Murat Alat, her hafta farklı altyapılardan gelen sanat yazarları ile bir araya gelerek güncel sanatın en hararetli tartışma noktalarından olan sanat eleştirisi ve yazını üzerine konuşuyor. Serinin bu haftaki konuğu Ulya Soley
1849 kelime
Ulya Soley
Hem kürator de yazar olarak faaliyet gösteriyorsun. Hem yorumlanacak sergileri ortaya çıkarıyorsun hem de yeri geldiğinde metin yazıyorsun bu nedenle, oyunun iki tarafında da yer alan biri olarak sana soruyorum, eleştiri nedir?
Aslında oyunun iki tarafı olarak adlandırdığın taraflar bence karşılıklı durmaktan ziyade çoğu zaman iç içe geçiyor. Bir sergiyi kurgulamak da işler üzerine düşünmekle başlıyor, kurgulanmış bir sergi hakkında yazmak da. Genel olarak baktığımda sergiler hakkında yazdığım yazılara eleştiri demek doğru olmayabilir, sergilerin eleştirisinden çok bir okumasını yapıyorum. Benim için bu okumalar hem sergiyi bütün olarak derinlemesine düşünmek hem de sanatçıların pratiğini daha iyi anlayabilmek için bir yöntem. Yazı yazma pratiği düşünme, okuma, izleme süreçlerimin her zaman önemli bir parçası oldu. Bu yazıların büyük bir kısmını da aldığım notlar oluşturuyor. Bazen bu notların arasından sergi fikrine katkıda bulunabilecek, küratöryel bir metinde kendine yer bulabilecek şeyler çıkıyor, bazen ise başka bir sergi hakkında yazdığım yazıya katkısı olabilecek fikirler veya alıntılar. Yani ikisi gerçekten de ayrı düşünemediğim, beraber ilerleyen süreçler. Eleştirinin ne olduğuna dönecek olursam, bence eleştiri bir serginin veya işin nasıl olması gerektiği hakkında fikir sahibi olmak ve o serginin olması gerekene ne kadar yakın veya uzak olduğunu işleri betimleyerek belirtmek. Benimse bir sergi üzerine düşünme sürecim bu şekilde ilerlemiyor. Örneğin sergi üzerine yazabileceğim bir kurgu hikâyeye bile eleştiriden daha yakınım.
Aslında eleştiriyi bir yorumlama faaliyeti olarak gördüğümüzde, sınırlarını kurmaca hikayeyi de içine alabilecek şekilde genişletebiliriz. Peki bir eser okuması yaparken nasıl bir yol izliyorsun? İlk olarak baktığın şeyler neler?
Bu konuda izlediğim yol iki türlü olabiliyor. Eğer sanatçıyla birebir iletişim kurmam mümkünse, yazımı bu iletişimin ardından şekillendirmeyi tercih ediyorum. Sanatçının işi anlatma biçimi, serginin geneliyle o iş arasında kurduğu bağlantılar, şekillendirirken yararlandığı kaynaklar, başka referanslar veya kişisel başka hikayeler çok ilgimi çekiyor. Genelde bunların hiçbirini doğrudan yazıda kullanmıyorum ama işin okuması bu bilgilerin ışığında şekilleniyor. Eğer bu şekilde bir iletişim mümkün değilse, bu bağlantıları, referansları ben kurguluyor oluyorum. Gördüğüm eser, okuduğum, izlediğim, baktığım, dinlediğim, tükettiğim herhangi bir şey ile örtüşebiliyor. Bu tür bağlantılar kurarak başlıyorum. Deneyimlediklerimin birbirine dokunan, birbiriyle örtüşen taraflarına odaklanarak bir ağ oluşturmaya çalışıyorum. Yani bahsettiğimiz eser her zaman çok daha büyük bir resmin bir parçası olarak bir yere oturuyor. Dolayısıyla okuması da bu büyük resme ve içindeki öğelerin birbirleriyle ilişkilerine değinerek, eserin o resmi oluşturan öğelerle nasıl ilişkilendiğine odaklanıyor.
Eser okuması yaparken benim karşıma en çok çıkan sorulardan biri de, yaptığım okumanın sanatçının aklından geçip geçmemiş olduğu. Sanatçının niyetinin, ya da aklından geçenlerin eser üzerinde bir hakimiyeti olduğunu düşünüyor musun? Bir eseri okumak için sanatçısını tanımamız gerekiyor mu?
