top of page
Yazarın fotoğrafıAhmet Ergenç

Ütopik Bürokratik: Mümkün mü?

Zilberman Istanbul, Memed Erdener’in yeni kişisel sergisi Ütopik Bürokratik’e ev sahipliği yapıyor. Disiplinlerarası üretimiyle ortaya koyduğu resim, heykel, kaligrafi, video ve yerleştirmeleriyle 20 yılı aşkın süredir üretimde bulunan Erdener’in sergisi 24 Mart 2021’e dek ziyarete açık


Röportaj: Ahmet Ergenç


Memed Erdener son sergisi Ütopik Bürokratik’te yeni bakanlıklar, bürolar ve müdürlükler icat ederek, “Mümkün mü? sorusuna “Neden olmasın?” diye cevap veren ütopik fragmanlar sunuyor. Hayali bir komitenin ürünü gibi duran cümle ve sloganlar insanı şöyle bir silkinip her şeyi yeniden düşünmeye sevk ediyor ve o kadim soruyu harekete geçiriyor: Başka bir ülke ve dünya mümkün mü? Bence bugün tam da yapılması gerekeni yapıp “başka bir hal” tahayyül eden serginin etkisine dair Erdener’e bazı cümleler ve sorular gönderdim, o da bazı cümleler ve imajlarla cevap verdi. Ve ortaya otorite, bürokrasi, ülkenin hali, dilin gücü, azınlıklar, çoğunluklar, tarih, ütopya, teori, pratik, iyiler, kötüler, alternatif dünyalar ve diğer şeyler üzerine bir sohbet çıktı. Okuyanları teorik ya da pratik anlamda‚ harekete geçirmesi dileğiyle.



Memed, şunu söyleyerek başlamak isterim: Ütopik Bürokratik adlı son sergin, insanda fena halde konuşma isteği uyandırıyor, sadece konuşma da değil, bir mitinge gitme, gizli bir toplantıda ya da komitede hararetle tartışma isteği gibi bir şey. Serginin bende böyle bir etkisi oldu: küçük ve büyük meseleleri masaya yatırmak, eyleme geçmek, “olay” çıkarmak gibi... Bu yüzden sergiye dair bir yazı yazmaktansa bir “röportaj”la konuşmak istedim. Buradan başlayalım: Serginin böyle provoke eden, eyleme geçiren bir tarafı olacağını hissetmiş ya da düşünmüş müydün?


Önce hayatımda ilk defa olumlu bir sergi yapma fikri ile büyülendim. Ardından bunun benim için zamanının geldiğini hissettim. Kendi eleştirel akışım ile buraya gelmiştim. Nereye mi? Bir iyilikler hanesine. Nasıl mı geldim:



Sergi, adıyla ve içeriğiyle çok önemli bir şey yapıyor: Türkiye kültür hayatında unutulan bir şeyi, ütopik tahayyülü harekete geçiriyor. Ben bu "ütopya" meselesini halen önemli buluyorum: Anakronik bir mevzu olarak unutturulduğunu, bir ufuk olarak karartıldığını düşünüyorum. Halbuki ütopya tahayyülü, Thomas More’dan ve ilk sosyalist ütopyacılardan bu yana, eleştirel ufkun radikal ufkunu temsil eder. Distopik vaziyetleri ziyadesiyle yaşayan ve “otorite”den de çok çeken bir ülkede ütopik tahayyüle bu kadar az yer olması şaşırtıcı. Sen bu sergiyle, adını ütopik sloganlardan alan bakanlıklar yaratıyor ve bir “ütopik” alan kuruyorsun. Şunu sorsam: Kendini bu ütopik-dilsel-bürokratik evrende bulman nasıl oldu?


Karanlıkta ve hiçlikte seyahat edebilen, üzerinde “Anne” yazan gemi, mavi ve yeşil bir doğaya indi. Geminin kapısı büyük bir çığlıkla açıldı. Doğa, insanı bekliyordu. İnsan gemiden çıkınca, gemi alev aldı ve yok oldu.


