Galerist ve Galeri Nev iş birliğiyle, Galerist’in Tepebaşı’nda yer alan galeri mekânında gerçekleşen Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak isimli sergide pratikleri ve yaşam öyküleri birbirine hiç benzemeyen iki sanatçı bir araya geliyor: Phoebe Cummings ve Mübin Orhon. Çok katmanlı okumalara gebe olan sergiyi değerlendirmek üzere Cummings ile sanatsal üretimi üzerine gerçekleştirdiğimiz röportaj ile Mübin Orhon’un kızı Bénédicte’in kaleminden sanatçının hayatı ve yapıtlarına dair bir okumayı birlikte sunuyoruz
Hazırlayan: Merve Akar Akgün
Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak sergi görüntüsü, Mübin Orhon’un Ailesi ve Phoebe Cummings, Galerist ve Galeri Nev’in izinleriyle Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Zarafet ile ham olan arasındaki gerilim
Galerist ve Galeri Nev, Phoebe Cummings ile Mübin Orhon’un eserlerini bir araya getiren Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak isimli sergiye 4 Haziran 2022 tarihine dek ev sahipliği yapıyor. Adını Slyvia Plath’in şiirinden alan sergi, iki sanatçı arasındaki yansımaları araştırırken zaman kavramını serginin merkezine taşıyor
Röportaj: Merve Akar Akgün
Türkçeye çeviren: Sinan Refik Akgün
Phoebe Cummings, Fotoğraf: Berk Kır
Phoebe Cummings ile Mübin Orhon’un bir araya gelişlerinin, birlikte sergilenişlerinin benzerlikleri değil de tezatlıkları üzerinden olması ve bu tezatlığın ilk olarak zaman kavramı üzerinden kendini göstermesi bu sergiye ilgi duymamın baş sebebiydi. Sergi açılışından aylar önce Deniz Artun’un bana Phoebe Cummings’in yapıtlarının ihtiyaç duyduğu ortamın Mübin Orhon’un yapıtları için son derece elverişsiz olacağını söylediği zaman bu imkânsız birliktelik fikri beni büyülemişti. Yaptığım okumalar sonucunda bu iki sanatçının hayat hikâyelerinin de hiç özdeş olmadığını gördüm. Cummings ve Orhon’un sanat yolculukları, yarım asırlık bir zaman aralığıyla, İngiltere topraklarında maddi yoksunluğu yaratıcılığa dönüştürmüş bir genç kız ve Fransa topraklarında yüklü bir maddiyatı hiç etmiş bir genç erkek olarak başlıyor. Üretimini renkten azade olarak ifade edebileceğim Cummings ile bir renk ustası olarak da tanımlayabileceğim Orhon’un yapıtları, bir 19. yüzyıl mimarisi olan Petits-Champs Pasajı binasının ilk katının dört metrelik tavanlı odalarında yan yana yer alırken oluşturdukları ahengi bir şiirin imgeselliğiyle algılıyorum: Düşüncelerden sıyrılmış estetik bir alandayım.
Sergi mekânı barındırdığı formlar ve formsuzlukla, renkler ve renksizlikle, yüzeyler, boşluklar ve detaylarla bir bütün oluştururken zaman boyutu tüm boşlukları dolduruyor. Gözlerim henüz kurumuş kili, yaşını kaplı oldukları simler sayesinde belli etmeyen guaj boyayı ve iki yüz yıllık duvarların dokusunu aynı saniye içinde algılıyor.
Cummings, Orhon ile ilk karşılaşmasının gökyüzünde olduğunu söylüyor, bir İnternet araştırması esnasında. Bu karşılaşmayla birlikte penceresinden görmekte olduğu formların eridiğinden, renklerin birbirine karıştığından bahsediyor. Bu sahneyi düşünürken kafamda bir tarafta Orhon’un bohem Paris yaşamını sürdürdüğü dairesinde sigara içerek resim yapması diğer tarafta Cummings’in Stafford’ta canlı bitkilerle dolu atölyesinde otururak çalışması canlanıyor. Orhon modernist resimler yaparken Cummings bitkilerin nasıl iletişim kurduğunu gözlemleyerek barok estetiğinde heykeller yapıyor... Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak isimli sergiye dair yapılacak okumaları zenginleştireceğine inanarak Cummings’e sanatsal pratiğine dair merak ettiklerimi sordum.
Phoebe Cummings Galerist’te çalışırken, Fotoğraflar: Işın Akpınar
Phoebe, Brighton Üniversitesi’nde aldığınız üç boyutlu el sanatları ve Royal College of Arts’ta aldığınız Seramik ve Cam yüksek lisans eğitiminizi göz önünde bulundurarak sanat, tasarım ve seramik alanlarında yer aldığını düşündüğüm yapıtlarınızı üretme biçimlerini nasıl keşfettiğinizi merak ediyorum. Okul yıllarında bu türde çalışmalar yapıyor muydunuz?
Üniversiteden mezun olduktan kısa bir süre sonra, tamamen maddi zorunluluklar nedeniyle ham kil ile çalışmaya başladım. Bir atölyeye veya fırına param yetmiyordu. Ben de tek bir malzeme kullanarak üretiyordum. Bu nedenle, doğrudan kil ile çalışmak, bir noktada çalışmaya devam edebilmem için bir çözüm sundu bana. Ardından bu durum sanat üretimimle bütünleşti. Bu pratikte süregiden bir zaman, beden ve hammadde keşfi var. Bu keşif benim için çok önemli. Zira çalışmalarım yoğun bir etkileşimle bir araya gelerek ortaya çıkıyor. Ne yapacağıma dair serbest bir fikirle başlıyorum. Doğaçlama pratiğimin bir parçası. Tek bir hammaddeyle ve büyük ölçekli yapıtları hızlı bir şekilde üretebiliyorum.
