Umut ettiğimiz patlamalar
- Merve Akar Akgün
- 7 Nis
- 7 dakikada okunur
Galerist’te 26 Nisan tarihine kadar devam eden ve 40’a yakın sanatçının üretimlerini bir araya getiren Yanardağ Sevdalısı sergisinin küratörü Anlam de Coster ile konuştuk
Röportaj: Merve Akar Akgün

Anlam de Coster, Fotoğraf: Berk Kır
Anlam de Coster’in küratörlüğünü üstlendiği Yanardağ Sevdalısı adlı sergi 13 Mart tarihinde Galerist’te izleyiciyle buluştu. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika, Avrupa’nın farklı ülkeleri ve Türkiye’den 40’a yakın sanatçının yanardağların yaratıcı ve yıkıcı gücünün evrensel sembolizmini keşfe çıktığı sergi 26 Nisan tarihine dek devam edecek. Melike Abasıyanık Kurtiç, Beatrice Arraes, Dalya Baruh, Lysandre Begijn, Hera Büyüktaşcıyan, Alex Červený, Sophie Dries, Pietro Fabris, Azzurra Galatolo, Dimitris Gketsis, Cecilia Granara, Başak Günak, Mariana Hahn, Jen Hitchings, Ahmet Doğu İpek, Merve İşeri, Marie Jacotey, Onur Kılıç, Stanislao Lepri, Yıldız Moran, Lara Ögel, Zoë Paul, Anousha Payne, Moritz Eduard Pechuël-Loesche, Camila Rocha, Thiago Rocha Pitta, Friedrich Rehberg, Johanna Seidel, Yusuf Sevinçli, Pari Sofianou, Giorgio Sommer, Ayla Tavares, Ayça Telgeren, Margaret R. T hompson, Gina Tibbott, Elif Uras, Burcu Yağcıoğlu ve Robert Wilson’un yapıtlarını bir araya getiren serginin küratörüne merak ettiklerimizi sorduk.
Küratörlerin pratiğine içkin ve benim hep merak ettiğim bir şey var. İlk defa bu kadar açıkça sana soruyorum: Yapacağın sergiler hep kafanın bir yerlerinde hayata geçmeyi mi bekler? Ya da başka kelimelerle soracak olursam bir küratör olarak gündem ile kurduğun bağın dışında zihninde temaların var mı? Örneğin Yanardağ Sevdalısı sergisinin fikri ilk çıktığında muhtemelen komşu sınırda yer alan volkanik adalar grubu Santorini’deki patlama tehlikesi henüz gündemde değildi…
Herkes için aynı şey geçerli olmayabilir tabii ki ama içimde biriktirdiğim his ve sezgiler, bazen bir sanatçı, mekân, şiir ya da makale ile karşılaştığında bir sergi fikrine dönüşebiliyor. Bir de doğru yer ve zamanı bekleyen somut temalar var -başlıklarıyla, karakterleriyle onları içimde yaşatıyorum ve hayata geçecekleri ana kadar âdeta kar topluyorlar. Sanatçıların şahsi sergilerinin küratörlüğü başka bir bağlamda ele alınabilir ama onlarla yolların kesişmesi yine bu yıllara yayılan merak ve araştırmaların yarattığı “mutlu kazalar” diye düşünüyorum.
Yanardağ meselesi de yıllardır zihnimde, kalbimde dönüyordu. Önce masum bir aşk olarak 2001’de Pompeii’ye gitmemle başlayan ve takip eden sene Etna eteklerinde devam eden yanardağ tutkum, yıllar içerisinde evrildi. Özellikle Vezüv sanat tarihini en meşgul eden, kendine en çok kişiyi aşık eden yanardağ herhalde, ben ne ilk ne de son kurbanıyım. Santorini ise beni Atlantis spekülasyonları ve Minoa uygarlığının yıkılışı bağlamında büyülüyordu, güncel bir tehlikeye dönüşeceği aklıma gelmezdi.
2020 senesinde Susan Sontag’ın Yanardağ Sevdalısı kitabına denk gelmemle ise bu saplantı, bir sergi fikrine dönüştü. Galerist ekibi geçtiğimiz sene beni bir karma sergi yapmak üzere davet ettiğinde onlara bu fikri sundum ve çok şanslıyım ki başta galeri direktörü Müge Tümen Çubukçu olmak üzere tüm ekip bu heyecanımı paylaşınca bu hayalim gerçeğe dönüştü.
