Murat Alat, her hafta farklı altyapılardan gelen sanat yazarları ile bir araya gelerek güncel sanatın en hararetli tartışma noktalarından olan sanat eleştirisi ve yazını üzerine konuşuyor. Serinin bu haftaki konuğu İlker Cihan Biner
2209 kelime
İlker Cihan Biner, Fotoğraf: Hakan Sorar, Düzenleyen: Ahmet Rüstem Ekici
Herhangi bir alanda konuşurken bazı temel kavramlar konusunda muhataplarımızla mutabık olduğumuz varsayımıyla yola koyuluyoruz. Ancak muhabbet ilerledikçe bu mutabık olma halinin aslında bir sanrı olduğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple güncel sanat eleştirisinden bahsedeceksek ilk olarak eleştirinin ne olduğunu tanımlamamız gerek diye düşünüyorum. Neticede tüm tanımları kapsayan tek bir tanıma ulaşmaya çabalamasak da tanımlar çokluğuna ulaşmak için farklı pozisyonlardan bu soruyu tekrar ve tekrar sormak niyetindeyim. Evet bir sanat eleştirmeni olarak senin pozisyonunda "eleştiri nedir?"
"Eleştiri nedir"den çok pratik olarak “Eleştiriyi nasıl mümkün kılabiliriz?” sorusunu sorarak mevzuyu genişletip hareketlendirebiliriz. Zira eleştiri dediğimiz mefhum eserle ilişki kurarak gelişir. Onun içindeki dalgalanmalarla, problemlerle, fazlalıklarla diyaloglar kurar. Analizin estetikle buluşabilmesi bir atletizm ya da performans sürecidir. Bu durum zaman içerisinde çalışmaya yer yer yakınlaşır, onunla müzakere eder ama kimi zaman da ona mesafe alır. Ama her şeyden önce eleştirel bakışın çalışmayı bütünüyle görebilmesi için kendini esere teslim etmesi gerekir. Eleştirinin ufku da eserden yeni fikirler, duyumsamalar çıkarabildiği ölçüde genişler.
Bu durumda eleştiri sanat eseriyle diyalog halinde olan, muhabbet eden, eserden bağımsız bir yaratıdır diyebilir miyiz? Sanat eleştirisinin de sanat olması gerekliliği geliyor aklıma. Eleştiri pratik olarak hangi zemine yerleşiyor gözünde?
Sanat eleştirisinde kalkış noktası olarak estetik pratikler ile olan diyalog eserin bir tık daha ileri gidebilmesi, genişlemesi ya da ters-yüz edilebilmesi için yapılır. Esere kendi kanaatlerinizi dayattığınız veya çalışmayla ilişkili kendinizi doğrulamak için bir şeyler karaladığınız an mevzu başkalaşır. Onu parçalayıp, içinde barınan kavramsal izlerin, tekniğin mutlaka gözlerinin içine bakmamız gerekir. Bu halde sanatsal eleştirinin kendine has dünya yaratabilmesi, maddesellik kazanabilmesi için kapı açılır; çünkü eleştiride yorumla fikir arasında keskin bir ayrım var. Esas mesele eserden yeni fikirler üretmek. Bugün en büyük sorunlardan biri de estetik pratiklere dair yorum içerikli, cılız metinlere "sanat eleştirisi" denmesi.
Eleştirmen olarak bizim araçlarımız kavramlar, sanat ise duygulanımlarla işliyor. Bu noktada eser eleştiri karşılaşması kavram ve duygulanım karşılaşması olarak beliriyor. Senin eserlere yaklaşımında hangisi öncü veya bu ikisi arasındaki ilişki nasıl. Pek çok eleştiri ya da yorum metninde eserlere kavram giydirilmesini görüyoruz. Hatta bu durum zaman zaman bir talep olarak da gelebiliyor.
