Stranieri Ovunque yani Yabancılar Her Yerde başlıklı Venedik Bienali 60. Uluslararası Sanat Sergisi 20 Nisan’da açıldı ve 24 Kasım’a dek Giardini ve Arsenale'de ziyaretçilerini bekliyor. Küratörlüğünü Adriano Pedrosa'nın üstlendiği ve La Biennale di Venezia tarafından Swatch ortaklığında ve illycaffè ana sponsorluğunda düzenlenen bienal başlığını 2004 yılında Claire Fontaine kolektifi tarafından başlatılan bir dizi neon heykel çalışmasından alıyor. Stranieri Ovunque ifadesi ise İtalya'da ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele eden Torinolu bir kolektifin adından geliyor. Okurlarımız için gördüklerimizi derledik
Dosya: Merve Akar Akgün & Evrim Altuğ
Adriano Pedrosa, Fotoğraf: Jacopo Salvi
Venedik Bienali - 60. Uluslararası Sanat Sergisi’nin küratörü Adriano Pedrosa’yı İsimsiz 12. Uluslararası İstanbul Bienali dolayısıyla tanımıştık. Jens Hoffman ile birlikte küratörlüğünü üstlendikleri bienalde sanatla siyaset arasındaki zengin ilişkiyi araştırıyorlardı. Bugün ise Pedrosa, Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergileri tarihinin ilk Güney Amerika kökenli küratörü olarak karşımıza çıkıyor.
Küratör, ana sergiyi başarılı bir şekilde, vicdanı rehberliğinde inşa ederken tüm bayrak direkleri, sanat tarihi kanonları ve menfaatçi piyasa kulisleriyle ölü veya diri gibi sığlıklara yenik düşmeden boy ölçüşüyor. Öyle ki, sergide Frida Kahlo’yla 2000’lerin Ortadoğusunun kuir sanat neferleri ya da Mısır’ın sanat ikonu, yakın zamanda yitirdiğimiz ve bienal tarihinde ilk kez izlenen değerli şair ve ressam Etel Adnan ile Türkiye’den Moiz Zilberman’ın Berlin ve İstanbul’da eylemde tuttuğu Zilberman’ın temsilcisi olduğu performans, video ve görsel sanatlar ustası Isaac Chong Wai, bayramsı olduğu gibi ibret ve hayranlık da uyandırıcı bu atmosferde yer buluyor.
Marco Scotini, İtaatsizlik Arşivi, Fotoğraf: Marco Zorzanello
Serginin “öteki” olanın üretimine odaklanıyor.* Bu öteki tanımının içerisinde dört farklı grup var: farklı cinsellik ve cinsiyetler içinde hareket edenler; çoğu zaman zulüm gören veya yasadışı ilan edilen kuir sanatçılar; kendi kendini yetiştirmiş sanatçılar ve kendi topraklarında sıklıkla yabancı muamelesi gören yerli sanatçılar.
60. Uluslararası Sanat Sergisi’nde yer alan yapıtlarda öne çıkan unsurlardan biri tekstil kullanımı. İlk değerlendirmede bir eleştiri olarak not düştüğüm bu eserlerin düşündükçe zanaat, gelenek ve el yapımı olana ve zaman zaman güzel sanatların daha geniş alanında öteki ya da yabancı, yabancı ya da garip olarak görülen tekniklere olan ilgiyi ortaya koyduğunu fark ettim. Diğer önemli ortak unsur ise ailelere verilen yer, dolayısıyla gelenek. Bilmediğimiz coğrafyalar nazarında hikâyelerin önem kazandığı bir bienal izleniyor diyebiliriz.