Gemisiz kalan insanın ilk işi, doğadaki hayvanlara isimlerini vermek oldu. Artık hayvanlar isimlerini biliyorlardı. İsimlerini öğrenen bazı hayvanlar insan ile yaşamaya karar verdiler.


Doğada çoğalan insanlar doğadaki her şeye birer isim verdiler. İsmi olan her şeyi sahiplendiler. İnsanların amacı, doğadaki şeylere isim vermek ve onları sahiplenmek oldu.


Sahiplenme yarışı bittiğinde, yani her şeyin bir sahibi olduğunda, insanların mavi ve yeşil doğadaki görevleri sona ermiş oldu. İşsiz kalan insanlar, karanlıkta ve hiçlikte seyahat edebilen, üzerinde “Anne” yazan bir gemi inşa etmeye başladılar.


Sergideki bakanlıklar bana en çok Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü hatırlattı. Tanpınar’ın bir cumhuriyet ve bürokrasi parodisi de içeren kitabı, bizim edebiyattaki ilk ve en güçlü bürokrasi eleştirilerinden biriydi. Tanpınar’ın 1950’lerde eleştirdiği hardcore bürokrasi sence bugün varlığını koruyor mu? Kafka’nın yeri var mı şu anda? Ya da Ece Ayhan’ın bahsettiği “kara kamu” halen geçerli mi? Ece Ayhan zamanında Ömer Uluç’la yaptığı bir röportajda şöyle demişti: “Çevremizde her şey Kamusal (Kara Kamu) kılınmış. Ne 'marj'a, ne 'birey'e, ne 'ütopya'ya sanki yer ve zaman yok!”



Deleuze ve Guattari felsefesinin asıl işinin kavramları yorumlamak değil, yeni kavramlar yaratmak olduğunu söylemişlerdi, Yeni kavramlar yaratmak, yeni düşünce biçimleri için zemin açmak demekti. Bu sergide de bir eleştirel bakış açmakla yetinmeyip, yeni sloganlar ve yapılar yaratma eğilimi görüyorum. Şöyle bir sınırda olabilir misin: daha önce müdahalelerle yaptığın eleştirilerin yerini artık, özerk bir alan ya da bir yaratıcı-inşa alıyor. Şöyle ki birileri bu hayali bakanlıklardan yola çıkarak, yeni bir ‘toplumsal hareket’ başlatabilir, işi uç noktaya taşırsak. İşlerinin bu provoke etme işlevi konusunda ne düşünüyorsun? Sanatçı dediğimiz şey, biraz da bir ajan-provokatör müdür?


Bu zor soruyu bir proje önerisiyle cevaplamak isterim. Umarım projenin işleyiş şekli bazı cevapları bulmak için bize ilham verir.

Amaç:

Bu projenin amacı, anasının, ablasının, kızının orospu olacağından korkan, kendisinin kadınsılaşacağından hatta düpedüz ibne olacağından endişe eden ve toptan bu gidişatla nihayetinde vatanı gavurların işgal edeceğini öngören mazlumları sakinleştirmek, olası bir felaketi (fetih, gasp, tecavüz) hazırlayan bu paranoyak koşulları iptal etmektir.


Mazlumlar kimlerdir?

Mazlumlar, çoğunlukla zengin değildirler. Dünyayı görmemiş, iyi eğitim almamışlardır. Mazlumlar, mazlum olmayanlar tarafından çoğunlukla küçük görülmüş, hayatları boyunca hep içlerine atmış, cinsel arzularının tatminini cennete ertelemiş, yaşam sevinci ile değil, ölüm arzusu ile yükselen kişilerdir. Onların ruhlarını korkular sarmıştır, bu korku ve endişelerin nihayetinde teyakkuz haline varmışlar ve nereye, kime, neden saldıracakları önceden kestirilemez hale gelmiştir. Dolayısıyla toplumsal hayat için tehlikelidirler. Fakat aksine mazlumlar asıl tehlikenin mazlum olmayanlardan geldiğine inanırlar.


Mazlum olmayanlar kimlerdir?