İşlerinizi gözlemlemek saatler alabilir ancak uzun vadede düşündüğümde geçiciliklerini görüyorum. Ben üretiminizin neredeyse bir performans olduğunu düşünüyorum. Öyleyse bu çalışmalar tüm performatif sanatlar gibi daha sonra fotoğraflarda ve filmlerde mi var olacak? Bu tavrın ardındaki fikir nedir ve kişisel olarak sizin için anlamı nedir?
Evet, işlerim hep zamana bağlı ve bu nedenle doğal olarak performansla yakın ilişkideler. Malzemelerin ve nesnelerin zaman içinde değişerek kendi performanslarını sergileme biçimleriyle ve bir işin diğerinde nasıl yeniden şekillenebileceğiyle ilgileniyorum; mekânlar arasında, günler ya da yıllar boyunca. Her çalışmam bir süreçten, bir andan ya da asla tekrarlanmayacak bir noktadan nahai hale nasıl geldiğine dair bir performans unsuru taşısa da kendimi bir performans sanatçısı olarak görmüyorum. Ayrıca heykele dair hissedilen beklenti ve takdiri, performansa yakın bir seviyeye taşımak, ona sahip olma potansiyelinden ziyade deneyimsel sürecin kendisine odaklanmakla ilgileniyorum.
Fotoğraflar: Işın Akpınar
Görünen o ki sanatsal ve/ya tasarımsal bir geleneği bozguna uğratıyorsunuz. Çağdaş sanatta seramiğin yerini nasıl tanımlarsınız? Seramik sanatçıları arasından kimleri ilham verici buluyorsunuz?
Çağdaş sanatta seramiğe olan ilgi son yıllarda yeniden canlandı. Bence bu zaman içinde oldu: Kil o kadar çeşitli bir malzeme ki sanatçıların üretimi için bir çok alan açıyor. Çağdaş sanatta dekoratif olanın hâlâ daha reddedildiğini gözlemliyorum, ancak bana kalırsa dekoratifin de kendine has bir anlam ve önemi var. Dekoratif olan aynı zamanda politiktir ve insan arzusu ile kendimizi ve toplumlarımızı gerçekleştirme şeklimiz hakkında bir çok şeyi ortaya çıkarır. Eserlerine hayran olduğum, kil ile çalışan hem çağdaş hem de geçmişten örneklerini verebileceğim birçok sanatçı aklıma geliyor: Gillian Lowndes, Sam Bakewell, Asger Jorn, Magdalene Odundo... Ayrıca Meissen ve Sèvres porselenlerinin yanı sıra 16. yüzyıl çömlekçisi Bernard Palissy’nin eserlerine öykünen 19. yüzyıl Palissy porselenlerine de bayılırım.
"Bir sanatçı olarak sanırım daha çok konuşmanın ve dünyada var olmanın bir yolunu arıyorum. Bir izleyici olarak hissetmek istiyorum; Sanatın nefesimi kesmesini, kaslarımı germesini, her şeyi farklı görmemi sağlamasını istiyorum."
Erken dönem işlerinizden biri olan Beneath, 2007 yılında Norfolk, Bolwick Hall’da su altında sergilendi. Burada “performans” işi oluşturan unsurların kendi ortamlarında geri dönüşmesiyle görünür oluyordu. Bize Beneath’i ürettiğiniz zamanlardan bahsedebilir misiniz?
Bu işi üç yıl süren bir konuk sanatçı programı esnasında üretmiştim. Mezuniyetimden kısa bir süre sonra, doğrudan ham kil ile yaptığım ilk çalışmalardandı. Eser adeta bir halı gibi bir araya gelen kil halkalarından oluşuyordu. Bu işi parçalar halinde oluşturdum ve sonra kil hala ıslakken bir tahta kalas üzerinde dengeleyerek suya indirdim. Göl kenarında bir kayıkhanenin altında sığ bir suydu. Kil kuruyken çok hızlı çözünebilir, ancak malzeme henüz satüre haldeyken bu süreç daha yavaş işler. Bu işin çözünmesi ve gölün dibine tamamen çökmesi yaklaşık bir ay sürdü. Bu geri dönüşün potansiyelinden büyük keyif aldım. Bir de şu var: her iş ondan öğrenebileceğiniz anlardan ibaret: Kilin tam olarak nasıl performe edeceğini ön görebilirim fakat asla tam olarak bilemem. Bu haliyle de hâlâ beni şaşırtmaya devam eder.
2013 yılında Hawaii Üniversitesi Sanat Galerisi’ndeki Siobhan Davies Stüdyoları’nda yaptığınız büyük ham kil yerleştirme Cella ürettiğiniz en büyük boyutlu eserinizdi. Bu işle yerçekimine meydan okuduğunuzu söylüyorsunuz. Bu kadar zor bir fikri gerçeğe dönüştürme deneyiminizden bahseder misiniz? Ve bu tür zorlukların üretiminizdeki yeri nedir?