Isaac Chong Wai, Falling Reversely, , 2021-2024, Fotoğraf: Riccardo Banfi
Bienalin tüm saflarında tanıdık isimler
🔶Semiha Berksoy
Türkiye’den Venedik’e, Venedik’ten dünyaya armağan portreler aynı zamanda yine Galerist’in temsil ettiği Semiha Berksoy (1910-2004), Annem Ressam Fatma Saim isimli yapıtıyla (1965) yer alıyor. Fahrelnissa Zeid Küratör Pedrosa’nın Venedik’te Yabancılar Her Yerde derken seçtiği Türkiye kökenli portreler artmıştı. Büyükadalı geometrik soyutlama tılsımı, Ürdün’de hayata veda etmiş Fahrelnissa Zeid (1901- 1991) İsimsiz (1965) kalediyoskopik manzarasıyla Bienal tarihinde yine ilk kez sergilenen, dünyaya mal olmuş bir diğer kültür hazinesi oldu.
Güneş Terkol, A song to the world, 2024 Kumaş üzerine nakış, 188 × 304 cm, Fotoğraf: Marco Zorzanello
🔶Güneş Terkol
Pedrosa’nın seçtiği sanatçılardan bir diğeri de Güneş Terkol’du. Ferda Art Platform tarafından temsil edilen, 1981 doğumlu sanatçı, Venedik’in tüm ötekileştirmelere direnişçi manzarasının dikişlerini yüreğiyle, kolektif emeğiyle sağlamlaştıran bir diğer özgün sanatçımız olarak tarihe geçti.
🔶Pınar Öğrenci ve Sim Chi Yin
Pınar Öğrenci ve Zilberman tarafından temsil edilen Sim Chi Yin, ana sergide Marco Scotini’nin 2005 yılından bu yana sanatsal pratikler ve aktivizm arasındaki ilişkilere odaklanan bir video arşivi geliştirdiği küratöryel projesi İtaatsizlik Arşivi ile birlikte yer alıyor. Sunumu Juliana Ziebell tarafından tasarlanan projede iki tür itaatsizlikten bahsediliyor: Diaspora aktivizmi ve Toplumsal Cinsiyet İtaatsizliği. İtaatsizlik Arşivi’nde aralarında Öğrenci ve Chi Yin’in de bulunduğu 39 sanatçı ve kolektifin 1975-2023 yılları arasında ürettiği eserler yer alıyor.
Adriano Pedrosa, Nil Yalter ve Pietrangelo Buttafuoco, Fotoğraf: Andrea Avezzù
🔶Nil Yalter
Bienalde bu yılın “Yaşam Boyu Başarı” Altın Aslan Özel Ödülü’ne değer isimlerden biri, bienal tarihinde yine ilk kez yapıtlarıyla izlenen Nil Yalter’di. 1938 Kahire doğumlu (yaşamı ve çalışmalarını Paris’te sürdüren) Yalter, ödülü Küratör Pedrosa’nın kararı ile İtalyan doğumlu Brezilyalı sanatçı Anna Maria Maiolino ile paylaştı. Yalter’in 1973 tarihli Topak Ev’i ve ilhamını Nâzım’ın dizelerinden alan Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor isimli (1983-2024) çalışmaları, bienalin Giardini’deki Nucleo Contemporeraneo temalı ana sergi alanının girişinde konumlanıyor. Türkiye’de Galerist tarafından temsil edilen Yalter ayrıca, yine Giardini’deki bienal ana sergisinin Nucleo Storico: Portreler birimindeki Pink Tension (1965) adlı yağlıboya soyutlaması ile izleyiciyi karşılıyordu.
