Ulay olarak bilinen Alman asıllı sanatçı Frank Uwe Laysiepen, 2 Mart 2020 tarihinde, 76 yaşında, bu dünyaya veda etti. Sanatçıyı "ebedi dostu" Ali Akay'ın metniyle, saygıyla anıyoruz
Yazı: Ali Akay
Ulay, S'HE, 1973, Auto-polaroid Type SX 70
Pera Müzesi için bir Balkan sergisi hazırlamaktaydım, adı: Balkanlardan gelen Soğuk Hava (10 Kasım 2016-07 Mayıs 2017). Yıllar süren hazırlık aşamasında, sergi toplantıları için Ljubljana’ya ilk gidişimde, önce eski öğrencim ve artık arkadaşım Ajhan Bajmaku ile buluştuk. Toplantıya katılan Museum and Galleries of Ljubljana müdürü Blaz Persin ve küratörü Alenka Premrov ile birlikte bilhassa IRWIN adlı sanatçı grubundan arkadaşlarım bu konuda bana destek olmak istemekteydiler. (Onların sergilerini daha önce beraber gerçekleştirmiştik). Birlikte Şehir Müzesi’ne ait kamusal bir galeri olan Mestna Galeri’de toplantılara katılmıştım. Toplantı yoğun geçiyordu. Onlara serginin öznesinin “Balkan Dağları” olduğunu söylediğimde, önce şaşırmışlardı. Tek başıma bütün Balkan bölgesi için çalışmam gerekmişti. Bu coğrafi ve sanatsal bölgeyi, bir şekilde, çeşitli seyahatlerle ve okumalarla tanımaya çalışmaktaydım. 2000’li yılların ortasından beri Balkanlar üzerine düşünüyor ve okuyordum. Ama daha doğru olması için Alenka Premrov ile birlikte çalıştık.
İlk olarak sergi hazırlıkları söyle başladı: Kosova’da Priştine ve Prizen’e, yine oralı olan iki öğrencim, Ajhan Bajmaku ve Sezgin Boynik ile Priştine ve Prizenli arkadaşlarıyla hem konferans vermek hem de bir video bienaline küratörlük etmek üzere gittiğimde, ilk Kosova izlenimlerimi oradaki yerel bir gazeteye yazmıştım. Bazı Kosovalılar o zaman Birleşmiş Milletler’in kontrolünde olan ve daha ülke olarak tanınmayan bu topraklara "UNMİKistan" diyorlardı. Birleşmiş Milletler askerlerine verdikleri ad (araba plakaları) ile kendi ülkelerini birleştirmekteydiler. Zaten otelimde BM askerleri kalmaktaydı. Yabancı veya turist pek yoktu. Bir sürü kafe ana caddeyi yol boyunca çerçevelemekteydi. Ajhan kafeleri çok seviyordu. Illy marka kahvenin bulunduğu kafeler Euro kullanıyorlardı ve Paris’te orta halli bir kafede içilen kahveyle aşağı yukarı aynı fiyatın ödendiği yerlerdi. Yemekler ve lokantalar değil ama, bir bakıma, modernliği veya belki de dönem icabı post-modernliği ifade eden unsurlar bu kafelerdi. Seyahatte, külüstür bir arabayla Prizen’e de gitmiştik. Arabayı onların arkadaşı Samir kullanmaktaydı. Prizen’e daha sonra birkaç defa DokuFest adlı belgesel ve kısa film festivaline jüri olarak da gittim. Belgesel filmler ile birlikte konuşmalar ve paneller düzenlenmekteydi. Türkçe konuşulan bu şehrin bana en çarpıcı gelen yanı, Türkiye’nin Karadeniz kasabalarına benzeyen haliydi. Kosova deyince zaten köfteler ve etler meşhurdu.
Ljubljana ise bambaşka bir yerdi. Kosova’ya benzemiyordu. Başka bir Avrupa şehri gibiydi. Zaten ilk olarak orada bulunmuyordum. Demir Perde zamanında, 1977 yılında, arabayla tüm Balkanları kat ettikten sonra bana şaşırtıcı gelen bu şehrin Avrupalı görünümünde oluşuydu. Şehrin canlılığı o zamandan aklımda kalmıştı: Gece hayatı ve barları vardı. Burası, diğer yerlere nazaran Soğuk Savaş döneminde bile, dışarıdan gelenler için Batı Avrupalı bir yer olarak gözükmekteydi. Belki de bu şehrin Avusturya ile yakınlığı onu Doğu Bloku vaziyetinden uzaklaştırmaktaydı.