Gerekmiyor elbette, ama tanımak eserin okumasını tamamen değiştiriyor. Birinin diğerinden daha doğru olduğunu düşünmüyorum, sadece farklı okuma biçimleri. Sanatçının geçirdiği süreçten haberdar olmak, önceki işlerini takip etmiş ve eserin üretim sürecinde diyalog içinde olmak, esere belli bir perspektiften bakmaya, yaklaşmaya sebep oluyor. Diğer türlü farklı bağlantılar kurma konusunda daha özgür hissedilebiliyor ve yazı belki de sanatçının hiç aklından geçmemiş başka konulara açılabiliyor.
Güncel sanatta sanat eserleri ve sergilerlerle bunların üzerine yazılan metinlerin ilişkileri çok yakın. Bu yakınlığı diğer sanat dallarında bu kadar net göremezken güncel sanatı bu kadar metne bağlı kılan şey ne? Küratör metinleri, duvar tekstleri, katalog yazıları derken neden her sergi beraberinde bir kavramsal metin yığınıyla beraber geliyor? Sanatı bu metinlerden bağımsız düşünmek mümkün mü?
Bağımsız düşünmek mümkün olabilir ama bu alanda çalışan, üreten ve yazanların bildikleri her şeyi unutup bir esere bakabilmesi pek mümkün olmayabilir. Baktığımız her şeyi bir bağlam dahilinde görüyoruz. Dediğin gibi genelde eseri açıklayan veya bir bağlama oturtan metinler izleyiciye sunuluyor. Bunlar, eser açıklaması veya küratöryel metin formunda karşımıza çıkabiliyor. Açıkçası bir eser hakkında yazarken de bu metinleri dikkate almamak çok zor. Ama bu metinler olmasa bile, daha önce gördüklerimiz, okuduklarımız ve deneyimlediklerimiz ışığında yeni gördüğümüz bir şeye anında bir çerçeve çizebiliyor, bir metinle bağdaştırabiliyoruz. Bana kalırsa işin bağlamı, yani öncesiyle ve öngörülenle ilişkisi önemli. Bahsettiğin “kavramsal metin yığını” da bu anlamda çok değerli, çünkü kişisel deneyimimde bir işin merak uyandıran, düşündüren, ilgimi çeken özellikleri metin veya herhangi bir aracı olmadan algılanabilen “güzelliği”, “uyandırdığı hisler” veya “güçlü tekniği” olmuyor. Bu anlamda yine iki farklı deneyimden bahsetmek mümkün: Birincisi herhangi bir metin aracılığı olmaksızın bir işe bakmak, onu okumak ikincisi ise işe dair bir metin okuduktan sonra onu deneyimlemek.
Güncel sanatı yorumlayabilmek için çok farklı bir donanımı gerekebiliyor. Sadece sanat tarihi bilgisi yeterli olmuyor hatta bazen gerekli bile olmayabiliyor. Sanatla profesyonel olarak ilgilenen pek çok entelektüel farklı teorik bagajlarla oyuna dahil oluyorlar. Peki senin heybende neler var. Nerelerden besleniyorsun?
Bence yeterli veya gerekliden ziyade, nasıl bir arka planın varsa onun üzerinden bir okuma yapıyorsun. Yani nelerden besleniyorsan, bir eseri görme, yorumlama biçiminde etkili oluyor. Ben sanat tarihinin yanında psikoloji okudum, bu iki dalın kesişim alanı oldukça geniş. Benzer konulara farklı açılardan yaklaşmaları sebebiyle de iki disiplini ortak düşünebilme pratiği geliştirebilmemde yardımcı oldu. Uzun zamandır odaklandığım konuların başında ise İnternet sonrası düşünme/üretme biçimleri, bu kapsamda sanat mecralarının nasıl dönüştüğü, değiştiği ve nereye evrilebileceği geliyor. Bu çok geniş konunun kapsamına giren sergileri ve yazıları takip ediyorum. Bu alanla ilgilenen ve teorik yazan yazarların genel yaklaşımı, çok hızlı değişen güncel durumun bir analizi ve birtakım gelecek öngörüleri yapmak oluyor. Okumayı yine de çok sevdiğim bu yaklaşımın bir problemi, pek çok konuyu bir perspektif üzerinden yorumlayarak çok sayıda farklı alan üzerinde nispeten daha sığ bir fikir yürütme şeklinde tezahür edebiliyor olması. Yani her bir kelimeye odaklanmanın gerekebileceği yakın bir okumadan ziyade daha hızlı tüketilen ve hatta neredeyse basılır basılmaz okumazsanız güncel duyulmayabilecek bir teorik üretim söz konusu. Bu kaynakların yanı sıra, yine bu konulara odaklanan edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik üretimlerinden de besleniyorum.