Sorduğun mesele dünyayı nasıl gördüğümüzle ilişkili. Kavramlar gündelik yaşamda karşılaştığımız kanılardan, genellemelerden farklı işler. Özgül sorunlara yönelir ve verili anlam kümelerini aşmaya çalışırlar. Bahsettiğin duygulanım kavramla birbirine dolaşık. Ne ikisi birbirine karşıt ne de sentez olarak durur. Etkin güç olma yolunda iki madde olarak dolaşıklıklarını vurgulayabiliriz.
Hani başta dünyayı nasıl gördüğümüzle ilişkili demiştim. Evet, dünya her zaman baktığımızdan çok daha fazlası, hâliyle kavramlar yaratma sürecinin duygudurumların yoğunluklarıyla birlikte estetikten azade olmadığını söyleyebiliriz.
Sanırım kavramsal sanatın gücü de buradan geliyor. Bir yaratım biçimi olarak düşündüğümüz sanat, şeyler üretmektense senin tabirinle duygulanımlara dolaşık kavramlar üretiyor. Eleştirmenin pozisyonu da burada kendini gösteriyor. Eleştirmen hakim olduğu kavramlara sanat eserinin içinde başka formlarda rastlıyor kendi söylemine çeki düzen veriyor ve onu esnetiyor. Karşılıklı bir esneme oluyor ve esasında estetik form da bir limit aşımına gidiyor bu süreçte. Eleştirmen -ki ben burada teorisyen kelimesine geçeceğim- bir yaratım sürecinde sanatçıyla koşut çalışıyor. Pratikte de güncel sanatın metne olan bağlılığını buradan açıklayabiliriz sanıyorum. Metin işin yoldaşı olarak beliriyor. Yalnız karıştırmamak lazım tek bir metin değil bir metinler çoğulluğu eseri canlı kılıyor. Dünya nasıl her zaman gördüğümüzden daha fazlasıysa sanat eseri de her zaman gördüğümüzün sınırlarını aşıyor. Bu minvalde metnin eseri tüketmeye yönelik bir çabadan kaçınması gerekiyor. Buradan geçip sana güncel sanatın sosyo-politik ile olan ilişkisini sormak istiyorum, madem konumuz dünya.
Dediğin mevzuda sanatta temsil sorunu ile karşılaşıyoruz. Yer yer şöyle tıkanmış bir soru devreye girebiliyor: Sanatın hedefi sessiz, unutulmuş, temsil edilmeyenleri temsil etmeyi mi amaçlar? Sanatın sosyo-politik meselelerle ilişkisi bağlamında bu sual 50'lerle birlikte feminist sanat dediğimiz biçimlerde de ortaya çıkar. Örneğin; ilk dönem feminist sanat diyebileceğimiz dalga ana akımın temsili dışında bırakılmış kadınlara ışık tutma amacı taşıyan bir özelliğe sahipti. Bugün konu siyahlara, işçilere veya madun örgütlenmelere kadar çekilebiliyor. Lakin bende şu soruyu ortaya atmak isterim: Kendimizde bir şeyleri nasıl işleyebiliriz? Esas mesele yalnızca patriyarkal veya sömürgeci düzenekler mi? Burada ezilenleri imâ etmeyen maddesellik soruları gündeme geliyor. Sanat yalnızca eleştiri olarak çalışmaz. Dolayısıyla sömürgeci, eril, muhafazakar iktidar yapılarını ifşa etmekle yetinmeyip kendi ayakları üstünde durabilen ve başkasına bir şeyler söyleyebilen eserleri nasıl üretebilirim sorusuna da pay bırakmak gerekiyor. Mevzu devrimcilikse eğer en değerli sanat eserlerinin çeşitli isyanlar yarattığını unutmayalım. 19. yüzyılda akademik resmin normlarının ihlali, Stravinsky'nin bahar ayini, Duchamp'ın pisuvarı gibi deneysel yenilikler hep tartışmalar yaratmıştır. O halde eserin sosyo-politik yapısını konuşurken bizlere ne yapmamız gerektiğini söyleyen ahlakçılıktan uzak durmamız şart. Çünkü politik bir mesajı iletmeye kalkıştığımızda eserin ölçülemez doğasını indirgemiş oluruz. Birilerini eğitmeye, bilgilendirmeye kalkışan bir sanat anlayışı bizleri Zhdanov'un hastalıklı-sağlıklı sanat ikiliğine götürebilir. Tüm bu sınırları aşabilmek için bazı kilit kelimeleri konuşabiliriz: Estetiğin işlevi içerisinde "yaratım", "yeni" ve "özerklik" nasıl duygulanımlar yaratır? Ya da şöyle bir soruya nasıl cevaplar verebiliriz: Sanatta özerkliği nereden konuşabiliriz?