Akan nehrin iki yanında yine kafeler ve lokantalar dizilmişti. Yeşil bir şehir, sanki ekolojist bir yönetime sahipmiş gibiydi. Daha sonra zaten diğer toplantılar için gittiğimde gördüğüm bu şehrin Avrupa Birliği içinde bulunan en yeşil şehir olduğunu öğrenmiştim. Hatta bu şekilde bir ödül aldığını... 2017 yılında yapmış olduğum, Mırıltı adlı, Türkiye’den katılan üç sanatçının (Ayşe Erkmen, Seza Paker, Ali Kazma) olduğu sergide bir duvar sorununun çözerken Ayşe Erkmen bu yeşilliğe bir gönderme olarak in situ bir yerleştirme yapmıştı. Tüm eserler bir “mırıltı” üzerine kuruluydu.
Bu topralara ilk seyahatim sırasında, hem Slavoj Žižek hem de Ulay ile karşılaşmam söz konusu olacaktı. Žižek’i zaten İstanbul’da daha evvel tanımıştım. Sıra Ulay ile karşılaşmaktaydı. Balkan sergisi için onları da serginin içine almak istiyordum. Ajhan Bajmaku, önceden buluşmamız için Ulay ile temas kurmuştu. Ama Žižek o sırada ya hastaydı ya da orada yoktu. Nihayetinde, Ulay ve eşi Lena Laypsieck bizi evlerinde bekliyorlardı. Nehre bakan güzel ferah ve aydınlık bir ev... Ulay ile sıcak bir temasımız oldu ve zaten daha sonra İstanbul’da Açıkekran’da video işlerinden sergisini gerçekleştirdiğim zaman bu dostluk büyüdü, ebedileşme yoluna girdi. İkimiz de gırgırı ciddilikle birleştirmeyi seviyorduk. Sigara ve içki konusunda da aynı yerlerde olduğumuzu düşündük ve gördük. O, benden fazla sigara içmekteydi, zaten benim gibi okazyonel sigara içen biri için, bu normaldi!
Daha sonra, Zürih’te Cabaret Voltaire’de, Manifesta sırasında, Ulay bir performans daha gerçekleştirmişti: Dada’ya yapmış olduğu bir göndermeyle, yer altından gelip, asansörden bir ölü gibi çıkıp, yavaş yavaş ilerleyerek oturduğu masa başında buz haline geliyor, Dada kitabının ilk baskısını elleriyle ısıtarak ona hayat veriyordu. Buzlarını çözerek, tarihi bugüne getirip, canlandırmak üzere bu performansı yapıyordu. Ve sonra dördümüz çıkıp (Ulay, ben, Seza Paker ve Lena Laypsieck) bira içmek için bir terasa oturduk. Telefonla beni arayan Osman Erden havaalanından gelip her zamanki gibi âdetten beyaz gömleğine eşlik eden bir şişe votkayı çıkardığında, Ulay da biz de çocuklar gibi gizli gizli, kahveden ısmarladığımız biraların içine votka dökerek, içtiğimiz biraları -eski İstanbul âdeti bir laf ile söylemek gerekirse- Arjantin’e (bira ve votka karışımı) çeviriyorduk.
Bu dostluk, yine başka bir sefer, performans sanatçısı Ulay’ın anlık bir performansına eşlik ettiğimde iyice pekişti. İstanbul Bienali sırasında, onunla birlikte, Bienal partisinin yapıldığı evdeki havuza atladığımızda, ikimiz de “şık havayı” birden bire “eğlence havasına” çevirmiştik. Arkasından Ulay, tabii ıslak elbiseleriyle yaptığı ısınma dansıyla, deyim yerinde olursa, Bienal partisini “patlatmıştı”. Sonra İstanbul eğlence hayatı devreye girmişti: Asya tarafından Avrupa tarafına tekneyle dönmekteydik. Bir özel tekneden başka bir özel tekneye tekila transferi buzlu bardaklarla geliyordu. Ulay, rakı ve şaraptan sonra ısınmak için tekilaya geçmek için sorusunu sormuştu; ama teknede bulunmayan içkinin bir telefon sonrasında anında buzlu bardaklarla gelmesi onu şaşırtmıştı. Avrupa’nın birçok yerinde bunun gerçekleşmesi zordu (absürt)! Zaten Ulay da ertesi gün kendisiyle yapılan söyleşide “ne Paris ne Londra, zaman İstanbul zamanı” diyerek, İstanbul’a methiye düzmekteydi.