Exile is a Hard Job: Walls |
Nil Yalter’in göçmenlik konusuna odaklanan kamusal alan müdahalesi Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor: Duvarlar serisine odaklanan aynı isimli İngilizce kitap, 2024 Nisan ayında, serinin Venedik Bienali 60. Uluslarası Sanat Sergisi’nde gösterimi ve Nil Yalter’in Altın Aslan ödül töreni ile eş zamanlı olarak yayımlandı. Nil Yalter, Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor: Duvarlar projesini ilk kez 2012 yılında İspanya’nın Valensiya şehrinde açılan kişisel sergisi sırasında gerçekleştirdi. Sanatçı 1976 yılında Göçmenler serisi üzerine çalışırken tanıştığı bir işçi ailenin siyah beyaz fotoğraflarını ve bu fotoğraflar üzerinden yaptığı desenleri büyük boyutlu afişler olarak yeniden üreterek şehrin duvarlarına yapıştırdı ve üzerlerine kırmızı boya ile Nazım Hikmet’in Sofya’dan (1957) şiirinin son dizeleri olan “Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor” cümlesini İspanyolca yazdı. Yalter, üretimini sanat kurumlarının dışına taşırdığı bu gerilla eylem yoluyla, göçmenlerin gündelik yaşam içinde göz ardı edilen hayat mücadelesine görünürlük sağlıyor. Duvarlar projesi 2012 yılından bu yana geçen on iki sene içerisinde farklı ölçeklerde sanat kurumları ve sanatçı inisiyatiflerinin katılımıyla Valensiya, Mumbai, Viyana, Metz, İstanbul, Brüksel, Köln, Vitry-sur-Seine, Dublin, Madrid, Berlin, Şarjah, Innsbruck, Herford, Londra, Paris, Cenevre, Antalya ve Tunus olmak üzere 19 şehrin duvarlarında uygulandı. Her şehirde afişlerin üzerine o şehrin anadiliyle birlikte, o şehre göç etmiş milletlerin dillerinde, “Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor” yazıldı. Afişlere verilen tepkiler, asılı kaldıkları süre boyunca iş birlikçi kurumlarca izlendi ve belgelendi. Yayında, afişlerin asım, dağıtım, sergilenme, yıpranma, değişim ve yok olma süreçlerine dair fotoğraflardan oluşan kapsamlı bir arşiv, Övül Durmuşoğlu’nun makalesi, Nil Yalter’in giriş yazısı ve projenin çeşitli şehirlerde serinin gerçekleşmesine öncülük eden Mira Benabeu, Sumesh-Manoj-Sharma, Zasha Colah, Melanie Wagner, Chéryl Gréciet, Eda Berkmen, Dirk Snauwaert, Rita Kersting, Stéphanie Airaud, Frank Lamy, Fabienne Dumont, Jerome O Drisceoil, Kader Attia, The Berlin Biennale adına Edwige Baron, Hoor Al Qasimi, Vincent Sabourin, Nina Tabassomi, Gürsoy Doğtaş, Mayssa Fattouh, Clotilde Scordia, Mia Rigo ve Ecem Ümitli’nin tanıklık yazıları yer alıyor. Marta Herford Müzesi, Saha Derneği, Sharjah Sanat Vakfı, Kemal Servi, Arter, Galerist, Ludwig Müzesi, İstanbul Modern’in sponsorluğuyla ve 49 Nord 6 Est FRAC Lorainne, Green on Red Galeri, Sammlung Vebund, Spot Projects, Taxispalais Kunsthalle Tirol, Transfo: Emmaüs Solidarité, Ayşe Umur, Hainz Koleksiyonu, Zafer Yıldırım, Zeynep Yenel ve Kerem Onursal desteğiyle hayata geçirilen yayın, serinin kendisi gibi kolektif bir çabanın ürünü. Tasarımını Ayşe Bozkurt, koordinasyonunu Ekin Kohen, editörlüğünü Eda Berkmen’in üstlendiği yayın, Mas Matbaa tarafından basıldı. Uluslararası dağıtımı Walther Koenig tarafından yapılan Exile is a Hard Job: Walls, İstanbul’da Arter Kitabevi’nden ve İstanbul Modern Mağaza’dan temin edilebiliyor. |