Türkiye’de 90’lar ve 2000’ler sanatı, modern iktidar yapılarını ve bunların lokal tezahürlerini eleştirerek var oldu. Lakin coğrafyanın yaşadığı en baskıcı durumda benzer bir politik dil görünmüyor. Belki bu baskı durumunda iktidara cepheden taarruz etmek değil de iktidarın kullandığı ölüm aygıtının karşısına sanatın doğum imkanlarını, yaratış imkanlarını çıkarmak gerekiyor. Sen bu süreci nasıl okuyorsun. Gördüğün bir sanatsal kalkışma hareketi var mı üzerine ölü toprağı serpilmiş ölümle beslenen bu coğrafyada?
Express Dergisi’nin Gezi direnişine ayrılan sayısının kapağında "Cihat Burak'ın çıplaklarıyız" ifadesini gördüğümde heyecanlanmıştım. Cümle ilk başta çok mu temsili duruyor demiştim ama sonrasında ilham verici ve bedene kudret katan şeylerin varlığını hissetmiştim.
Senin de ifade ettiğin üzere 12 Eylül'den çok daha şiddetli bir ölüm makinası ile karşı karşıyayız. Yargısal makamlar dahil olmak üzere kurumlar artık tek bir kişinin etrafında örgütleniyor. Tutuklamalar, skandallar, muhbir vatandaş tipolojisi, ölümler derken... Kürt coğrafyasında pek çok kent yerle bir edildi. Bu bağlamda "çıplaklık" mevzusuna dönersek; siyaset bilimi literatüründe hep olumsuz bir kavram olarak yer alıyor. "Homo sacer" diye de çevrilen kavram kimi filozoflarca derinlemesine işlendi. İktidar pratiklerinin "istisna hali" uygulamalarında kamusal mekânlardan dışlanan bedenler olarak "homo sacer"... Lakin artık arketip haline gelen çıplak insan mevzusunun olumlu olarak da çevrilebileceğini düşünebiliriz. Zoe (çıplak yaşam) thanatos diyebileceğimiz eros'un karşıtı olan ölümcül dürtülere kurban edilmemeli. Bu yüzden thanatos sabitlemesi beni rahatsız ediyor. İşte "Cihat Burak'ın çıplaklarıyız" ifadesine de bu bağlamda işaret etmek istedim. Yine bir önceki cevabın sonunda söylediğim gibi "özerklik", "yaratıcılık" gibi mevzularla karşı karşıyayız. Estetik pratiklerin düzenlenişi tam da burada başlıyor. Hani Foucault'nun cümlesi var ya: "İktidarın olduğu yerde direniş vardır." Çok değerli bir cümle olmakla birlikte direnişin iktidarın düzenlemelerini aşan estetik pratikleri olduğunu düşünüyorum. Elbette yaşamın (zoe) yoğunluğunu yakalayabilmek ve bu güçlerden neler yapılabileceğini düşünmek zorlu bir mücadele süreci. George Elliot asırlar öncesinden seslenerek "kozmik kükremelere" sırtımızı dönmememiz gerektiğini söylemişti. Sen ne düşünüyorsun?