Ulay, There is a Criminal Touch to Art, 1976
Tabii, Ulay’ın İstanbul macerası bu şekilde kalmadı, devam etti ama bu sefer sanal bir şekilde... Pera Müzesi’ndeki Balkan sergisine, daha evvel de göstermiş olduğum ve aslında Türkiye’yi direkt ilgilendiren, 1975’ten bir videosunu koymuştum. Bu, bir performansa aitti. Berlin’de, Ulay, Milli Müze’ye gelip, Hitler’in ve Alman milliyetçiliğinin ikonu olan Spitzweg adlı ressamın tablosunu koleksiyon sergisindeki yerinden kaldırıp, elinde bu eserle kaçmaya başlıyordu. Ulay’ın peşinden bekçiler koşuyordu. Tablo kolunun altındaydı ve dışarı çıkarak hızla uzaklaşıyordu. Performansı iyi hazırlayan biri olarak (bir hafta boyunca müzeyi izleyip takibe almıştı) ve oldukça sportif olan lastik ayakkabılarının da avantajıyla bekçilerin çok önünden koşarak uzaklaşarak araya mesafe koyan Ulay, kendisini orada bekleyen bir minibüse atlayıp, eserle birlikte hızla kaçıyordu. Ve sonra, karlar altındaki Kreuzberg mahallesine gidip, oradaki Türk bir ailenin evine gelerek duvardaki kopya bir resmi indirip, yerine müzeden kaçırılan resmi bir geceliğine asıyordu. Tüm performans videoya çekilmişti. “Bir suç olarak sanat” performansıydı. Belki de, Thomas de Quincy’nin Bir Güzel Sanat Eseri Olarak Kabul Edilen Cinayet kitabına da gönderme yapmıyor değildi? Suç ile sanat birbirlerini takip etmişti zaten, bazı zamanlarda ve tarih boyunca... Performansın sonunda Ulay kamuya ait bir telefon kabininden müzeyi arayıp, müze küratörüne “polise gitmeyin bu bir performanstır, yarın size eseri geri getireceğimi taahhüt ediyorum,” demekteydi (müze küratöründen tablonun zedelenmediğine dair bir kağıt istemişti). 1970’li yılların özgürlük ortamı içinde müze küratörü de bunu anlayışla karşılayarak performansın gerçekleşmesini kabul ediyordu. Ama yine de, bu performansı tartışmak üzere randevuya gittiğinde, tüm terör polisinin (1970’li yılların RAF -Kızıl Ordu Fraksiyonu- zamanında) etrafı sarmış olduğunu da görmemiş değildi. Berlin’de Türklerin, yabancı göçmen işçi olarak aşağılanmasına karşı bu performansı gerçekleştirdiğini söylüyordu.
Fakat şansa bakın ki, bu haber gazetelere ve televizyonlara çıkmış ve Alman şovenleri de bu olaydan pek memnun olmamışlardı. Bu yüzden bir gün sınırdan geçerken bir polis memurunun kendisini tanıması yüzünden başı belaya girmiş ve ait olduğu ülkenin pasaportunu bırakmak zorunda kalmıştı. Almanya’nın pasaportunu bırakıp, yaşamaya başladığı Amsterdam’ın, Hollanda’nın vatandaşlığına girmişti. Kader o ki, Pera Müzesi sergisi sırasında davet ettiğim şekilde, İstanbul’a gelecek ve performans üzerine bir konuşma yapacaktı. Ama...
