznesi olan meşhur perili köşklere benzer, bir köşke duyulan merakla başlayan araştırma, sanatçının kendi kişisel tarihine olduğu gibi bir semtin ve orada yaşamış olan, yaşamaya devam eden insanların tanıklıklarının tarihine doğru evriliyor.
Berke Beste Topuz, Anımsama Serisi, Toprak Biriktirir Geçmişi II, Merdiven Art Space
Köşke ve Acıbadem semtine dair yazılı kaynak bulmakta zorlanan sanatçı, araştırmalarının sonunda doksanlarına ulaşmış ve Acıbadem’in köşklerini gören, o döneme tanıklık eden kişilere ulaşmış. Sanatçının o tanıklarla yaptığı sohbetler sırasında edindiği bilgilerle, kişisel arşivlerini ve aile albümlerini sanatçıya açan semt sakinlerinin tanıklığındaki hikâyelerle örülen yeni bir hikâye izliyoruz sergide. Sanatçının araştırma sürecinde defterin ardından ortaya çıkan ilk çalışmalar giriş katta sergilenen fotoğraf ve çizimlerin birlikte görülebildiği kolajlar (Anımsama Serisi) oluyor. Sonra malzeme çeşitleniyor. Ytong, beton ve demir gibi yapı malzemeleri dahil oluyor çalışmalara. Bu sert (görünümlü), soğuk, keskin hatlara sahip malzemeler sanatçının çizimleri ve ulaştığı arşivler, albümlerden fotoğraflarla birlikte kullanılmış. Sanatçı yapı malzemelerinin bugüne referans verdiğini ve geçmiş ile olan bağı kurduğunu aktarıyor. Geçmişe nostaljik bir bakışla yaklaşmak, bugünün malzemelerini olumsuz anlamları üzerinden okumak yerine, geçmişe bugünden bakıyor ve ilişkiyi bugünün malzemeleri aracılığı ile kurmaya çalışıyor.
Berka Beste Kopuz’un Merdiven Art Space’te gerçekleşen Toprak Biriktirir Geçmişi II sergisinden yerleştirme fotoğrafları, Sanatçının ve galerinin izniyle
Giriş katın tam ortasında yer alan Geçmişi Kazımak isimli yerleştirmesinde sert, köşeli bir malzeme olarak görünmesine rağmen, görünüşünün tam aksine işlenmesi bir o kadar kolay ve aynı zamanda kırılgan bir malzeme olan ytong’u kullanıyor Kopuz. Sanatçının karşılaştığı, araştırdığı mekânlara dair çizimlerindeki taramalarla ilişkilendirebileceğimiz şekilde, yerde duran ytongların üzerinde de kazımalar, izler görüyoruz. Demir malzemenin birleştirdiği ytong parçalarının her birinin üzerinde sanatçının kendi aile albümü de dahil olmak üzere yaptığı araştırmalar sırasında tanıklar aracılığı ile ulaştığı yaklaşık iki yüz parçalık albümden ve arşivden seçtiği bazı parçaları görüyoruz. Ayrı ayrı yerlerden farklı zamanlardan farklı hikâyelerden parçalar tıpkı o mekânlardaki çatlaklardan sızan hikâyeler, sesler ve geçmiş parçaları gibi ytong zemindeki izler, kazımalardan dağılıyor dışarıya. Ytong ve demir yapı malzemeleri hem dağılmış geçmiş hikâyelerini birleştiriyor hem de bugünle ilişkilendirmeyi olanaklı kılıyor. Yerleştirmenin tam ortasında projenin başlamasına neden olan Köçeoğlu Agop Efendi’nin Av Köşkü yer alıyor. Etrafındaki farklı mekanlar, insanlarla hatta sanatçının kendi çocukluğundan bir imajla birlikte farklı hikâyelerle örülen koca bir semt hikâyesine dönüştüğünü görebiliyoruz yerleştirmenin.