Aslında Agamben Homo Sacer'den bahsederken Benjamin’e gönderme yaparak gerçek Homo Sacer'ler olmamız lazım minvalinde bir şeyler der. Zeynep Sayın'ın son kitabı Ölüm Terbiyesi de bu civarlarda dolaşıyor. Yani iktidar ölüm hükmümüzü vermeden bizim ölmeyi kabul etmemiz. Özgürleşmek için ölmeden önce ölmemizden bahsediyor. Sanat siyaset konusuna gelince, ben siyasete hep mesafeliyim. Benim ilgi alanım politika ve de sanat yapısı gereği politikadan bağımsız düşünülemez gibi geliyor, ama bu her sanat eserinin kendine konu olarak siyasal olayları seçmesi gerektiği demek değil. Konu seçimi son derece önemsiz bir şey önemli olan formun direniş gücü ihtiva etmesi. Bence sanat 2000'lerdeki direk politik hattında uzaklaşıyor gönlüm ister ki yanaştığı liman hızla değişen dünyada değişen insanlığımızın “ne”liğine dair araştırma ve egzersizlerin yapıldığı bir yer olsun. Heidegger'in lügatıyla konuşacaksak ontik değil ontolojik olana baksın. Yeni medya bu konuda zayıfta olsa bir umut barındırıyor, senin gözünde yeni teknolojiler yeni bir sanat tanımı getirebilecekler mi?
Yeni medya ve estetik ilişkisinde çok önemli şeyler var. Umuttan bahsettin. Nedir burada bizi geleceğe dair hareketlendiren? Bir kere doğallıkla yapaylık arasındaki keskin sınırlar bulanıklaşıyor. Beden ileri teknolojik bağlamlarda yoğunlaşıp görünür kılınan imgeler yaratabiliyor. Öte yandan bu anlayış sonu Star Warslar'a kadar giden teleolojik tarihsel perspektiflerden de uzakta. Teknik, metinsel, mitik, politik olan dolaşık biçimlerde birbiri içine geçebiliyor. Aralarında ağsal örüntüler oluşturan ilişkiler yaratabiliyor. Doğa-kültür devamlılığı böyle işliyor. Mesela bir zamanlar tuvaldeki fırça izlerine bakılırdı. Hala bakabiliriz fakat video görüntülerinin yarattığı heterojen alanları düşünürsek çok çeşitli ifade rejimlerine kapı açtığını görebiliriz. Elektronik olarak renkleri karıştırılmış gerçek gibi görünen kayalıkların tepesindeki insansı yaratıkları düşünelim. Biçimi heykeller gibi, dokusu saf ışık titreşimleriyle oluşmuş varlıklar elektronik dalgalarla tekil fikirlerin ışıltısını imleyebiliyor. Bazen öyle elektronik biçimlerle de karşılaşıyoruz ki; hafıza sahnelerine de dönüşebiliyor. Görüntü mecrası belgeyi oluşturan makine haline geliyor. Kuşkusuz tekil estetik pratikler üzerinden de konuşmak gerek. Yine de halihazırda ortaya çıkan görsel belirtilere işaret etmek istedim.
Ben doğallıkla yapaylık arasında bir sınır olduğunu hiç düşünememiştim lakin bir paradigma değişiminin olduğu aşikar. İnsan alışageldiğimiz tanımların dışında tanımlanmak zorunda. Dünya deneyimimiz değişiyor, varoluş kiplerimiz değişiyor. Yeni medyadan beklentim bu yeni varoluş biçimlerini ve beraberinde gelen toplumsal sistemlerin peçesini açması. Sorum şu olacak, günümüz sanatında metin çok önemli bir yer tutuyor ama yeni medya dolayımsız deneyimi daha ön plana çıkarıyor acaba biz eleştirmenlere yer olacak mı yeni düzende?