Eser, tamamı tavandan sarkan iki ton kilden, üniversiteden öğrencilerin yardımıyla birlikte üç haftalık bir süreçte üretildi. Yerleştirme esnasında galeri alanı herkese açıktı ve yapımına katkıda bulunmak için herkes uğrayabiliyordu. İlk defa bir işim bu kadar çok insanın katkısıyla gerçekleşti. Genellikle tek başıma çalışıyorum, ancak bu sefer ortaya çıkan eser, yapımında yer alan birden fazla eli hissettiren daha zengin bir yüzeye sahipti. Herkesin aynı süreci gerçekleştirmede kendine has bir yol yordamı vardır ve bu da eserde görünür hale geldi. Yapıtın, izleyicinin yukarıdaki malzeme kütlesini hissedebileceği bir karşılaşma yaratması benim için önemliydi. Kil ile karşılaşmamız çoğu zaman topraklanmış bir şekilde, yerde veya bir kaide üzerinde gerçekleşir. Burada izleyicinin eserin içine dalmasını ve yoğunluğunu farklı bir şekilde hissetmesini istedim.
Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak sergi görüntüsü, Mübin Orhon’un Ailesi ve Phoebe Cummings, Galerist ve Galeri Nev’in izinleriyle Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Üretiminiz, serbest zihin akışı doğası gereği şiirle kıyaslanıyor. Bir eser öncelikle zihninizde nasıl oluşmaya başlıyor? Bir plana bağlı kalır mısınız yoksa daha özgür bir süreçten mi geçersiniz? Çiçek estetiğinizin ardındaki felsefe nedir?
Aslında daha serbest bir planla çalışıyorum ama işin boyutu ne kadar büyükse, destek yapıları oluşturmak açısından plan daha belirgin oluyor. Ancak, her iş sahada çalışırken gelişiyor ve aynı zamanda onunla geçirebildiğim zamana göre yönelir. Bu her zaman sınırlar ve özgürlüklere dair bir müzakeredir. İşler yıllar içinde giderek çiçeksi ya da botanik bir hale geldi. Aynı zamanda eserin içerdiği şeylerle, insan varoluşuna -yaşam, cinsiyet, ölüm- doğrudan temas eden çiçekler ve bitkilere yapılan gönderme arasında fazlasıyla paralellik var. Zarafet ile ham olan arasında her zaman bir gerilim vardır. Çoğu zaman çiçekleri kurgusal biçimlerde birleştiririm ya da hayali türler ortaya çıkaracak şekilde süsleme ve tasarımı birleştiririm.
Pratik bir sorum var: Bir sanatsever, koleksiyoner eserlerinizi koleksiyonuna nasıl ekleyebilir?
Geçenlerde bir koleksiyoner için evinde büyük bir buket tasarladım. Kil kuruduğunda kırılganlaşır ama stabildir. Ancak fazla hareket ettirmeye gelmez. Eserle ona iyi bakıldığı sürece birlikte yaşanabilir. Binanın kendisinin, tıpkı bir alçı tavan örneğindeki gibi nasıl koleksiyonerin kendisi haline geldiğiyle, eserle yaşanabilir ama kolayca taşınamaz hale gelişiyle ilgileniyorum. Süresini çevre şartları belirliyor. Ayrıca bazen kilden küçük çalışmalar yapıyorum ve mumlayarak onları daha dayanıklı hale getiriyorum. Son yıllarda sulu boya gibi kil ile boyamaya başladım. Londra’daki Victoria ve Albert Müzesi de dahil olmak üzere çeşitli müzelerin koleksiyonlarında fotoğraf, film ve malzeme parçalarının kombinasyonunu içeren çalışmalarım mevcut.
Bir röportajınızda, “Kil çok çeşitlidir, bir anlamda basit, temel bir malzemedir, ancak aynı oranda karmaşıktır ve farklı aşamalarda çeşitli kabiliyetlere sahiptir. Aynı anda birçok şeydir. Bu gerçekten hoşuma gidiyor,” diyorsunuz. Merak ediyorum: Sanat size ne ifade ediyor, sanatla aradığınız nedir?
Bir sanatçı olarak sanırım daha çok konuşmanın ve dünyada var olmanın bir yolunu arıyorum. Bir izleyici olarak hissetmek istiyorum; Sanatın nefesimi kesmesini, kaslarımı germesini, her şeyi farklı görmemi sağlamasını istiyorum. Değişime açık olmak ve güzelliği hissetmek istiyorum.
Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak sergi görüntüsü, Mübin Orhon’un Ailesi ve Phoebe Cummings, Galerist ve Galeri Nev’in izinleriyle Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Evinizde ne tür sanat eserleri bulunuyor?
Duvarlarımda kurumuş bitkiler, buluntu nesneler ve kitaplar; sanatçı arkadaşlarımın çalışmaları ve daha birçok şey var. Kitap topluyorum ve sanat eseri olarak tek tek raflarda sergiliyorum. Kitapların sabit olmamaları hoşuma gidiyor, sayfalarını çevirebiliyorum. Şiir ve kelimelerle çevrili olmayı seviyorum.
Gelecek için neler planlıyorsunuz?
Gitgide geçici sanat eserlerini nasıl kaydedebileceğimi keşfediyorum. Yakın zamanda Henry Moore Enstitüsü’nde “Heykeli Yazmak” konulu bir Research Fellowship’te bulundum. İşlerimi metin yoluyla nasıl belgeleyebileceğim konusuna kafa yormaya çalışıyorum. Kitap üretme fikrine doğru yol alıyorum ve ayrıca film çalışmalarımı daha da ileri götürmek istiyorum. Müzik gibi diğer disiplinlerdeki sanatçılarla da çalışmaya başlıyorum ve Tez Arts’la olan ilişkim sayesinde bu farklı performans anlayışlarını birbiriyle ilişkilendirerek neler yaratılabileceğini keşfetmeye gayret ediyorum.