Nil Yalter, bir deniz feneri… |
Yazı: Serhan Ada |
Sanatçı ile küratör. Ayrılmaz ikili. Sahi öyle mi? Küratör ile sanatçı ikilisi arasındaki uyum ve gerilim hep merak uyandırıcı. Kim kimden ne alır, kim kime ne verir? Dirimart’ın RES dergisinde Hans Ulrich Obrist, Yüksel Arslan’la konuşmuştu. “Şunca yıl Paris Modern Sanat Müzesi’nde küratördüm, ama biz seninle tanışmadık” demişti. Arslan’ın yanıtı “bilmem, ben resim yapıyordum…” gibilerindendi. Vaktiyle yazmıştım, Radikal’deki İnce/Uzun köşesinde, “Arslan Obrist’e Karşı” demiştim. Sao Paulo, İstanbul ve şimdi Venedik bienalleri küratörü Adriano Pedrosa, Nil Yalter’i “keşfedince”, yaptıkları söyleşide ona ısrarla sanat dünyasında kimlerle tanıştığını soruyor, Yalter ise sadece rastlantısal olarak bildiklerini anlatıyor. İstanbul bienallerinin tümünü görüp görmediğini sorunca da sadece ikisini gördüğünü söylüyor… Sanatçı-küratör karşılaşmaları yazıya geçmişse merak uyandırıcı olmakla kalmaz, öğretici de olabilir. Sanatçının hası böyledir: bir deniz feneri. Deniz feneri sağından solundan geçip giden gemilerle ilgilenmez. O denizi ve göğü aydınlatır. Gemiler, isterlerse onun ışığını dikkate alırlar. Dünya şehirlerindeki bienallerin sayısı arttıkça, bu etkinliklerin şehirlere kattıkları değer azalıyor. “Şu anda bienallerle ilgilenmiyorum, çok fazla bienal var çünkü…” demiş Yalter, Pedrosa’ya. Ülkemizde de sanırım bienallerin sayısı toplam il sayısının %10’una ulaşmış olmalı. Dönüp hepsine bir daha bakmanın zamanı da gelmiş ve belki geçiyor. Türkiye bienallerinin öncüsü ve en önde geleni İstanbul Bienali. Pedrosa, 2013’teki söyleşide Yalter’e “itiraf etmeliyim, bienali hazırlarken sizin yapıtlarınızla henüz tanışmamıştım” demiş. Yapıtlarıyla tanıştığı Füsun Onur’u ise sanatçı listesine dahil ettiğini vurguluyor. Füsun Onur daha sonra, Venedik’teki Türkiye Pavyonu’nun sanatçısı da oldu. İyi de oldu. Ama Nil Yalter, Türkiye’yi Venedik’te “temsil etmedi”. O, Venedik Bienali’nin “sanatçısı” oldu. Tüm sanatıyla “yaşam boyu başarı” için verilen Altın Aslan’ı aldı. Ödülü Bienal’e öneren Venedik 2024’ün küratörü Pedrosa, 2011’ için eksikliğini hissettiğini bir bakıma telafi etmiş oldu. 2011’e hazırlanırken onun nasıl olup da Yalter’i keşfetmediği sorusu da bize kaldı. Pedrosa’dan sonra, sevgili Fulya Erdemci, 2013 İstanbul seçkisine Nil Yalter’i dahil etti. Böylece daha önce santralistanbul’daki Modern ve Ötesi sergisinde çağdaş sanatın henüz alacakaranlık denizinde yaptığı Topak Ev ile Başsız Kadın ve Göbek Dansı eserlerini görmüş olanlar 1970’lerin başında Paris’e, onun mahallelerine, emekçilere, mahpuslara, sürgünlere adanmış heyecan uyandıran işlerini görme şansını yakaladılar. Nil daha elli yıl öncesinde antropologlar, gazeteciler, belgeselciler ile çalışıyordu. Bu işler yapıldığı sırada sitüasyonist rüzgâr tam dinmemişti. 