Mazlum olmayanlar, LGBT bireyler, aleviler, sol görüşlüler, ateistler, veganlar, vejetaryenlerdir. İnsan ve hayvan hakları savunucuları, yalnız yaşayan kadınlar, feministler, müzik çalabilenler, sokakta ulu orta fotoğraf çekenlerdir. Evsizler, sarhoşlar, dövmeliler, tuhaf kılık kıyafet ile gezinenler, gelinlikle otostop yapanlar, uzun saçlı küpeli erkeklerdir. Tabii ki rumlar, ermeniler, yahudiler, ezidiler, suryaniler, kürtler, hatta turistler ve daha pek çok uğursuz ve ne idüğü belirsizlerdir.


Gerekenler:

Bu projenin hayata geçebilmesi için öncelikle sağı solu boş, açıklıkta, en az üç katlı bir bina gerekmektedir. Hayatta ve kamusal alanda varolmalarıyla mazlumları rahatsız ve rencide eden hatta korkutan mazlum olmayanlar bu binada plastik mankenler ile temsil edilecektirler.

Senede bir gün temsili katliam:

Toplumsal hayattaki değişimlere ve ardı arkası kesilmeyen yeniliklere karşı yükselen hiddetli duygularını dindiremeyen ve bu hislerini kamusal alanda şiddet ile -mümkünse fetih, gasp ve tecavüz ile- ifade etmek ihtiyacı içinde olan mazlumlar, devletimiz tarafından öngörülen senenin belirli gününde, yine devletimiz tarafından bu hayırlı işe tahsis edilmiş binanın önüne gelirler. Ambulans ve itfaiye her türlü kazaya karşı zaten tedarikli ve hazırdır.

Mazlum kalabalık, bir girizgah olarak önce binayı taşlar. Cam çerçeve indikten sonra daha önceden hazırlanmış olan gazı bina girişine döker ve kibriti çakar. Bina alev alır. Alev alan binada mazlum olmayanları temsil eden plastik mankenlerin harıl harıl yanışı, daha önceden binaya yerleştirilmiş kameralar marifetiyle sokaktaki dev ekrandan mazlumlar tarafından coşkuyla izlenir. Temsili olan mizansen kısa sürede bir cehennem estetiğine bürünür. Mazlum kalabalık ateşin zulmünü hep bir ağızdan bağırışlarla tebrik eder. Netice itibariyle mazlumların akılları hercümerç olmuş, tüm idareyi duyguları ele almıştır.


Cezbe anı (katharsis):

Mazlum kalabalık, dehşet verici fakat kontrollü bir cehennem terapisinin ardından cezbeye gelir veya katharsise erer. Cezbe, Tanrı’nın mazlumu kendine çekmesi ve aniden yüce huzuruna yükseltmesidir. Cezbe sırasında mazlum ruhuyla hakikatin kaynağına ulaşır, Tanrı’nın dışında her şeyi unutarak kendinden geçer ve mazlumluğundan habersiz hale gelir.


Psikanaliz lisanı ile söylersek, bilinçdışına itilmiş duyguların yaşanıp boşalım olanağına kavuşturularak, hastanın patojen duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtarılmasıdır. Bu kısa ansiklopedik bilginin ardından olay mahalline dönelim.


Mazlum olmayanları temsil eden plastik mankenler ve bina bir tür fetihin ardından kundaklamayla yakılarak kül olmuştur. (bütçeye göre temsili gasp ve temsili tecavüz imkânları da projeye eklenebilir.) Bedenen boşalmış, ruhen ferahlamış mazlumlar teskin olmuş bir halde evlerinin yolunu tutarlar. Bir sonraki seneye kadar kamusal alanda huzur ve sükunet sağlanır. Böylece mazlum olmayanlar, bir süre daha mazlumlar tarafından öldürülme endişesi taşımadan, gönül rahatlığıyla yaşayabilirler. Mazlumların ölüm arzusu sokaktan çekilmiş, mazlum olmayanlar sayesinde kamusal alana bir kez daha yaşam sevinci gelmiştir.