Mübin, rengin ustası
Mübin Orhon’un tek çocuğu olan Bénédicte Orhon, sanatçının son dönemlerine ve ailesine dair kişisel notlarını, yapıtlarının nasıl algılanması gerektiğine dair yol gösterici ipuçlarını ve yakın çevresinin sanatçının yaşamına dair tanıklıklarını aktarıyor*
Yazı: Bénédicte Orhon
Mübin Orhon, Nev Arşiv
Mübin’in benimle yani tek çocuğu olan Bénédicte ile konuştuklarının yaşamsal bir önem taşıdığını düşündüğüm için yazmaya karar verdim. Çünkü eğer Mübin bunları önemsemeseydi, anlatmazdı. Onun mirası olarak kabul ettiğim sözleriyle oluşturduğum bu yazıyı, tek güvendiğim bilgi kaynakları olan (erkek kardeşi) Ragıp’ın, Maussion’un, Sainsbury çiftinin ve sevgili Selim Turan’ın bana anlattıklarıyla tamamladım.
Mübin, yaşamının sonuna geldiğinde, ülkesinden, ailesinden ve Fransa’daki Türk camiasından uzaklaşmıştı. Türk dostlarından sonuna dek yanında kalabilen tek kişi kan kardeşi gibi gördüğü Mehmet Hikmet olmuştu. Soğuk bir öfke olarak da tariflenebilecek bu uzaklaşma kendini sonu lenf kanserine varan fiziksel bir bitkinlikle gösterdi. Dahası Mübin’in bitkinliği, zihni devamlı meşgul olduğu için ikiye katlanıyordu. Onu düşünceleri üzerine yoğunlaşmaya ben itmiştim çünkü ikimiz de ölümün çok yakında olduğunu biliyorduk. Benim yaşamımın temel kuralı “gerçeklerden kaçmamak”tır. Aslında Mübin kafasında yarattığı “kendi gerçeklerine” inanmaya daha meyilli olmasına rağmen benim kuralıma uydu ve eserlerinin nasıl algılanması gerektiğine ilişkin yol gösterici bazı ipuçları vermeyi kabul etti.
Ölümünden kısa bir süre önce Maussion’un yardımıyla hayatına giren Sainsbury çifti Mübin’in karanlığını aydınlattı. Maussion’un, Mübin öldükten sonra onlara guaj bir tablo armağan etmemi istemesi de bu çiftin Mübin’in yaşamındaki değerinin bir göstergesiydi. Hayatta olduğu dönemde Mübin’in sanatının görkemini yalnız onlar fark etmişti. Sainsbury çiftinin takdir ettiği bir başka sanatçı da Francis Bacon’dı. Tate’in galerilerinde, Bacon’ın koca tuvalleriyle ilk karşı karşıya geldiğimde, Bacon ile Mübin’in aynı şeyi ifade ettiklerini düşünmüştüm: İnsanın aşkınlığını. Aradaki tek fark bu ifadenin biçimindeydi. Atölyesindeki iki parça mobilyadan biri olan -ve bana özenerek gösterdiği- yatak, Sainsburyler’in ona armağanıydı. Mübin’in ölüm döşeği olacak bu sadakat sembolü yatak şimdi benim evimde, Mübin’e başka bir yerden gelmiş olan İngiliz sehpa ile birlikte.
Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak sergi görüntüsü, Mübin Orhon’un Ailesi ve Phoebe Cummings, Galerist ve Galeri Nev’in izinleriyle Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Mübin bana güvenmeyi seçtiğinde rahatlamıştı. Aslında dünyevi olandan el etek çekme durumunu dikkatle izlediğimi biliyor ve sorumluluk duygumu tanıyordu. (Sevgilisinin çocuk yapma isteğini, benim ona beni bile yetiştirmekten aciz olduğunu hatırlatmam üzerine reddetmişti.) Bana tavsiyesi şöyleydi: Eserleriyle ne istersem onu yapacaktım, hatta istersem onları yok edebilecektim ama bunu yapmasam daha iyi olurdu; kendi değil, eserler adına.
Bir de Selim var. Mübin ve Selim’in dostlukları yalnızca kendilerini ilgilendiren nedenlerle zaman zaman kesintiye uğramış olsa da Mübin’in düşüncelerinde Selim ondan hiç ayrılmadı. Onun dışında ise derin yalnızlığı gerçekti. Sağlık durumunu ailesinden ve -bazılarının onu rahatsız edecekleri düşüncesiyle- Paris’teki Türkler’den saklıyordu. Dolayısıyla durumunu paylaşabileceği tek insan bendim. Beni kızı olarak sevdiği için değil, yaşamının özünü aktarmak istediği ve bu öz onun eserlerinde saklı olduğu için -ki bu eserler, kimilerinin yazdığı gibi “mistik” değil, ruhsaldır; hatta simyasaldır.
Hiç dindar olmayan Mübin’in resim yapışını bir dervişin dönüşüne benzetmek yanlış olmaz. Plakları içinden yalnızca iki Ruhi Su albümünü, Pir Sultan Abdal ve Yunus Emre’yi sakladım. Bu albümleri dinlememi istemişti. Ben de Yunus Emre’den bazı bölümleri cenazesi için kaydettim. Mübin’in benimsediği bu Türk mirası eski fakat zamanla eskimeyen bir mirastı. Beni de derinden etkilediğini söylemeliyim. Onu Boğaz’ın yamaçlarından birine, annesinin yanına gömmek için uçakla İstanbul’a götürdüm. Mübin’i Paris’in ve sanatının çifte yalnızlığından koparıp tarihle dolu bir yere teslim ettim; ona da ait olan bir tarih. Selim ve Maussion da böyle olmasını uygun görmüşlerdi.
