“‘Aklından bile geçirme,’ denilen şeyleri aklımdan geçirdim ve yazdım.” Zeynep Göğüş yeni romanı Işık Ülkesinden’i bu sözlerle anlatıyor. Yazar bu ilk kurmaca denemesinde “Biz kimiz?” sorusundan yola çıkmış ve Türkiye’nin yüzyıla yayılan hikayesini, bir ailenin üzerinden anlatmış. Hem de çok iyi bildiği bir ailenin üzerinden...
1135 kelime
Zeynep Göğüş, Fotoğraf: Nevzat Sayın
Sizi gazeteciliğinizle tanıdık. Bir anda niçin edebiyat dünyasına adım atmak istediniz? Bir gazeteci olarak ele aldığınız mevzuları dile getirmenin bir diğer yolu mu kurmaca? Yoksa kurmaca evreni kendi gerçekliğini, kendi hikayelerini; yani tabiri caizse kendi Zeynep Göğüş’ünü de talep ediyor mu?
Roman yazma fikri çok uzun zamandır vardı kafamda, 30 yıldır desem? Gazeteciliğin yoğun sürüklemesi engel oldu sanırım. Gazetecilik geçmişi kurmaca için hem bir avantaj hem de bir zayıflık olabilir. Özellikle ilk kez roman ya da öykü yazmaya oturduğunuzda belgesel diline kayma riski var. Bir de, uzun yıllar köşe sahibi olduğunuzdan, herkes sizi zaten yazar olarak gördüğü için özgüvenin dozu kaçabilir. Bilmediğim bir dünyaya girdiğimin bilinciyle hareket edip, Murat Gülsoy yaratıcı yazarlık atölyesinde bu işi öğrenerek başladım yazmaya. Kurmaca evreni ile haber, tamamen iki farklı yol.
“Olaylar gerçek hayattan kimi izler taşımakla beraber tamamen kurgu ürünüdür.” Bu notla başlıyor kitabınız. Her roman şu ya da bu şekilde yazarının hikayesini anlatır fakat, bunun bir ilk roman olduğunu da hesaba katarsak sormadan geçemeyeceğim: Işık Ülkesinden kitabında kendi hayat hikayenizle ne kadar paralellik var?
Romanın ithaf bölümünde yazmıştım; hepimiz hikaye anlatıcısıyız. Anlata anlata hem bizi biz yapan hikayeleri yazıyor hem de hikayeleri anlata anlata kendimizi kuruyor ve sonunda anlatmaktan hoşlandığımız hikayelere dönüşüyor olabiliriz. Sonra da bir bakıyoruz, ne kadarının gerçek, ne kadarının kurmaca olduğunu anlamamız imkansız hale gelmiş. Işık Ülkesinden’de çocukluğumdan izler var.
"Kimlik" ve "aidiyet" kitaba damgasını vuran kavramlar. Kitapta "aidiyet" ne kadar mekânsal; "mekân" kavramının ne kadarı fiziksel olarak ele alındı?
Aidiyet kavramından gireyim konuya. Bir yere ya da herhangi bir şeye ne kadar ait olduğumuzu en çok coğrafya üzerinden anlamak mümkün. Bu beşerî coğrafya da olur, fiziki coğrafya da olur. Fiziki coğrafya derken, haritada bulunduğunuz yerle ilişkili bir aidiyetten söz ediyorum. Beşerî coğrafya ise ait olduğumuz toplulukla ilişkili. Ve her ikisi de mekânsal. Bir yanda dağlar, nehirler, zeytinlikler, deniz. Diğer yanda evler, trenler, tekkeler… Göztepe’deki köşk romanda fiziksel bir mekân olarak yer almakla birlikte, içinde yaşayan farklı kimlikteki insanların anılarıyla birlikte düşündüğümüzde bir Türkiye metaforu.
“Evet, dünya tekinsiz bir yer. Sanırım sanatçılar bunu daha çok hissedenler.”