Romanı okurken volkanların üzerinde çalıştığım pek çok konunun kesişim kümesi olduğunu fark etmiştim – arkeoloji, Büyük Tur, psikanaliz, insanoğlu ve doğa ilişkisi, mitoloji, inisiasyon ve dönüşüm ritüelleri, simya... Malum, kitabın ana kahramanı hem tutkulu bir koleksiyoner, hem bir arkeoloji ve sanat meraklısı, hem de dünyanın ilk volkan gözlemcilerinden Sir William Hamilton. Kitapta yanardağ metaforu sosyal ve politik dönüşümlerden kişisel tutkulara uzanan pek çok temanın arka planını oluşturuyor. Volkanlar ve koleksiyonerlik arasındaki ilişki de bizim için kayda değer. Ölümlülüğün kaçınılmazlığına rağmen koleksiyoner nasıl inatla biriktirerek, tasnif ederek, kendini ve mirasını ölümsüz kılmaya çalışsa da yanardağlar, sahip olunamayanı ve doğanın yıkıcı gücüne karşı koyamayacağımızı hatırlatıyor. Yanardağ Sevdalısı sergisi de jeolojik bir fenomenden öte tutku, dönüşüm ve yeniden doğuş hakkında.
Yanardağ Sevdalısı sergisinden yerleştirme fotoğrafları
Serginin çıkış noktası (ve ismini aldığı) Susan Sontag’ın Yanardağ Sevdalısı romanı. Tutku, aşk, sanat, siyaset ve tarihin iç içe geçtiği bu hikâyede Sontag, hem bireysel ilişkileri hem de dönemin büyük olaylarını birlikte ele alır ve arka planda okura derin bir sorgulama alanı açar. Yanardağları bir imge olarak kullanınca bugün de ne kadar anlamlı yerlere oturtabildiğimizi görmek dehşet verici. Sergiye davet ettiğin sanatçıları “alegorik bir volkan” fikri etrafında topluyorsun. Sanatçıları yanardağ gibi bir imge etrafında üretmeye teşvik etmenin sendeki yansımaları neler oldu?
Sanatçılarla çalışırken onların bir temaya kendi perspektiflerinden nasıl yaklaştıklarını ve onu dönüştürdüklerini görmek her zaman ufuk açıcı oluyor. Yanardağ metaforu o kadar zengin ki, her sanatçı ona farklı bir yerden baktı. Kimisi onu kişisel bir patlama, içsel bir dönüşüm olarak ele aldı, kimisi tarih öncesi dönemlerdeki sembolizmine yöneldi. Bu süreçte kimileriyle pek çok kaynak ve sohbet paylaştık, kimileriyse tümüyle kendi dünyasına kapanarak üretti. Ben de büyük bir kısmını sergiye taşıyamadığım kuyulara daldım. Bu çeşitlilik izleyiciler ve benim için hem bir keşif alanı, hem de aynaya bakmak gibi.
Volkanların kendisi de sanatçılar gibi: sürekli değişiyor, hareket halinde, kontrol edilemez ama aynı zamanda kendine has bir ritmi var. Bazı sanatçıların yaratım süreçleri bir öz-yıkımı içerebiliyor, tıpkı kendi zirvelerini ve etrafındakileri yerle bir ederek patlayan ve yeni adalar üreten yanardağlar gibi. Kimi zaman bunu küratörler için de söylemek mümkün.
Bu süreçte benim için en ilginç olan şeylerden biri, yanardağların insanlar gibi karakterleri olduğunun farkına varmak oldu. İnsanlar, tarih boyunca volkanları tıpkı birer birey gibi adlandırmış, onlara insani özellikler atfetmiş, hatta onlarla duygusal bir ilişki kurmuş. Yanardağlar tanrı ve tanrıçalarla özdeşleştirilmiş, onların gazabından korkarak kurbanlar verilmiş.
Önce kendimin, sonra da hayranı olduğum yanardağ sevdalısı uzmanlar, şairler ve sanatçıların da yanardağlara adeta bir insanmış gibi yaklaştığını ve adeta aşık olduğunu gördüm. Bu konu üzerinde çalışmaya başlayan adeta efsunlanıyor ve geri dönemiyor, sanatçılarda da bunu gözlemledim.