Mübin Orhon, Fotoğraf: Ara Güler, Bénédicte Schribaux Arşivi
Mübin, eserlerinin duvara dekoratif bir sergi gibi asılmasından nefret ederdi. Ayrıca olur olmaz kişilerin, aslında evrensel temsiller olan bu resimlerden yola çıkarak yaptıkları psikolojik yorumlardan da yorulmuştu. Bunu edebi sözcüklerle değil; mimik ve burada tekrar edemeyeceğim küfürlerle ifade ederdi. Ölümünden sonra, “mühür altındaki” eserlerini kurtarmanın zorluğu karşısında Selim de ben de aynı hislere kapılmıştık: Mübin’in eserleri yalnızca kendi kendilerine, dolayısıyla insanlığa aitti. Bu yüzden onları yok etmek yerine saklamaya karar verdim.
Selim’in gözleri keskindi, öznel bir eseri nesnel olandan ayırabilirdi. O da Mübin’in evrenselin tarafında olduğunu bilirdi -kendisi zamansalın tarafında olsa bile. Mübin’in dehası da buradadır: Rengin tüm inceliklerine hâkim olmak ve canlıların kaynağı olan ışık üzerine çalışmak. Mübin bunu hiçbir zaman bilimsel olarak açıklamadı, bilimden anlamazdı fakat uzun bir sessizliğin ertesinde, ölmeden çok kısa bir zaman önce, renklerinin süs etkisinden ne kadar kesin bir biçimde arınmış olduğunu bana fark ettirdi. Renklerini bulabilmesi için hiçbir şey onu rahatsız etmemeliydi. Bir yatak, bir masa, plaklar için bir dolap, istiflenmiş guaj boyalar, boş duvarlar ve kâğıtlarını kenarlarından tutturmak için kullandığı raptiyelerle dolu bir sehpa... Bu raptiyelerin delikleri bugün kâğıt işlerin özgünlüğünü ispat eden bir imza sayılır. Yalnızca bir defa, benden, bir yastık üzerinde uyuyan siyah bir kedinin, kırmızı oval çerçeve içindeki posterini ona vermemi istemişti. Hayrete düşmüş, yine de vermemiştim. Köklerinde Doğu’nun lüks dekorasyon zevki vardı fakat çalışabilmek için ihtiyacı olan bir keşişin manastırdaki odasıydı. Beni resim yapmaya heveslendirmeye çalışmıştı ama bunu da kabul etmedim. Mübin’in, yaşamının sonunda tercih ettiği renkler döngünün tamamlandığının kanıtıydı. Hiçbir şey bu döngüye eklemlemezdi.
Annesi
Mübin’in aklı, deniz boyunca uzanan yol inşaatı sırasında Boğaz’daki mezarlığın duvarının kenarında gömülü olan annesinin na’şına ne olduğu konusuna takılmıştı. Oralarda dolaştım ama sorusuna yanıt bulamadım. Oysa bu, Mübin için bir saplantı, bir aile faciası, adeta ikinci bir yok oluştu. Neyse ki, Ragıp’ın karısı İsmet Hanım sayesinde, onun için bu tarihi mezarlığın tepelerinde bir yer satın alınabilmişti.
Asıl giz, sonsuz hayranlık beslediği annesi Servet Hanım’ın, kendisi altı aylıkken ölmesiydi. Varlığına dair kanıtlar, babasının sık sık açıp baktığı bir çekmecede sakladığı kesilmiş bir tutam saç (bunu bana, onu geri getirecek bir dua gibi, tekrar tekrar anlatmıştı) ile eski fotoğraflardan çoğaltılmış iki fotoğraftan ibaretti. Bunlardan birini kendi yırttı; diğerini elinden zor aldım. Yok olan bu varlığın, onun için bir uçurum olduğunu, barok düşlerinin kaynağında bu durumun yer aldığını Ragıp ile birlikte çözdük.
Bizans resim sanatının rafineliğinden ve kültürünün görkeminden yola çıkarak Mübin, annesini bir Bizanslı olarak kabul ederdi. Ölmeden önce, gerçek ya da efsan olduğu fark etmeden (büyükannem aslında Türk ismi taşıyan Müslüman bir Makedon göçmeniydi) bu mirastan hakkını ısrarla talep etmişti; yalnız kendi için değil resmi için de. Mübin için annesi de resmi de Bizans’tandı, öyle karar vermişti.
Mübin, Servet Hanım’ın ölüm nedenini biliyor ve bu konuda babasını acımasızca suçluyordu. Üzerine konuşmak annesinin anısından sıyrılmasına yardımcı olmadı. Tam olarak kurtulabilmesi için meseleyi kendi içinde çözmesi gerekliydi. Kalıtsal etkenler de onun yanında değildi. Örneğin, benim annesiyle benzerliğim onu anılarla yüzleştiriyordu. Bir gün annesini anımsayarak yüzüme dokunduğunda, boş bir bardak birden çatlayıvermişti. Ragıp ona ben karşısında olduğum sürece Servet Hanım’ın fotoğrafına gerek olmadığını söyledikten sonra cüzdanında annesinin fotoğrafını taşımaktan vazgeçmişti. Bu kadının yirmi altı yaşındaki ölümü, ailesi, kocası ve beş çocuğu için büyük bir felaketti.
Mübin, Selim’in figür boyamasını izlemeyi severdi. Bir gün ondan, ahşap üzerine resmetmekte olduğu beyaz bir kadın siluetini tamamlamadan bırakmasını istemişti. Bu haliyle desen ona annesini anımsatmıştı, oysa Selim’in niyeti bu değildi. Selim bu isteği kabul etti, resmi bitirmeden imzaladı, ama Mübin’e vermedi. Ölümünden sonra bana getirdi. Selim’in sadakati eşsizdir.