Bu işin yanındaki iki duvarda sanatçı, çizimleri ve beton malzemenin birlikte kullanımı ile benzer şekilde malzeme, mekân ve zamansal karşıtlıkları iç içe geçiriyor. Merdiven Art Space’in dışarıdan görünen camlarında ise mesh olarak nitelenen duvar sıvalarının altında kullanılan bağlama, örme işlevi gören bir çeşit ızgaraya benzer bir malzeme kullandığı görülüyor. Bu malzeme üzerinde farklı beton parçalarını bağlama çabasını tekrar görüyoruz. Geçmişi, bugünü, malzemeleri, hikâyeleri örme çabasını... Sanatçı ön cephede görülen üç parçanın kendisinin bugüne kadar yaşadığı üç ayrı mekânı temsil ettiğini anlatıyor. Kendi geçmişi ve bugününü de birbirine bağlarken tüm bu farklı ve parçalı hikâyeler ile de bağlandığını hissedebiliyoruz.
Üst katta ise iki farklı iş yer alıyor. Sanatçı kitabında yer alan mekânlar üzerine yapılan araştırmalar sonucu elde edilen hatırlama, hafıza verileri mevcut ama bu mekânlara ulaşmak mümkün olmadığından sanatçının hayalinde tamamladığı yapı parçalarını görüyoruz. Hiç Bilmediğim Yerler adlı seride her bir parça bir mekânı temsilen var. Betondan tek bir kalıp ile üretilen tekrarlanamayacak parçalar bunlar. Beton malzemeler toprak zemin üzerine yerleştirilmiş. Bugünün betona dönüşmüş binaları ile geçmişin toprak zemin üzerindeki yapılarını birleştirdiğini hissettiriyor bana. Bugünden geçmişe uzanan bir mekân, zaman ve hafıza birleşiyor toprağın biriktirdikleri ile.
Son olarak beş adet ytong parçanın yatay olarak üst üste dizilmesi ile oluşan bir kaide üzerine yerleştirilmiş bir çizim görüyoruz. Bu çizim Kadıköy’de Süreyya Operası’nın yanında yer alan, Bahariye Caddesi üzerinde görebileceğimiz eski taşlardan oluşan bir kapıya ait. Burada daha önce av köşkünün sahibi olan Agop Bey’e ait bir hamam varmış. Hamamdan günümüze kalabilen tek parça bu kapı. Sanatçı bu kapının kendisi için zamanlar arası bir geçit görevi gördüğünü söylüyor. 1840’larda yapılan bir hamamın geçen zamana, yok olup unutulmaya direnen kapısının, bir kaide üzerinde sergilenen temsili ve tabi ki tüm sergi, bir yapıyı, bir semti, şehri, bu ülkenin toprakları altında ve üzerinde biriken kıymetli kültürel mirası, ona ait bilgileri, hikâyeleri, tarihi, hafızayı birlikte özenle koruyarak bugüne ulaştırmanın, yarınlara aktarmanın önemi ve gerekliliğini çok açık bir biçimde gösteriyor. Bugün, bu kapının aslında yok olan bir geçmişe açıldığını söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Yok olan, göremediğimiz, toprağın/mekânın/yerin biriktirdiği geçmiş ise çatlaklardan, izlerden, bir yerlerden sesleniyor olmalı bizlere. Unutmak, yok olup yeniye karışmak ne kadar kaçınılmaz olsa da bu kapı gibi geçmişin de korunmak, var olmak için direndiğini, hatırlanmak için hafızayı çağırdığını, bugüne ve bizlere seslendiğini duyabiliyoruz. Belki yanından geçtiğimiz eski, atıl bir köşk belki kalabalık bir caddede yüzyıllara dayanan eski birkaç taştan ibaret kalan bir hamam kapısı bir şeyler fısıldıyor. Bu fısıltıları, sesleri sergide çevrilen her bir sayfada, okunan her bir hikâyede, görülen her bir taramada, fotoğraf karesinde, ytong üzerindeki derin bir yarıkta ya da küçük bir toprak parçasında hissetmek mümkün.
Komentáře