top of page
Lesli Jebahar

Topraktan denize: Mücadele hakkında düşünmek


Hera Büyüktaşçıyan, Alper Aydın ve Sibel Horada'yı bir araya getiren Derin akıntı sergisi, 22 Eylül tarihine kadar Heybeliada Ruhban Okulu'nda devam ediyor. Lesli Jebahar, Sibel Horada'nın Kasım 2018'de Depo'da gerçekleştirdiği kişisel sergisi Bir iç mekân bahçesi ve Derin akıntı’da yer alan yeni çalışması Göç dalgası’ndan yola çıkarak mücadele, yaşam hakkı, gitmek ve kalmak konuları üzerine yazdı

☕️ 9 dakikalık okuma

Sibel Horada, Göç dalgası, Yerleştirme görüntüsü, 2019, Fotoğraf: Suat Eman

Yerlilerin ağaçların ruhunu kurtarmak için Amazon Ormanları'nda direndiği, kadınların yaşam haklarını garanti altına almak için çırpındığı bir düzendeyiz. Her nerede yaşıyor olursak olalım, ekolojik veya ideolojik anlamda yaşam alanlarımız için savaşmamız gereken bir çağ... Baş döndürücü hızda değişen bu dünyada yönümü bulmaya çalışırken, hayatın devamlı bir savaş ve bitmeyen bir mücadele olduğunu topyekûn kabul eden samuray öğretisi Bushido, Türkçe adıyla “Savaş sanatı”, ile tanıştım. 17. yüzyılda, yenilmez bir samurayın ölmeden önce kaleme aldığı bu öğreti, beş element üzerinden katmanlı bir şekilde mücadele ruhu, stratejinin önemi ve bir yola adanma gibi konuları ele alıyordu. İyi bir savaşçı olmak için ilk önce toprak elementinde ustalaşmak gerektiğini belirtiyordu. Toprak, ancak bizi biz yapan köklerimizi kavradıktan sonra bu bilincin üzerine dayanıklı yapılar inşa edebileceğimizi anlatıyordu. Kısaca, bir savaşçı yenilmez olma yolunda her şeyden önce toprağa sağlam basmalıydı.

Bu felsefe üzerine düşünüp, tartıştığım bir dönemde Sibel Horada'nın Bir iç mekân bahçesi'ne adım attım. Beyaz soğuk duvarlarda, ufak kavanozların içinde köklenmeye bırakılmış dal parçaları ve sebzeler vardı. Sanatçı her zamanki belagat yeteneğiyle sergisini anlatmaya başladı. Kelepçeyle duvara bağlanmış kavanozların içinde sürgün bitkileri yaşatmaya çalışıyordu. Bitkiler suda kök veriyorlardı. Mekânın merkezinde, sergi süresince solucanlar ve günlük gazetelerle kompostlanan bir toprak adası yer alıyordu. Duvardaki bitkiler sergi sonunda üretilen bu toprağa dikilecekti. Sanatçı ülkenin meselelerini belgeleyen gazeteleri de içine katarak, sağlam ve besleyici bir kompost oluşturmayı, suda yaşatılan bu bitkileri toprağa kazandırmayı hedefliyordu.

Sibel Horada, Bir iç mekân bahçesi, Sergi görüntüsü, 2018, Fotoğraf: Yusuf Çoskun

Bitkiler. Topraktan uzak, havada. Kökleri suda. Toprağa susamışlar. Suyun içinde mahsur kalmış olmalarına rağmen ölmüyorlar. Kimisi yapraklarını dökmek zorunda kalmış, ama hala hayatta. Bir sergi mekânının sert koşullarına rağmen, minimal bir dış çaba ile hayatta kalıyorlar. Ama çiçek açamıyorlar. Ve serpilemiyorlar.

Serginin büyük duvarında, irili ufaklı yaklaşık otuz adet kavanoz, dekoratif denilebilecek bir tarzla duvara asılmıştı. Bunlar toprağın dışarısında, ama içeride bir yerlerde yaşam mücadelelerine devam eden bitkilerdi. Bu sahnenin ağırlığını idrak edince gözlerim birkaç saniyeliğine doldu. Aslında o büyük duvar, bir portre duvarı gibiydi. Çeşitli sebeplerle, zaman içinde bu ülkeden başka ülkelere, şehirlere göç etmiş, köklerini bırakıp gitmiş ve yeni yerlerinde kök salmaya, tekrar filiz vermeye çalışan insanların, ailelerin bir araya getirilişiydi. Sanki yeni yıl için bir süreliğine yurda dönmüş, yurtdışında yaşayan tanıdıklarım, sevdiklerimdiler. Hepsi bir arada aynı duvarın üzerinde asılıyken bir dostlar buluşmasının hayalini kurdum. Gurbet özlemi varsa, "gurbettekiler özlemi" diye bir şey de olmalıydı. Bitkiler, köklerini bırakıp gitmenin dayanılmaz hafifliğiyle duvara kelepçeliydiler. Onların havada salınması ve topraktan uzak olmaları içime oturmuştu. Çünkü, her nerde olacaksam olayım, toprağa sıkıca basmadan ilerleyemeyeceğimi öğreniyordum.