Mübin’in annesini arayışı, zamanla resminin içinde eridi çünkü resmi yokluğa değil, varlığa ilişkindi. Beş yaşımdan itibaren Mübin’e, ailesine, ülkesine ve dostlarına karşı -Mübin’in resminin bir parçası olan Selim hariç- özellikle ilgisiz kalmama rağmen, anne ile oğul arasındaki duygusal bağları, onun yaptıklarını izleyerek kurabiliyordum. Sessizlik içinde bir ayin: annenin ölümü, benim resimlerini izlerken hiçbir şey söylemeyişim, Mübin’in bir şey söylememi bekleyişi, ölmeden önce resmi hakkında bilmemi istediklerini arada uzun uzun duraklayarak, susarak dile getirişi ve nihayetinde gömülü olduğu yerin sessizliği. İçkin bir sessizlik ki Mübin’in resim yaparken sık sık dinlediği sûfi müziğinin temelinde de bu vardır. Ben de bu yüzden uzun zaman sessiz bekledim; şimdi bu sessizliği kırıyorum, bunu kimilerinin onun hakkında yaydığı söylentilere karşı da yapmalıyım.
Mübin ailesinin sûfi geleneği içinden geldiğini düşünürdü; bu doğru değildir. Bir gün, Ragıp’ı bir sürü beyaz kâğıdı yerdeki koca bir alana yayarken gördüğümde bir açıklama yapmasını bekledim. Elindekiler, köklerinin on dördüncü yüzyıldan sofu bir ozana dayandığını gösteren bir aile ağacının parçalarıydı ama ozanın ismini şimdi ben de hatırlamıyorum. Mübin bunun farkında mıydı hiç bilmiyorum. Ama ben on altı yaşımdan beri şiir yazıyorum. Selim bilirdi, bu ailenin mirası da sessizlik içinde devrolur.
Babası
Ragıp, beni ve Mübin’i ailenin manevî mirasçıları olarak görürdü. Mübin göbek adı olan Mustafa’yı kullanmamayı tercih etti; oysa Mustafa, büyük büyük babası Mustafa Reşid Paşa’nın ismiydi, Osmanlı Sultanı’nın baş vezirlerinden. Mübin, aristokrat ve iyi eğitimli bir aileden geliyordu; savaş, hukuk ve halk sağlığı konularında uzmandı. Bir Türk tarihçi bana, kariyerinin başlarında Paris büyükelçiliği yapmış olan bu ünlü insanla gurur duymam gerektiğini söylemişti.
Mübin’in Siyasal Bilimler dalında oldukça başarılı bir öğrencilik geçirdiğini daha sonra büyükelçi olan bir sınıf arkadaşından öğrendim; mezuniyetinin ardından Uluslararası İlişkiler konusunda uzmanlaşmak üzere Londra’ya gönderilmişti. Fakat bu sırada büyükbabasının sık sık yaptığı gibi, aile parasını İstanbul Borsası’nda batırması üzerine, Mübin kendini, tıpkı Mustafa Reşid gibi, Paris’te bulmuştu. Yıllar sonra, elimde Siyasal Bilimler’de yüksek lisans yapmak üzere bir başvuru dosyasıyla evine gittiğimde, Mübin’in duyguları ağır basmış ve bir kenara çöküvermişti. Kendisinin de saygınlığı yüksek bir üniversite olan Panthéon’a yüksek lisans için kaydolduğunu böylece öğrenmiştim ama daha sonra bu kayda dair hiçbir ize rastlamadım. Ailesinin siyasî mirasından bir tek o gün söz etti. Mustafa yerine Mübin ismini kullanması tesadüfi değildi.
Mübin’in ölmeden önce pişmanlıkla andığı savaş sonrası Parisi’ndeki yaşamı, daha doğrusu II. Dünya Savaşı’nın neden olduğu acılı yıkımın zihin açıcı sonuçları ve zamanın düşünsel parlaklığı (Le Monde gazetesinin entelektüel seviyesinin o yıllarda daha yüksek olduğunu söylerdi) aslında Ragıp’ın bana üstü kapalı bir biçimde anlattığı, İstanbul’daki ayrıcalıklı çocukluk yıllarının devamıydı. Mübin bir gün erkek kardeşinin evine gömleğine kadar soyulmuş olarak gelmişti. Kumarda kaybetmişti. Ragıp’ın bundan neden ve nasıl sorumlu olabileceğine dair hiçbir sorgulama yapmadadan ondan borcunu ödemesini istemiş, Ragıp da kabul etmişti. Aynı biçimde Maussion’un Montparnasse’ın kahvelerinden birinin önüne çektiği spor arabasını, araba kullanmayı bilmediği halde almak istemiş ve sonunda çarpıp çökertmişti...
Babasının onun üzerine bıraktığı bu siyasal miras uğruna askerliğini Türkiye’de yaptı. Babası neden resim yaptığını ve resimlerinin ne ifade ettiğini sorduğunda rahatsız olmuş ve ona cevap vermeye yanaşmamıştı. Mübin bana bunu sinirle anlatırdı, oysa onu son derece seven babasının kalbinde oğlunu anlayamamanın acısı kaldı. Ben Lütfi Bey’in oğluna, Ragıp’ın kardeşine ve Mübin’in bana karşı duyduğu sevginin gücünü her şeyden ayrı tutarım. Bu sevgi, Servet Hanım’ın ölümünü kaplayan gösterişsiz sessizliğin içinde aktarıldı. Söz konusu olan sahiplenici değil, aksine manevi bir sevgiydi.