Yanardağ Sevdalısı sergisinden yerleştirme fotoğrafları
Sigmund Freud’a göre, insan bilinçdışı duygu ve ihtiyaçların güdümünde olan irrasyonel bir canlı, evet. “Yanardağ, insan psişesinin bilinçdışı güçlerini temsil eden arketipsel bir figür olarak, içimizde uyuyan ilkel enerjileri, bastırılmış arzuları, gizli saplantıları ve patlayarak arınmanın katartik gücünü yansıtıyor.” Bültende okuduğum bu cümleden yola çıkarak soruyorum: Her birimiz patlamaya hazır yanardağlar olabilir miyiz? Bu konuda senin yaklaşımını kavramak çok güzel olur.
Kesinlikle! Aslında bu metafor iki yönlü olarak işliyor, hem yanardağlarda insanları, hem de insanlarda yanardağları görebiliyoruz. Psikanalizin doğuşuna giden yolda Pompeii’nin keşfinin büyük bir rolü var. Pompeii kazıları ve Vezüv Yanardağı’nın şehri küllerle örtmesi, Freud’ün bilinçaltı, bastırılmış anılar ve travma üzerine geliştirdiği fikirlerle örtüşüyordu. Freud de William Hamilton gibi tutkulu bir antik eser koleksiyoneriydi ve kabinesinde bir kaç kez ziyaret ettiği Pompeii’den parçalar vardı. Hatta bir konuşmasında “ben Vezüv’ün eteklerinde doğdum” demişti sanırım. Freud için arkeolojinin önemini merak edenlere Serol Teber ve Şenol Ayla’nın Didik Didik Freud podcast ve kitabını tavsiye ederim.
Uzmanlık alanım olmadığı için sürç-ü lisan edersem affola ama sezgisel olarak hissettiklerimin bu araştırma sürecinde Jung’un çerçevesine oturduğunu fark ettim. Yanardağlar, psikolojide dönüşümün güçlü bir arketipi olarak görülebilir. Hem yıkıcı hem de yaratıcı güçleri içinde barındıran bu sembol, özellikle Jung’un "gölge" kavramıyla ilişkilendirilebilir; bilinçdışında bastırılmış duygular, arzular ve içgüdülerin birikimini temsil eder. Magmanın yerin altında birikmesi gibi, bu bastırılmış enerjiler de zamanla yoğunlaşır ve baskı çok fazla olduğunda patlar—bu bazen duygusal patlamalar ya da kişisel krizler olabileceği gibi büyük yaratıcı sıçramalara da dönüşebilir.
Yanardağ patlaması bir nevi arınma ya da katarsis olarak da görülebilir; bu bu kaçınılmaz boşalma, yenilenmeye giden bir yol açar. Yıkım ilk bakışta korkutucu görünse de aynı zamanda üreticidir—çünkü lav, yeni ve verimli topraklar yaratır. Bu süreç, bireyleşme dediğimiz psikolojik yolculukla da örtüşür; burada eski psikolojik yapılar yıkılır ve daha bütünleşmiş, özgün bir benlik ortaya çıkar. En azından umut ettiğimiz patlamalar bunlar.
Yanardağlardaki ateş, Jung’un ilgilendiği simyasal dönüşüm açısından da çok anlamlı. Burada Empedokles’e de göz kırpmak lazım, bu konularda öğrenmem gereken daha çok şey var. Ateş, ruhsal dönüşümün gücünü temsil ediyor; artık gereksiz hale gelen unsurları yakarak, derinlerde saklı gerçekleri açığa çıkarıyor. Jung’un vurguladığı önemli kavramlardan biri de zıtlıkların gerilimi ve yanardağlar bunu kusursuz bir şekilde yansıtıyor: Gökyüzüne yükselen dağ ile yerin derinliklerine bağlı magma arasındaki bu dinamik, insanın ruhsal gelişimi sırasında yüksek idealler ve ilkel içgüdüler arasında denge kurma sürecini hatırlatıyor.
Kolektif ölçekte baktığımızda ise yanardağlar mitlerde tanrılar, iblisler veya ilahi güçlerle ilişkilendirilegelmiş. Genellikle hadesin girişi kabul ediliyorlar. Bu da onların kolektif bilinçdışındaki derin izlerini gösteriyor—yanardağlar sadece doğal olaylar değil, aynı zamanda insanlığın güç, korku ve dönüşümle olan ilişkisinin simgeleri.