Eleştirmen Nilüfer Kuyaş kitabınızdan da bahsettiği bir yazısında “Belki de, yerleşmenin tekinsizliğidir, yani dünyaya yeniden çocukluk evimizdeki gibi yerleşebilmenin imkânsızlığıdır, o özlemdir, şiiri ve edebiyatı asıl yaratan dürtü...” diyor. Özellikle ülkemizde bunun ne kadar geçerli olduğunu düşünüyorsunuz? Türkiye toplumunda “yerleşebilmek” bir arzudan mı ibaret sadece? Yaratıcı üretimlerimizin ne kadarı bu gerginlikten besleniyor?
Bıraksanız herkes ana rahmine döner, oradaki rahatlık sonradan hiçbir yerde yok. Çocukluk evi de çoğunlukla bunun bir uzantısı. Giderek geride bıraktığımız tüm mekanlar da bu uzantının uzantısı, en azından öyle olsun istiyoruz. Hızlı kentleşme yüzünden hiçbirimiz çocukluk evimizde yaşlanamıyoruz. Sürekli taşınma hali. Türkiye bir göç ülkesi derken, iç göçü de katıyorum. Hatta aynı şehrin içinde sürekli bir oraya bir buraya taşınmayı da. Yerleşmek zaman alan bir şey. Bu düşünce hattında ilerlersek, evet, dünya tekinsiz bir yer. Sanırım sanatçılar bunu daha çok hissedenler. Edebiyata yansımasıyla bakarsam, Balkanlar’dan göç üzerinde az yazıldı. Hepimiz göçmeniz aslında. Türkçede bazı önemli eserler var. Yahya Kemal Kaybolan Şehir şiirini neden yazdı? Necati Cumalı’nın Makedonya 1900’ü neden kaleme aldı? Cumhuriyet’in sonraki kuşaklarından Ayla Kutlu’nun Bir Göçmen Kuştu O romanı beni bu konuda ilk düşündüren roman oldu diyebilirim. Orta sonda olmalıyım, Kafka’nın Amerika’sını okurken de sarsılmıştım. Almanya’daki Türkler de edebiyata giriş yaptı. Ne kadarı edebiyat sınıflamasına girecek bilemesem de kimlik ve aile tarihleri üzerinden yazılmış göç kitaplarının önümüzdeki dönemde artacağını düşünüyorum.
“Reel politik kendini romana dayatıyor, yazar onu davet etmese de bu böyle.”
Işık Ülkesinden bir Bektaşilik anlatısı aslında bir yandan da… Kitabın kimlik vurgusuna bu kadar odaklandığını da göz önünde bulundurarak, bir Rumeli hikayesinde Bektaşilik’in neden bu kadar ana bir damar olduğunu merak ediyorum doğrusu.
Çünkü Bektaşiliği anlamadan Rumeli’yi anlamak mümkün değil de ondan… Rumeli’yi anlamadan da Türkiye’yi çözmek kolay değil. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının çoğu, suyun öte tarafından gelmiş. Osmanlı Rumeli’ye hoşgörü meselesi yüzünden Bektaşilerle girmiş, ordu da Bektaşi. Rumeli Bektaşi tekkeleri ile dolu. Ne zaman ki 1826’da II. Mahmut Yeniçeri Ordusunu lağvediyor, Rumeli’deki Bektaşi tekkelerinin bundan böyle Sünni esaslarla yönetilmesi isteniyor. Söz dinlemeyen tekkeler yıkılıyor. Dönüşerek ne kadar dindar olsalar da Rumelilerin sosyal mirasına sinmiş olan ve Bektaşilikten kaynaklanan özgürlükçü, esprili bir ruh var.
Zeytin ağaçlarına da başrollerden biri verilmiş. Ana karakterlerden biri olan aile büyüğü Veli Bayraktar zeytin ağaçlarıyla dertleşiyor. Yeni evlerine ulaşan aile zeytin ağaçlarından güç alıyor. Neden zeytin ağacı? Reel politiğe bir göndermeden söz etmek mümkün mü?