Geçen yıllarda Beyaz Show'a bağlanıp çocuklar ölmesin diyen Ayşe öğretmen resim öğretmeniymiş. İrfan Aktan'a verdiği söyleşide yaşadığı şehirde defalarca askeri operasyonların ortasında kaldığını ve yer yer mülksüzleşme riskiyle burun buruna geldiğini anlattı. "Yaşadıklarımı anlatsam tuvalime siyah boya fırlatmak isterdim" dedi. Gazeteci ve ressam Zehra Doğan yakın zamana kadar hapisteydi. İçeride Nusaybin'de yaşanan katliami resmetmeye çalışıyordu. Bu iki kadına baktığımızda estetik çaba ile karşılaşıyoruz. Mesela neden sanat çevreleri Zehra Doğan ile Ayşe Öğretmen’i gündemine almadı? Zehra Doğan'ın resimleri devlet şiddetini unutmayan, tanıklık diyebileceğimiz belgelere dönüşüyor. Banksy dahi çıkıp Doğan'ı duvarlara resmetmeye başladı, çünkü çalışmalarında anlatısal eklenme yani belge, resim aynı hizaya gelip imgesel güçlere dönüşüyor. Sanat eleştirisi işte böyle geçişliliklerden yararlanmak zorunda. Metne sıkışıp akademik temayüllerle nereye kadar gidebiliriz? Felaketi Adorno'nun "Auschwitz" fikriyle değerlendirmeye alıştık ama yepyeni iktidar dinamikleriyle karşı karşıyayız. Hiç tanımadığımız alternatif mecralarda gazetecilik yapmaya çalışan insanlar hapiste resim yapıp yaşadıklarını bir yere kaydetmeye çalışıyor. Bu sesi duymamız ve onlara dokunmamız gerekiyor. Sanat eleştirisinin bu bağlamda yeni medyayı yakalayıp son hızla bir şeyler yapması şart. Reklamvari tanıtım metinleri, torpilli insanların karma sergileri, jestten başka bir şey yapmayan taklit performanslardan öte rotayı çevirmek lazım. Unutmayalım ki "başka dünyanın ihtimali" fikri acımasız bir eleştiriden geçiyor.
Güncel sanat teorik olarak sanat tarihinin ve klasik estetik felsefesinin dışında bir mıntıkada işliyor. Bunun en açık göstergesi eleştirmenlerin / yazarların farklı arka planlara bilgi donanımlarına sahip olmaları. Sen sanat yaklaşırken nasıl bir alet çantasını yanına alıyorsun. Yakın durduğun alanlar neler? Hangi mıntıkalardan besleniyorsun? Hayatta kalabilme fikrini konuşabilme, geliştirebilme ve derinleştirme bizim için çok önemli. Burada benlik meselesi gündeme geliyor. Hepimiz birer parçayız. Tamamlanmamışlık barındırıyoruz. Bu yüzden başkalarıyla bir araya gelebiliyoruz. Köklenmemiş hallerimizle kısmi bağlantılar kuruyoruz. Ama nasıl temaslar kurmamız gerektiği önemli.
Kendi adıma şeylerle ilişkimde aşağıdan, kenarlardan, dipten görmeye gayret ediyorum. Ezilme, dışarıda bırakılma, kıyıya vurma benim için önemli. Mevcut durumların aşılması adına sağlam ipuçları taşıyorlar. Aynı zamanda bölünmüşlüğümüz ya da tamamlanmamışlığımızla konumlarımızın hesabını da verebiliriz. Neredeyiz? Nasıl gelişebiliriz? gibi soruları sorabilmeliyiz. Öznelliğimizin farklara açılması ve topoğrafyasının genişlemesi adına hesap verilebilirlik son derece önemli.