Öte yandan Mübin’in sevgisi, ailesinin maddiyatçı insanlara dönüşmesiyle zaman içinde yok oldu. Aynı nedenlerle, Ragıp’ın ölümünden sonra ben de onlardan koptum. Bu dönüşüm, yaşamının sonunda Mübin’i doğduğu ülkeden uzaklaştırdı. Bunu geçici yanılsamaların sonunda dağılması olarak görmek gerekir. Tabutunun üzerine koymak için 57 kırmızı gül satın almıştım. Bu güllerden yalnızca bir tanesi Türkiye’ye geldi; bu Ragıp’ı şaşkına çevirdi. Bilinmeyen bir el tarafından tabutunun üzerine çizilen bir çizgi, Mübin’in yaşamının imzasıydı.
Ben Aynayım: Gümüş ve Berrak sergi görüntüsü, Mübin Orhon’un Ailesi ve Phoebe Cummings, Galerist ve Galeri Nev’in izinleriyle Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Selim
1955’te Selim ve Mübin, benim doğduğum hastanenin önündeki bir bankta yalnız başlarına oturup beklediler. Selim, kızına ayırmak yerine, parasını çocukça savurduğu için Mübin’e hep kızdı. 1981’de Mübin’in bütün resim malzemelerini Selim’e vermeye karar verdiğimde, onu resme başlatanın Selim olduğunu öğrendim. Atölye derslerini daha sonra izlemeye başlamıştı. Babasının tüm varlığını batırması üzerine Paris’te kalakalınca, İstanbul’dan tanıdığı futbol arkadaşı Selim’i bulmuştu. Bana Selim’den söz etmeyi hep reddetti, bu bir babanın yönünü şaşırmış kıskançlığından kaynaklanıyordu.
Selim ve Mübin, birbirlerine zıt özellikler taşısalar da ayrılamazlar. Mübin’in eserleri, Selim’in içeriğe ve biçime dair gizliden gizliye sürdürdüğü katkısı olmadan anlaşılamaz. Renk kullanımı ve desen üzerine birlikte yaptıkları çalışmalar, ölümünden sonra Mübin’in kâğıtları arasından çıkmıştır.
Selim’in cenazedeki eksikliği, kendisinden bir parçanın da eksilmiş olmasındandı. Bu yüzden çıkar çıkmaz onun evine gittim; Selim iyi değildi.
Renk
Mübin, yalnızca ressam Turner’ın suluboya deniz manzaralarına hayranlık duyardı; bunun nedeni Turner’ın bu dönem eserlerindeki ışıktı. Kendisi rengin ustasıdır, renk ise ışığın insan gözünün algılayabileceği bir palette kısmen ifade bulmasıdır. Ona kaynaklık eden 19. yüzyıl müzisyenlerinden Weber’dir. Bunu anlamak için bu bestecinin kullandığı ses paletini incelemek gerekir. Mübin’in çalışmaları yaşamsal enerjinin üzerinedir.
Mübin’in Paris kahvelerinde katıldığı sohbetler gelip geçici tartışmalardan ibaretti. Savaş sonrası Montparnasse’ını gururla andığı, Giacometti’nin dünya görüşünün onu duygulandırdığı zamanlar olduysa da yaşamının sonunda bunlardan uzaklaştı. Öte yandan, eserlerinin Fransa’da kalmasını istedi. Bu yüzden, benim ölümümden sonra hepsinin Institut de France’a kalmalarını vasiyet ettim; bu kurumun kurucuları arasında soyadını taşıdığım büyük büyük babam da bulunur. Mübin’in sevdiği yazar Rimbaud idi, Pléiade yayınlarından çıkan bütün kitaplarını okumuştu; bu kitapların da Enver’in karısı Nazan yengeme kalmalarını istedim; ne de olsa Sorbonne’dan Fransız Dili ve Edebiyatı diploması almıştı.
Mübin bana tercihini belirterek, aslında ulaşmış olduğu ve eserlerine kaynaklık eden arınmışlığın altını bir kez daha çiziyordu. Renk bu arınmışlığın bir sonucudur; tıpkı yaşamın tüm zenginliğinin aslında oksijen, hidrojen ve karbon atomlarının bir araya gelmesinin bir sonucu olması gibi.
Arınmışlık
Mübin ile aramızdaki konuşmalar hep iki biçimde gerçekleşirdi; ya Mübin onu şaşırtan, sinirlendiren ya da etkileyen bir şeyi bana anlatmaya koyulurdu -ki bu oldukça sıkıntılı olurdu çünkü annesinin ölümü ve babasının ona kardeşlerinden adeta çalarak verdiği aşırı sevgi dolayısıyla Mübin duygu dünyasını açıkça dile getirmeyi hiçbir zaman tam olarak öğrenememişti- ya da aramızda, eserlerindeki ustalık konusunda sessiz bir tartışma sürerdi. Mübin her bir eserinin taşıdığı ağırlığı kesin olarak bilirdi ve buna dair bir yargıda bulunduğumda “Sen nereden bileceksin ki!” diye atılırdı. Benim, onun eserleri üzerinde yoğunlaşabilme yetim normalin ötesindeydi, dolayısıyla eserlerini değerlendirme konusunda beni eşiti kabul etmişti. Fakat bazı guajları ve tuvalleri zorla elinden almaya kalktığımda, yumruk yumruğa dövüşmenin sınırından dönerdik.