68 Baharı’nın üzerinden de çok bahar geçmemişti. Elimde fırsat olsa, Debord’a döner, “kısıtlı yer ve zamanda gösterilmiş de olsa Yalter’in Paris işlerini nasıl görmedin?” diye sorardım. Deniz feneri öyledir, o aydınlatır. Görüp görmeme külfeti ötekilere, bizlere aittir. Bienal’in teması Yabancılar Her Yerde, Nil’in işlerinin toplamına çok yakışıyor. Ödülün, bir kavram ve değer olarak sanata ve sanatçıya ne kattığı tartışması bir yana, bu anlamlı kesişme iyi geliyor. Bienal’i gezmedim. Finlandiya çıkışlı ARTISTS AT RISK inisiyatif- ağının Palazzo Zorzi’deki sergisinin kurulumuna tanık oldum. 50 yıl kadar önce, “risk altında”, Paris’te, sessiz sedasız eser vermeye başlayan Nil Yalter’in yaptıklarıyla bu sergideki işlerin zamandaki uzaklığına rağmen anlamdaki yakınlığına şaşırdım. Oralarda görsem, Nil’e sergiyi görmesini önerirdim. Uluslararası fon kurumlarının gitgide topyekûn ezenlerin arasında saf tutmasıyla sanat ve kültür dünyasındaki eşitsizliğin daha da derinleştiği bir dönemi yaşıyoruz. Bitirirken, yine Venedik’teki bir duvar yazısını anmadan geçmek olmaz. Önce duvar yazarına ait olduğunu sandığım, şair Francesco Nappo’ya ait olduğunu keşfettiğim o cümle: “Vatan, hepimiz yabancı olduğumuzda olacak”. Bu duvar yazısı – mısra 2024 bienalinin baş köşesine çok yakışırdı… |
Pavyonlara dair
🔸Türkiye Pavyonu
Türkiye Pavyonu, Hollow and Broken: A State of the World, Fotoğraf: Andrea Avezzù
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteği, T.C. Dışişleri Bakanlığı himayesi ve SAHA’nın prodüksiyon ve yayın desteği ile Türkiye Pavyonu Ulusal Sergisi’nde yarım asırlık deneyimiyle Gülsün Karamustafa var. Sanatçının -temsil edildiği BüroSarıgedik üzerinden Esra Sarıgedik’e özel teşekkürlerini ilettiği- Oyuk ve Kırık Dökük: Bir Dünya Hali sergisi, bilumum zerre, imge, cüsse ve renkler ile ruhanî seviyenin oynak zaman ve bitkin mekân içinde, nice mimarî ve renkli katmanla filizli, buruk ve dobra bir anlam dramatürjisi yaratıyor. Arsenale’de heybetiyle kendine mahpus bu ödünç, katı mekânda havalandırmaya çıkmış renk çığlıkları, birer cennet yumağı gibi işleyen bu acil, adil, mahrem ve mahcup unsurlar, kişisel hafıza ve kurumsal tarihin birbirlerine çarpa yıkıla, aynı anda nasıl hem heybetli hem de aciz olabileceğini bir daha ispatladı.
Sanatçının, Esen Karol tasarımı ile sergi vesilesiyle arşivlere İKSV kitaplığından kattığı çok yüzlü, ciltli okuma-yazma buketi, gösterinin librettosu gibi işleyerek, retrospektif şifrelerle bezeli. Venedik Bienali ile Türkiye’nin bağlantıları bu yıl gözle görülür seviyede yüksekti. Küratöre de teşekkürü borç bilmeli. Zira çağdaş Türkiye sanat tarihinin dünyaya mâl olan yansımasını, ülke sanat tarihinin yaratıcı kadın emeği ve ifade özgürlüğünün o direnişçi bereketiyle, bir hediye gibi hepimiz nezdinde yeniden tabir etti.