Benzer bir yerden devam edelim: Derrida ve Butler gibi felsefeciler, dilin performatif işlevinden bahsederler. Şöyle: “bu bir suçtur” dediğimde, sadece bir durum tespiti yapmam, o durumu bir suça da dönüştürürüm. İktidarlar bunu çok yaparlar, bazı yapı ve düşünceleri lanetli ya da suç-unsuru addederler ve bunu hep “dil”in gücünü -medya, müfredat, anayasa vs. aracılığıyla- kullanarak yaparlar. Burada bu işlevi ele geçirdiğini düşünüyorum. Mesele şu büro: “Önceki İktidarların Eziyetlerini Tescil Bürosu.” Böyle bir büro, hayal edildiği anda, aslında, performatif olarak “kurulmuş” oluyor. Bu performatif-dilsel gücü kullandığının farkında mıydın sergiyi hazırlarken?


Bir şeyler hissediyordum diyeyim. Örneğin;



Slogan ya da tabela çok önemli aygıtlar. Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir adlı distopik romanında geçen şöyle bir sahne hatırlıyorum. AYOT (Asayişi Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı) adlı bir teşkilat, tam bir sıkıyönetim ilan etmiştir ve bir gün bir tiyatro salonunun üzerine “Hapishane” tabelası asılır ve asıldığı anda orası bir hapishaneye ve içindekilerde ‘resmen’ birer tutukluya dönüşür. Bu sergide hazırladığın “tabelalar”ın bu iktidar hamlesini tersine çevirebiliceğini düşündüm. Bir binanın üstüne şu tabela asılsa mesela: “Hür İrade Tescil Bürosu.” Böyle bir ütopik hareket beni çok heyecanlandırırdı, gerçek bir müdahale sanatı olurdu bu. Ne dersin bu konuda?

Memed Erdener yerine Türban Şoray cevaplıyor:



Yakın zamanda Kafka’nın Dava’sı için Celal Üster’in yazdığı önsözde önemli bir tespite denk geldim. Dava gibi modernist kanona dahil olan kitapların “kanonik” yani zamansız ve mekânsız gücünün “durumları kavramlaştırmak”tan ileri geldiğini söylüyordu. Yani durumu öyle bir kavrama dönüştürüyorsunuz ki, o durumla karşılaşılan her yerde bu anlatı geçerli olabiliyor. Mekân Berlin de, İstanbul da Tahran da olabilir. Kafka bu anlamda “evrensel” bir şeye nüfuz etmiştir. Bu kavramlaştırma açıklamasının bir benzerini senin bu işlerin için de yapabilirim. Sen de fikirleri ve durumları “kavramlaştırmak” yerine sloganlaştırıyorsun ya da “bakanlıklaştırıyorsun.” Bahsettiğin “Hür İrade Tescil Bürosu” ya da “Geçmişle Barışma Dairesi” aslında, kanonikleşmiş metinlerin yaptığını yapıyor. İşlerinin bu anlamda zamansız- mekânsız olduğunu düşünüyorum. Sen kendini ne kadar “buralı” ya da “dünyalı” buluyorsun diye sorsam, hem estetik hem de düşünsel açıdan?


Diyalektik bir bakışla söylersem: cahiliye devri, türkler, kilisede namaz, istimlak, kayyum ve uzayda ezan. Bir turist gibi izliyorum mazlumları ve ahlaksızları. Çocukları onlardan utanacaklar. Her şeyleri olsa da hiçbir zaman itibar sahibi olamayacaklar. Nereden geldiğimiz değil nereye gittiğimiz, ne olduğumuz değil neye dönüşeceğimiz daha önemlidir. Bunca kötülük şu an, şimdi bir yerlerde sessiz sedasız bir iyilik rüzgarı örgütlüyor. Ahlaksız diyalektiği nerden bilecek?