Sibel Horada, Bir iç mekân bahçesi, Sergi görüntüsü, 2018

Sergiyi takip eden ilkbaharda ufak bir bahçeye sahip olma şansım oldu. Sibel'in yaşamı kutlayışı, bitkiler üzerinden gösterdiği mücadele ruhu ve yaşatma arzusu yeni bahçem konusunda bana ilham vermişti. Ufak bir bahçe, ne kadar da güzel bir mikro kozmostu. Havalar ısınınca coşan doğa, yeşillenen otlar, her şeye rağmen açan çiçekler ve her şeye rağmen bir türlü meyve veremeyen kimi ağaçlar...Bir bahçe yaratmak ve bitkiler yetiştirmek, onları susuz, ilgisiz bırakmadan büyümelerine şahit olmak toprağı anlama çabasıydı elbette.

Kışın başladığı köklendirme ve toprağa döndürme sürecinden sonra sanatçı, yaz mevsiminde denize uzanmıştı. Heybeliada Ruhban Okulu’nda gerçekleşen Derin akıntı’da yer alan Göç dalgası adlı yeni işi, yaşatma uğraşının bir sonraki adımıydı adeta. Mercan kavanozlarının yayıldığı odaya girdiğimde Sibel, Sivriada'da yapılan inşaat çalışmaları sonucu denize dökülen hafriyattan zarar gören ve tehlikede olan mercanlardan birkaçını kurtardıklarını anlatıyordu. Sergide yarattığı uygun ortamda mercanlar biraz da olsa nefes alacak, hayata geri döneceklerdi. Sergi sonundaysa Marmara Denizi'ndeki Neandros adasına götürüleceklerdi.

Mercanların bu parlak kızıl-turuncu rengini ilk defa görüyordum. Onların çok özel yapıda varlıklar olduklarını yeni idrak ediyordum. Sivriada mercanlarını bu kadar yakından görmek, tüm dünyada küresel ısınma sebebiyle tehlike altında olan resifleri düşündürüyordu. Mercanlar deniz suyundan kalsiyum karbonat üretip bu maddeden bir iskelet oluşturuyorlardı. Bu süreç çok enerji gerektirdiğinden, yüzyıllar alabiliyordu. İskeletler üzerinde barındırdıkları alglerle kurdukları simbiyotik ilişki sonucunda varlıklarını sürdürebiliyorlardı. Algler hem bu iskeletlerin oluşumuna katkıda bulunuyor ve hem de onlara parlak renklerini veriyordu. Deniz sıcaklığında yaşanan artışlar alglerin yaşam şartlarını tehdit ettiğinden, algler göç ediyordu. Yer değiştirebilme yetenekleri sayesinde hayatta kalabilen algler, aslında yüzlerce yıllık mercanları ölüme terk etme pahasına gidiyorlardı. Üzerinde algleri yaşatamayan mercanlarsa zamanla beyazlaşıp ölüyorlardı.

Sibel Horada, Göç dalgası, Yerleştirme görüntüsü, 2019, Fotoğraf: Suat Eman

İnşa edilen yeni düzenin bozduğu dokuda erozyona uğrayan, hafriyata boğulan, önce komşularını, ardından renklerini kaybeden yalnızca mercanlar değildi. Yabancılaşmaya başlayan bu şehirlerde birçok anlamda nefes alamayan, yaşayacak yer bulamakta zorlanan hepimizdik. Mercanların bir anda, hırpanice yok edilme vahşeti aslında sayısız alanda yaşanıyordu. Acaba biz bir yere gidemeyen mercanlar mıydık, yoksa göç etmek zorunda olan algler mi?

Bu sorunun ağırlığı, parlak renklerini yitirmiş, hayatta kalmak için yaprak döken insanları ve bu boğucu ortamda belki uzunca bir süre çiçek açmayı başaramayacak gençleri düşündürüyordu. Ada vapurunda üzerime dökülen insan kalabalığını aşarak geldiğim ve tırmandığım bu tepede, en az mercanlar kadar zamanı muhafaza eden yüz yetmiş yıllık Ruhban Okulu'nun bahçesindeydim. Sibel'in toprakla buluşturduğu bitkileri ve denize geri döndüreceği mercanları da birer savaşçıydılar. Her şeye rağmen direniyorlardı. Onların bu mücadelesinden ilham alabilen, şehirde boğulma tehlikesi altındakiler ise sınırlı bir süreliğine de olsa bu büyülü bahçede temiz bir nefes alabiliyordu.

Sanatçının arka arkaya iki işinde de ortaya koyduğu iyileştirme ve hayatta tutma çabası, barışın da savaşa dahil bir süreç olduğunu gösteriyor. Yıkmak ve boğmanın bir dakika, oysa yaşatmak ve dönüştürmenin yüzyıllar aldığını hatırlatıyor. Mercanlar gibi yok olmanın eşiğindeki birçok türü ve değeri kurtarmanın aciliyeti her zamankinden daha fazla. Savaş kaçınılmaz. Nereye gidersek gidelim, hayatta kalmak, çiçek açıp meyve vermek için mücadele etmemiz gerek. Yaşamak için savaşırken güçlü olmak adına hepimiz önce toprağa sağlam basmalıyız.

Comments


bottom of page