Ulay’ın konuşmaları olağanüstü anlaşılır olduğu kadar aynı zamanda da bir o kadar siyasi ve felsefiydi. Bu heterojenliği büyük bir başarıyla birleştirmekteydi. Çok etkileyici bir konuşma tarzı vardı. Biz, onunla aramızda “ebedi dost” kavramını kullanmaktaydık. Ben éternel kelimesini kullanmaktaydım, o ise forever diye söylüyordu. Felsefi bir kavramı popüler hale hiç bozmadan sokması müthişti. Yani, talihsizlik o ki, tam da Ulay’ın İstanbul’a olacak seyahati sırasında Hollanda ile Türkiye’nin arası bozulmuştu. Beyoğlu, İstiklal Caddesi’nde garip insanlar ellerinde bıçaklarla Hollanda’yı temsil ettiğini düşündükleri (futbol seyircisi holiganlığı) portakalları bıçaklıyorlardı. Bu görüntü unutulacak gibi değildi: Komik mi yoksa acıklı mı, anlaşılabilir gibi değildi! Daha o sıralarda Türkiye’de, bu garip davranışlar oldukça yeniydi ve sonrasında devam edecek olan “çılgınlaşmanın” belki de ilk evreleriydi. Ulay, İstanbul’a gidip gitmemek konusunda Türk Konsolosluğu’nu aramış ama tatmin edici bir cevap alamamıştı. Yıllar evvel Alman Polisi’nin yaptığının başka türlüsünü İstanbul Havaalanı’nda yaşamak istemedi ve dolayısıyla gelmekten vazgeçti. Tarihin oyunu oydu ki, Türkiye’yi onurlandıracak (Alman Milli ressamını, göçmen Türklerin evine yerleştirmiş;Almanların “ misafir işçi” diye adlandırdıklarının evini seçmiş ve eserle burayı süslemişti) bir harekette bulunmuş; ama yıllar sonra, bu sebepten dolayı değiştirmek zorunda kaldığı pasaportu ona başka bir oyun oynamıştı: İstanbul’a gelmekten, riziko almamak üzere vazgeçmek.
Ulay, Soliloquy, 1972-1975
Son olarak Londra’da, Richard Saltoun Galeri’deki sergisine davet etmişti ama yine pasaport meselelerinden ve vize sorunlarından (Londra için kolay vize alınmıyordu) bu sergide ona eşlik edemedim. Ve sergisini göremedim. Sınırlar her zaman böyle oyunlar oynamakta. Hala izlemekte olduğumuz “mülteci krizinde” de görülebildiği gibi.
Ulay dosttu; insandı; ama asıl, öncü bir sanatçıydı: Polaroid fotoğraf makinaları ilk çıktığında, bunlarla performanslar gerçekleştireceğini anlayarak bu malzemeyi kendi sanatına edinmişti. Zaten Marina Abramović ile performanslarında, riskli olduğu kadar ince çizgiyi tutturan bedensel kuvveti onu her zaman başarılı kılmıştı. Her zaman nazikti; her zaman ilginç performanslar gerçekleştirmekteydi. Her zaman bedenini kullanmaktaydı. Ve inceliğiyle bakışındaki tavlayıcı zekâsı birleşmekteydi. Abramović ile ayrılma performansı olan Çin Seddi yürüyüşünde (Great Wall Walk) bile, kendisi zor alanda yürümeyi seçmiş ve daha rahat olan yolu, partneri Marina’ya bırakmıştı. Beden sanatı ve video fotoğraf kesişmesinden bir düşünce ortaya çıkarmıştı.
İkisi de çağdaş performans sanatının büyük ustalarıydı. Şu anda açık olan Sabancı Müzesi sergisi (daha görmedim ama) herhalde İstanbul sanat tarihi içinde muhakkak görülmesi gereken sergilerden biridir. Ulay da Türkiye’yi sevdi. Türkiye sanatseverleri ve sanatçıları da onu çok sevdi. Performansın akıl ve bedenin birleşmesinden geçtiğini, çift olunduğunda bile tek vücut olabilmenin kesinliğini sanat dünyasına gösterdi sanırım. Bedensel hareketin sözel olduğunu da... Sadece dil değil, vücut dilinin ifadesi üzerine odaklanmayı bildi. İfade edilenin, bir özneye ait ifade nesnesi değil, ama ifadenin bedeni kat ettiğinde ancak, ifadenin bir dile dönüşmekte olduğunun deneylerini gerçekleştirdi. Yalnız veya iki kişi her zaman teksesliliğin göstergesini sunmayı bildi. İstanbul’da yaptığım sergiye verdiğim isimden de anlaşılabileceği gibi, o tekseslilikten bir kimliksizleşme imkânı doğurmayı başaranlar arasındaydı.
Tekil olan bedeninin bir kimliğin sabitliğinde değil ama teksesliliğin çoğulluğunda olduğunu bilmekteydi. Varlıkta “var olanları çoğaltarak” gerçekleştirdiklerinin örneklerini sundu durdu bizlere. Ölümden sonra ebedileşmenin üçüncü tür bilgide gerçekleşmekte olduğunu ileri süren Spinoza’yı takip edersek, bedenin bir kısmı ölmekteyken büyük bir kısmı ebedi olarak kalmaktadır. Ulay belki de yaşadığı 76 yıllık güzel hayatının içinden geçerken bu örneği oluşturdu: Ebedileşti.
Komentáře