Metafizik bir bakışla söylersem: İnsansız tabiattaki erotizmi görebiliyorum. Pas rengi kumrulara doğru yaklaşıyorum. Onlar benden ürkerek “purrr” yaparak havalanıyorlar. Bu imge, bana sanki ben kırda değil de tanrının bedeninde yürüyormuşum hissi veriyor. Sessiz yürüyüşüm tanrıyı ürpertiyor. Bu bir ürperiş. Bu tabiatın ürperişi, bunu görebiliyorum.


Bu sebeple Mallarmé ve Melih Cevdet Anday’ı aynı anda okuyorum. Bu sıralar dil ile bir aşk yaşıyorum. Bebeğin anne ile yaşadığı tensel ve işitsel ilişki gibi. Gülcan Evrenos’un bana dediği gibi Abdülhak Şinasi Hisar metinlerinde çağdaş “dişil dil”i bulabilirsiniz. Abdülhak Şinasi şeyleri dinlemeyi biliyor. Cansız varlıkları, manzarayı kendine katabiliyor veya o manzaranın bir parçası olabiliyor. Bu harika yazar ile beni tanıştırdığı için Antonio Cosentino’ya teşekkür ederim.



Eğer bu bir metin ya da bir toplumsal hareket manifestosu olsaydı, bunun ardında bir devrimci-komite olduğunu düşünebilirdik. Biraz “pop” bir soru sorayım, bir komite kursan, kimleri alırdın düşünce, sanat ve edebiyat tarihinden? Ya da direk sorayım: bu bakanlıkları hayal ederken kimlerden, nelerden feyz aldın?


Kimlerden ilham aldım: Louis Auguste Blanqui, Pierre-Joseph Proudhon ve Peter Kropotkin. Şairlerden Mallarmé ve Melih Cevdet Anday. Dans dünyasından Sidi Larbi Cherkaoui, Marie-Agnès Gillot, Kader Belarbi ve Akram Khan. Son olarak Abdülhak Şinasi Hisar ve Julia Kristeva. Ayrıca yakın çevremden Nazım Dikbaş, Cihat Duman ve Gülcan Evrenos ilham aldıklarımdır.


Serginin adına gelelim: var mıdır böyle bir “ütopik bürokrat” ihtimali? Bugün ütopyaya yer var mı?


Bu ütopyanın içinde bana, aileme ve arkadaşlarıma yer var. Bu bana yetiyor. Uzayda ezan beklentim yok.



Yasanın yerini daha keyfi bir yasanın, KHK’lar sisteminin aldığı bu dönemde, sunduğun bu yeni bakanlık ve komiteler yeni bir yasa hayali olarak okunabilir mi? Alternatif bir “ana- yasa” ya da “kanun hükmünde tabelalar” olarak? Bu keyfi “yasa” müdahalelerini tersine çeviren bir détournement olarak?


Bu konuda Cihat Duman’ın bir çalışması var:




















Cihat Duman, Bizim İçin Cumhuriyette En Önemli Şey Anayasa Değişikliğidir,

1982 Anayasası sayfaları üzerine kurşun kalem, 2019




Godard’ın Vertov dönemi filmlerinden birinde geçen meşhur bir laf vardır: “Teorinin pratik bir zorunluluk olduğu bir zaman gelir çatar,” gibi bir laf. Godard’a göre, yüksek teori de bir pratiktir, eylemdir. Burada senin cümleleri birer eylem biçimi olarak kullandığını gördüm. Bir yazılama gibi. Ne dersin, cümlelerden eylem olur mu? Ya da teoriden pratik?


Uzun süre gurbette kaldıktan sonra (desen, resim, heykel ve animasyon) bildiğim köye (cümleler, harflerin uçsuz bucaksız dünyası ve şekiller) geri döndüm. Kesin dönüş mü kim bilir? Fakat benim köyde teori pek yoktu, gurbette ise bolca edindim. Artık kendi köyümde daha soyut bir dile imkân tanıyan bir pratik için hazırım.



Son olarak, sergide insanların kendi hayali büro ya da bakanlıklarını yazabilecekleri bir köşe vardı. Var mı aklında kalan öneriler?


Filmlerde Bir Son Aramama Müdürlüğü Kuştepe Halk Eğitim Merkezi.

Comments


bottom of page