Bahsettiğim girişimler dünyayı yeniden konumlandırmayı devreye sokuyor. Tabi buna ek olarak optik araçlar oluşturmayı da konuşmalıyız. Bedenli görme benim açımdan mühim. Beraberinde başka bir geometriyi getiriyor. William James’in önemsediğim bir cümlesi var: "İçinde oturduğum oda nasıl aynı anda hem dışarıda hem içimizde olabilir?" Veya başka bir örnek vereyim: Soğuk havada üşürüz ve üzerimize kalın şeyler alırız. Yani oturduğumuz odayı deneyimler veya kışın soğuğu içimizde hissederiz. Fark edilecektir ki; fizik meselesiyle karşılaşıyoruz. Bedenli görme hadisesi gördüğün şeyle doğrudan ilişki kuruyor. Bakışın analitik çerçevesi artık özne-nesne karşıtlığından ikisinin birbirine düğümlenmesine doğru genişliyor. Bu estetiği tek boyutta veya sadece malzemeye indirgemeyen bir kavrayıştır. Dünyayı yeniden konumlandırma demiştim. Evet, kısmi yerlerimizden küreyi döndürelim ve estetik denen içi boşaltılmış mefhumu yeniden parlatalım.
Bir gülü düşünelim. Bitkiye bakarken onu anlatmaya koyuluruz. Kelime ya da görüntünün kendisi ile yola çıkar, her bakışta gülü başka biçimlerde resmeder ya da yazarız. Nesne ile kurduğumuz ilişki hareketli olma özelliği taşır.
Fark deneyimi güle dair estetik kıvrımları gündeme getirir. Bu biraz da Cézanne’nin elma ve vazo meselesine benziyor. Ressam klişelere karşı sürdürdüğü mücadelesinde elma ve vazoyu tanımayı başarır. Hırpalanarak, yapıp ettiklerini söküp yeniden başa dönerek eserlerini yapar. Güle dönersek onun fiziğini dikkate almaktan bahsediyorum. İmge üremeleri, etkileşim derken estetik ile doğa bilimlerinin iç içe geçtiğini görüyoruz. Yukarıda yeni medyayı konuşurken video görüntülerinin yarattığı heterojen alanları işaret etmiştim. Madde ve enerji konusu her ne kadar söyleşimizin kapsamını aşsa da estetik pratiklerin bunlardan azade olduğunu söyleyemeyiz.
Aklıma geçenlerde Manifold’ta çıkan Gökhan Kodalak’ın bir yazısı geldi. Metin sanat eserinin cansız kılınmasını eleştiriyordu. Canlı-cansız geriliminin gördüğümüz şeyleri sabitleştirdiğini izah ederek bakışımızı katılaştırdığını söylüyordu. Yazı benim de katıldığım değerli bir metin olma özelliği taşıyor. Bedenlerimiz bir dayanak noktası ve nesnelerle kurduğumuz ilişki etkindir. Benliğimiz dışarıyla temas eder ya da deneyimleyerek kendini kaldırır. Bu bağlamda benlikle beden birbirine dolaşık biçime sahiptir. Kodalak’ın yazısının çevresinde dolanarak eser esasında deneyimlediğimiz şey. Başta eleştiriyi bu yüzden eylemli olarak niteledim. Bedenli görme meselesi dediğim şey böyle gelişiyor.
Bir zamanlar simülasyonların hiper-gerçek mekânlarının sapma hızının etkilerinden bahsederlerdi. Babanın yasası, gösterenlerin sonsuz oyunu, imgeselin imkânsızlığı…
Dünya ters çevrilmiş biçimlerde önümüze kondu. Kuşkusuz tüm bu saptamalar yolumuzu aydınlattı. Tahakküm mekanizmalarını görünür kıldı. Ama bir yerde durdu ve etkinleştirememenin sinizminde boğuldu.
Bence olanaklı alegoriler yaratmalıyız. Nitekim dünya anlamla bedenin her daim kuvvetli bağının figürü. Sürekli değişen cisimlenmeleriyle, özne ve nesnelerin kombinasyonlarıyla ortaya bir şeyler sunabilmeliyiz.
İşte sana ışıldayan ve genişleyen bir alet çantası.
Comentarios