İnternet imgelerle olan ilişkimizi kökten değiştirdi. Ortalama bir İnternet kullanıcısı gün içinde bir yığın imgeye maruz kalıp, gitmediği sergilerden haberdar olabiliyor. İmgenin bu hızlı akışına alışan bedenler ziyaret ettikleir sergileri de bir çırpıda gezip bitirmeye teşne olabiliyorlar. Hatta bildiğim bazı yazarlar yeri geldiğinde sadece serginin fotoğraflarına bakıp yazı yazabiliyorlar. Bu noktada bedensel deneyim ve mekânın etkisi gibi unsurlar es geçiliyor gibi. Dijital mecralar sergi deneyimini ne yönde etkiliyor?
İnternet’le olan ilişkimiz düşünme, görme, dinleme ve genel olarak yaşama biçimlerimizi değiştirdi. Bunların elbette sergi gezme deneyimimize de etkisi oldu. Sergiler de bu değişime adapte olmaya başladı, özellikle kurumlar daha ulaşılabilir ve güncel kalabilmek adına sergilere dijital deneyimler entegre ediyor. Dediğin gibi, çok fazla imgeye, sese maruz kalıyoruz. Bu bir nevi, fotoğrafın keşfi ve basının yaygınlaşmasından beri artarak devam eden ve İnternet’le beraber en yoğun halini alan bir süreç. Aslında belki maruz kalmak yerine deneyimliyoruz demek daha doğru olabilir. Yalnızca Facebook'a her gün 300 milyon fotoğraf yükleniyor. Bütün bu veriyi ayıklamak, filtreden geçirmek elbette kolay değil. Bu filtrelemenin bir kısmını algoritmalar bir kısmını kullanıcılar yapıyor. Bütün bu veriyi filtreleme pratiği bizlere görselleri öncekinden farklı bir şekilde işlemekten başka bir alternatif bırakmıyor. Görsel artık bir karşılıklı konuşma aracı. Tamamen kelimelerin yerini almış değil belki ama artık ağırlıklı olarak görsel bir dille konuşuyor ve iletişim kuruyoruz. Günde ortalama 200 kez telefonumuza bakıyoruz. Soruna geri dönecek olursam, güncel görme ve iletişim kurma biçimlerimiz sergi gezme deneyimimizi de şekillendiriyor. Dediğin gibi, belki sergiler daha hızlı geziliyor ama bu negatif bir şey olmak zorunda değil, belki de web ve sosyal medya davranışına benzer şekilde, sergiyi “tarayıp”, ilgimizi çeken bir esere yönleniyor ve onun önünde daha uzun vakit geçiriyoruz. İçerikle ilgili bilgi sahibi olabileceğimiz başka kaynaklara anında erişip o eserle ilgili sergi söyleminin dışında neler yazıldığına bakabiliyor, kendi yolculuğumuzu istediğimiz hızda şekillendiriyoruz. Dijital erişimin kesinlikle özgürleştirici ve sorgulamaya, daha fazla araştırmaya teşvik eden bir tarafı var.
Ama bu hız kimi zaman bir felaket de getirmiyor değil. İşle karşılaşmış olmak, işi bedensel olarak deneyimlemek yerine işe bakıp geçmek ve bilgiyi işten üretmektense işi hakkında üretilmiş ve çoğu zamanda klişelere saplanıp kalmış metinlerden alabiliyoruz. Metinlerin işlerin önüne geçtiği sıkça duyduğum bir şikayet. Özellikle yeni medya diye adlandırılan alanda üretilen işlerin bu sorunu aşmaya çalıştığını düşünüyorum. Yeni medya ile yeni bir sanat deneyimi mümkün mü? Ve tabii konumuza dönersek yeni medya sanat ve metin ilişkisini de dönüştürüyor mu? Aslında bir işe İnternet üzerinde bakmak, onun hakkında bir metin okuyup oradan bilgi almak şeklinde kurguladığın bu senaryo, bana göre yine de bir felaket senaryosu değil. İnternet daha gündelik ve spontane bir karşılaşma alanı olabilir, bir müzeye gitmekten bu anlamda farklı çünkü ikincisi bir planlama gerektiriyor. Fakat daha gündelik olması bu karşılaşmayı değersiz kılmıyor. Metinle kurulan ilişki ise çok kişisel, “işin önüne geçtiği” hakkındaki endişe, işle metnin arasında bir yarış olduğuna dair bir yanılsama doğuruyor. Bu durumu sorunsallaştırmadığım için yeni medyanın da bir çözüm sunduğunu düşünmüyorum. Sanat-metin ilişkisi, örneğin