Zeytinlikler aidiyet kurmakta öne çıkıyor. “Ölmez ağacı” adı da verilen zeytin ağaçları ve zeytinliklerle ilgili mekân anlatımı kaçınılmaz olarak gelecek fikrini çok ileriye taşıyor. Reel politik kendini romana dayatıyor, yazar onu davet etmese de bu böyle. Nazım’ın Yaşamaya Dair şiirindeki gibi, “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, /yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin, / hem öyle çocuklarına kalır falan diye değil, / ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / yaşamak yanı ağır bastığından.”
“Kahramanların kendi bakış açılarından konuştukları, her birinin kendi adına var olduğu bir ailede gezinerek hetero-discursive denilen bir yaklaşımla yazdım.”
Çoğunlukla hızlı akan, sinematografik bir dünya kuran bir anlatı Işık Ülkesinden. Fakat zaman zaman gerçeküstü öğeler de baş gösterip her şeyi daha oyunlu bir hale getirebiliyor. Kendinize nasıl bir edebi dünya kurmak istediniz? İlhamlarınız nelerdi; edebi kaynaklarınız kimlerdi?
Yıllar boyu okuduklarımdı edebi kaynaklarım. Bu kaynaklar ne kadar çeşitli olursa ve doğudan batıya ne kadar geniş bir coğrafyaya yayılıyorsa o kadar iyi. Dünyaya tepeden bakan ve her şeyi gören tanrı yazar denilen tarz beni ürküttü. Öyle olursa yazarın kendi bakış açısının satırlara hâkim olması riski vardı. Bu yüzden kahramanların kendi bakış açılarından konuştukları, her birinin kendi adına var olduğu bir ailede gezinerek hetero-discursive denilen bir yaklaşımla yazdım. Bir yandan da ormanda bilmediğim patikalara saptım. Arada hoş sürprizler çıktı karşıma, kendi yazdığıma kendim şaşırdım. Gerçeküstü öğelerin devreye girdiği yerleri yazarken çok keyif aldım. Hepimizin biraz uçmaya ihtiyacı var diye düşünüyorum.” Aklından bile geçirme” denilen şeyleri aklımdan geçirdim ve yazdım.
Çok uzun bir döneme yayılan bir roman bu. Cumhuriyet öncesinden başlıyor, 80’li yıllara kadar uzanıyor. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları var. Nasıl bir araştırma süreci geçirdiniz? Ailede sözlü tarih çalışmaları yaptınız mı? Bu kadar büyük meseleleri ele alıyor olmak sizi korkutmadı mı?
Meselelerin büyüklüğünden değil de uzun yazmaktan korktum. Sonuçta kimse çantasında bir takozla dolaşmayı sevmiyor. Ben de gerektiği kadar yazmayı seviyorum. Ayrıca Bektaşilik için de aynısı geçerli. Sırlara dayalı bir öğreti uzun uzun anlatılmasa iyi olurdu. Önce özet çıkarıp sınırlarımı belirledim, karakterleri eledim. Biraz da atımı hızlı koşturdum, keşke şurada biraz daha oyalansam dediğim yerler olmadı değil. Tarih hep sevdiğim bir alandı, bildiğim konuları daha ayrıntılı okumam gerekti. Hoş sürprizlerle de karşılaştım. Örneğin çayın İstanbul’a yaygın girişinin 1950’lerin ilk yarısındaki ekonomik kriz yüzünden kahve ithalatı yasaklanınca olduğunu bilmiyordum. Öğrenince de 1930-40’lardaki çay sahnelerini kaldırmam gerekti. Sanki bin yıldır çay içiyormuşuz gibi bunu söylediğimde herkes şaşırdı. Sünnet düğünü sahnesi için tuluat tarihini ve İsmail Dümbüllü’nün hayatını okumak, eski kitapların peşine düşmek gibi hoşluklar yaşadım. Yazma kısmını çok sevdim, ama araştırma kısmı da keyifli oldu…
Коментарі