Psikolojik açıdan bir yanardağla karşılaşmak—bu ister bir rüyada, bir sanat eserinde veya gerçek hayatta olsun—yaklaşan bir değişimi, bastırılmış duyguların açığa çıkma ihtiyacını veya güçlü enerjileri bilinçli bir şekilde yönlendirme gerekliliğini gösterebiliyor. Bu anlamda yanardağlar, yıkım ve yaratımın aynı sürecin iki yüzü olduğunu ve hem doğada hem de insan ruhunda bu döngünün sürekli tekrarlandığını hatırlatıyor. Bu spiral sergide de sıklıkla karşınıza çıkacak.
Solda: Camila Rocha, İlk Bitkinin Dünyadaki Manzarası, 2024, Tuval üzerine akrilik ve yağlıboya, 18 x 25 cm, Sanatçının ve Öktem Aykut’un izniyle
Ortada: Anousha Payne, Yükselen Ev (Pareidolia), 2024, Keten bez üzerine üzerine suluboya ve akrilik cila, 120 x 140 cm, Sanatçının ve Sperling’in izniyle.
Sağda: Jen Hitchings, 24 Saat (Yellowstone, Devedikenleriyle), 2024, Panel üzerine yağlıboya, 61 x 91,5 cm, Sanatçının ve Taymour Grahne Projects’in izniyle
Küratöryal yaklaşımında da kaosun getirdiği düzenden, verimlilikten bahsediyorsun. Eğer yeniden doğuş mümkünse, umut var demektir. Bugün Santorini’nin yeniden harekete geçme tehdidi beraberinde bu serginin açılıyor olması çok çarpıcı geliyor. Buradan hareketle genel bir soru sormak istiyorum: Küratörler kültürel anlatıların şekillendirilmesinde ve sanatın halka ulaştırılmasında çok önemli bir rol oynuyor. Bu bağlamda günümüz dünyasında küratörlerin rolünü sen nereye oturtuyorsun?
Yeryüzünde yaşamın varoluşu pek çok çelişki sayesinde mümkün. İnsanoğlunun öyküsü, hem bireysel, hem de kolektif düzeyde birbiriyle savaşan tezat güçlerin mücadelesi. Yanardağlar da bu anlamda çok güçlü bir sembol, çünkü bu paradoksu hem fiziksel hem sembolik olarak taşıyorlar. Düşünsene, nice ölümcül patlamaya ve öngörülemez doğalarına rağmen insanlar aktif volkanların yanında yaşamakta ısrar ediyor çünkü yanardağ uzun vadede bereket ve hayat kaynağı. Volkanların eteklerinde yaşayan pek çok topluluk, yanardağın onları koruduğuna inanıyor.
Bu sergiyi hayal ederken Ege’de bu tehlikenin tekrar gündeme geleceğini düşünmeme imkân yoktu. Yanardağları soyut bir metafor olarak ele alırken canlıları tehdit eden bir doğa olayı olduğunu hatırlamak hayli korkutucu. Bir yandan da bu kadar kudretli ve bilinmeyen bir tehdit olmaları onların çekim gücünü arttırıyor ve bizi düşünmeye itiyor – doğa kendi yarattığını kendi yok edebiliyor, bizim kontrolümüz hayli kısıtlı. Volkanlar hem dünyanın oluşumunu ve gezegenimizin yaşanabilir olmasını mümkün kılacak kadar hayati, hem de medeniyetleri ortadan kaldıracak yıkıcı paradoksal güce sahipler.
Küratörlerin rolü ya da rollerini bir kalıba sokan beylik laflar etmek bana düşmez ama zamanın ruhu yaptıklarımıza sızıyor ve belki de sanatçıları bir araya getirerek yapbozun parçalarını birleştirdikçe bunu görünür kılıyoruz. Bu sergi üzerine çalışmaya başlayınca konunun ne kadar güncel olduğunu, ne kadar çok sanatçıya dokunduğunu ve hatta aynı aylarda dünyanın farklı yerlerinde yanardağlar üzerine sergiler düzenlendiğini farkettim. Şahsen ilgimi çeken, sergilerin bir eser seçkisinden ibaret olmayıp, bir roman gibi kendilerine ait dünyaları olması. Sadece sanatçı ve izleyiciler arasında köprü kurmakla kalmayıp, sanatçılara da bir üretim ve düşünme kanalı açan, farklı dönemler, üretimler ve disiplinler arasında ilişki kurabilen anlatılarla karşılaşınca çok heyecanlanıyorum. Herhalde bu idealin özeti Jean Clair sergileri diyebilirim.
コメント