işin dijital ortamda üretilmiş olması, artırılmış/sanal gerçeklik olarak deneyimlenmesi veya katılımcıların hareketine duyarlı sensörlerle dinamik bir şekilde değişmesi gibi “yeni medya” başlığı altında düşündüğümüz bu özellikler sebebiyle neden değişsin? Bir işi yalnızca mecrasına odaklanarak değil çok farklı katmanlarıyla düşünüyoruz, deneyimliyoruz. Dolayısıyla bir resim hakkında metin yazmakla çok ekranlı bir yerleştirme veya web işi hakkında yazmak arasında, sanat-metin ilişkisi bağlamında bir fark olması gerektiğini düşünmüyorum. Elbette teknolojideki değişimler, ilerlemeler, az önce de bahsettiğim gibi düşünme, görme ve algılama biçimlerimizi değiştiriyor, dolayısıyla bu yalnızca sanat alanında değil, genel yazına da yansıyor. Dijital platformların formatları ve karakter sınırları, metinlerin dilini birebir etkiliyor ve belirleyici oluyor. Hız, dikkat süresinin azalması gibi faktörler dikkate alınarak kısa ve dikkat çekici bir dil öne çıkarılıyor. Fakat genel eğilimin bu yönde olması, artık bir esere dair kapsamlı bir yazının yazılmayacağı anlamına gelmiyor. Mecraların değişimi, dönüşümü veya farklı deneyimler sunuyor olmasının sanat ile metin arasındaki güçlü ilişkiyi zedeleyeceğini sanmıyorum.
Aslında yazı ile iş arasındaki ilişkinin değişmesinden kastım güncel sanatın kavramlarla, teoriyle olan karşılıklı ilişkisinde bir dönüşüme gidilmekte olup olmadığına dair bir sorgulamaydı. Sanatın önünde estetik deneyimin öncellendiği bir alan açılıyor olabilir mi? Elbette her daim sanat üzerine yazı yazılabilir ve yazılacaktır ama güncel sanatta iş ve metin bir birlerini tamamlıyorlar. Belki dijital sanat metni işin dışına çıkarabilir, metin tekrardan iş üzerine yazılan bir şey konumuna dönebilir. Burada taraf tutmuyorum sadece mevcut durumu anlamaya çalışıyorum. Teori ile sanat ilişkisi hala çok güçlü. Belki mecranın dijitale evrilmesi ile estetik olarak daha gösterişli ve genelde kişisel dijital paylaşımların arka planı haline gelerek kitleler tarafından ilgi gösterilen işler görmeye, deneyimlemeye başladık. Bu işlerde estetik deneyim ön planda olabiliyor fakat bu, sanatı metinden “kurtaran” bir alan açılımının aksine apolitikleştiren ve basitleştiren bir araç. Mevcut durumda, dediğin gibi, bu tür işlerle sık sık karşılaşıyoruz ancak dijital bundan ibaret değil. Metinle çok güçlü bir ilişki kuran, veya metinden ibaret olan dijital işler de var.
O zaman son olarak bu bağlamda senin sanatta ya da düşüncede güncel olarak gördüğün, heyecanlandığın neler var?
Farklı yaklaşımları bir araya getiren deneysel yazı formlarını heyecan verici buluyorum. Şiir ve kurgunun sanat üzerine yazılan yazılarda veya eser metinlerine alternatif olarak sergi alanlarında karşıma çıkması sevdiğim bir pratik. Bu tür metinlerin eserle izleyici arasındaki mesafeyi azalttığını ve çok daha farklı bağlantılar kurulmasına izin verdiğini düşünüyorum. Teorik metinlerde ise bugüne dair okumalar ve bu okumalar ışında yapılan gelecek öngörüleri dikkatimi çekiyor. Çok genel anlamda başlık vermem gerekirse son dönemde teknoloji ve iklim değişikliği üzerine oldukça fazla yazılıyor. Bu tür metinlerin heyecan verici tarafı çok güncel ve gerçekten bugüne dair olmaları. Neredeyse basıldıktan birkaç yıl sonra okunduğunda çoktan etkisini kaybetmiş olacaklarına dair bir his yaratıyorlar. Bu his, tamamen günümüz pratikleri sebebiyle gelişen, dolayısıyla da bugüne ait bir his. Metinlerin güncelliğini koruma süresinin çok hızlı bir şekilde kısalıyor olması ve bu durumun sanat üretimi ile ilişkisi de ilgimi çekiyor.
Comments