Eserlerini aramızdaki insani ilişkiden daha fazla önemsiyor olmama boyun eğdi. Ben ise, bu karşılaşma sayesinde, eserlerinin özünün Mübin’in kendinden türediklerini öğrendim. Ortaya çıkan her parçanın yalnız onun hissettiği bir anlam olgunluğuna ermesi için, yine onun belirlediği bir zaman boyunca yanlarında kalması gerekiyordu. Mübin’e annesinin piyano çaldığını söylediğimde, yine aynı biçimde atılarak “Sen nereden bileceksin ki!” demişti, oysa söylediğim doğruydu; ben de çocukken piyano çalmıştım.
Yaşamımızın büyük bir bölümü Mübin’in renklere, benim sözcüklere döktüğüm bir görünmezliğin içinde geçti; Mübin’in sırrı bu. Sanatı gönüllü ve gizli bir el etek çekmeydi, çalışmaları da içinden yaşamsal sıvısının geçtiği omuriliği. Sırrının ne olduğunu bulmama şaşırması olağandı; bana eserleri konusunda istediğim gibi hareket etme özgürlüğünü vermesi de bu yüzden olmalıydı. Bütün disiplini, içindeki bütün istek resmindeydi. Bana ölmeden önce korkusuzluktan söz etmişti, oysa günlük yaşamda sorumsuz, hatta zayıf görünürdü. Babası tarafından diğer çocuklardan öyle ayrı tutulmuş ve öyle şımartılmıştı ki gerçek dünya hakkında yanlış bir görüş edinmişti. Onu gerçekliğin ve kendi kendinin karşısına ben koydum; bu yüzden en sonuna kadar ona baba demeyi reddettim ve çocukluğumdan itibaren hep ressam olarak tanındığı ismiyle seslendim. Sınırlar, onun önüne hiç çizilmemişti; kendisi, kendi kendisinin önüne daha da azını koymuştu. Onun yapamadıklarını yapmamı sağlayan aklıma güvendiği için huzur içinde öldü. İnsan kimliğiyle ressam kimliği arasındaki bu fark, eserlerinin gücünü açıklıyor. Günlük yaşamda yapamadıklarını bir eseri yaratırken yapıyordu; işte simya buradaydı. Bazen Selim onun renkleri kullanarak görünmez bir maddeyi, mutlak bir zorunluluğa tercüme etmesi karşısında hayranlıkla, “baban bir dahi” derdi. Onun renklerle yaptığını, kimi zaman sözcüklerle yapmayı denerken düşünüyorum da bence bu dahilik değil, şamanlık. Ne de olsa bozkırlardan geliyoruz...
Guajlar
Son yıllarında fiziksel yorgunluğunun arttığı ve parasız zamanlarında daha ucuz malzemeleri tercih ettiği düşünüldüğünde, Mübin’in bütün eserleri içinde kâğıt üzerine guajla gerçekleştirilmiş işlerin öne çıkması olağandır, ancak bu eserlerin aynı zamanda, sanatının evrimine dair ayırt edici olma özellikleri vardır.
Selim, minyatürden çıkıp heykele doğru yol alır. Mübin ise, askerlik için Türkiye’ye seyahat ettiği 1964-1967 yıllarında zirvesine ulaşan büyük boy yağlıboya tuvallerden guajlara doğru gider. Başlarda kâğıt üzerine gerçekleştirdiği çalışmalar bir hazırlık aşamasıdır, bunun kanıtları vardır, fakat bu çalışmalar zamanla sanatının özüne, en ince, en güzel haline dönüşür. Ben, söz konusu Türkiye seyahatini çocuk halimle yanlış bulmuştum; Sainsburyler şaşırmıştı, galerisi bu seyahatin Mübin’in Paris kariyerini mahvettiğini sonradan kabul etti. Selim ve Maussion da aynı fikirdelerdi. Bu seyahat, Mübin’in yaşamının sonunda Türkiye’ye karşı duyduğu olumsuz duyguların da kaynağındaydı. Ancak bu vesileyle 1970’lerden itibaren gelişen göz kamaştırıcı kâğıt işleri, Mübin’in dünya sanat tarihine attığı imza oldu. Bunlar, masasının üzerine eğilmiş, atalarından kalma minyatürü işleyen bir adamın mahremiyetiyle, evrenselin birleşimiydi. NASA’nın uzay fotoğrafları ile Mübin’in resimleri arasındaki benzerlik kuvvetlidir: İkisi de evrenin onsuz var olamayacağı ışığın bir tercümesidir. Maddenin muhteviyatını ya da uzayın boşluğunu belirleyen; birinde ışın hareketleri, diğerinde ise el hareketleridir. Eserlerinin başarısı da buradadır. İnsan beyninin hem doğuştan sahip olduğu hem de sonradan edindiği kodlardan örülmüş kabuğunu kırmıştır. İslam dini içine demirlemiş olan sûfizmin amacı da tam budur. Selim bunun farkındaydı; Maussion’un mahremiyetini açık etmek istemem ama o da aynı yolu izledi.
Kâğıdın desteği Mübin’e sanatını yoğun ve kesintisiz bir biçimde gerçekleştirmenin olanağını sağladı. Sessizliğimi neden bozduğumu anlamak artık zor değil: Sanatı bir yatırımdan ibaret görenlerin, sanat ile yalnızca kendilerine sosyal bir yer edinme derdinde olanların ya da varoluşlarındaki derin boşluğu doldurmanın peşinde koşanların bıraktıkları lekelerden arındırarak Mübin’in eserlerine sahip oldukları büyüklüğü iade etmek istiyorum.
Mübin’in bir eserinin yer aldığı her yerde, bu eseri hayranlık ve hayret ile karşılayacak birileri de olacak; önemli olan yalnızca bu.
Comments