🔸Almanya Pavyonu
Almanya Pavyonu, Monument eines unbekannten Menschen, Yerleştirme görüntüsü, Fotoğraf: Andrea Rossetti
Eşikler mekânla, bir evin, bir binanın içinde hareket etmekle ve aynı zamanda onun aracılığıyla dünyayla karşılaşmakla ilgilidir. Geçitler, tüneller ve mekânın özellikle kültürden kültüre, etnik gruptan etnik gruba nasıl anlamlar doğurduğu ve hareket halindeki toplulukların genellikle misafirperver olmayan ve çoğu zaman onları hapseden veya kovan mekânlarda nasıl yuva kurdukları hakkındadır. Ne de olsa mekândan söz etmek, sınırlardan da söz etmek demektir. Louis Chude-Sokei
Ben pavyonun rüyasını gördüm.Rüyamda pavyonun kapısı kilitliydi, içeri girilemiyordu. Anahtarı elinde tutan bir sanatçı vardı. Bugüne dek pavyonda yer alan sanatçıların çoğunun aksine Doğu Almanya kökenli ve kadındı. Şöyle diyordu: “Yok olmuş ya da var olmamış ülkeleri arayacağız.” 2019 senesinde Venedik’te gördüm bu rüyayı. Ertesi akşam Alman pavyonunun partisi vardı, Natasha’nın (Sadr Haghighian) sergisiydi. Ben rüyamı herkese anlattım, herkes bana güldü.
Çağla İlk
Venedik Bienali ile Türkiye’nin ilişkisi, Giardini’deki arka kapısında girişinde kuyrukların oluştuğu Almanya Pavyonu ile de kendini ayrıca belli ediyordu. Mimar Daniele Donghi neoklasik stilde, 1909 yılında yaptığı ve 1938 yılında yönetimde olan Nazi hükümeti döneminde Ernst Haiger tarafından yıkılıp yeniden inşa edilen pavyonun 1993 bienalinde sanatçı Hans Haacke, Nazi döneminden kalma mermer zeminin imhasından sonra, ön cephe sütunları üzerinde Germania izlerini koruyan tarihi mimarî dokulu kütleden “kusulan heyelan” düzenlemesi, pavyona yönelik dikkati dinamitleyen etkenlerden biriydi. Bayrağı Macar asıllı küratör Franciska Zólyom’dan devralan Çağla İlk, davet ettiği sanatçılar Michael Akstaller, Yael Bartana, Robert Lippok, Ersan Mondtag, Nicole L'Huillier ve Jan St. Werner’in yapıtları aracılığıyla ziyaretçileri tıpkı Giardini’de pavyona soktuğu yan kapı gibi, eşikte, geçişte ve sınırda gezinmeye çağırıyor. Alternatif tarih ve gelecek okumalarından yola çıkan sergi, “liminal olan”dan deneyim alanları üretiyor. Alman Pavyonu'nun sunumu ilk kez ve sergi süresince Giardini della Biennale'nin dışınar çıkarak komşu ada La Certosa'ya uzanıyor. La Certosa'da eşik fikri Michael Akstaller, Nicole L'Huillier, Robert Lippok ve Jan St. Werner'in görsel olmayan katkılarıyla genişletiliyor.
Giardini’de yer alan Almanya Pavyonu içerisinde ise gösterdiği Yael Bartana ve Ersan Mondtag’ın çalışmaları çerçevesinde “paradoksal bir olgu olarak liminal alanlar”ı bize aktarmak üzere özgün bir yol seçen Çağla İlk pek çok açıdan küratörlüğe dair yaklaşımı yeniden tanımlıyor. Pavyon ile La Certosa adasında yer alan işlerin kurgusu ve bir arada okunuşları, Bartana ve Mondtag’ın işlerinin anıtsallığı öte yandan Akstaller, Lippok, L’Huillier ve St. Werner’in yapıtlarının var oluş şekilleri arasındaki anlamlı tezat; duman, ışık, ses gibi elemanların kullanımındaki bütünlük ve bir sanat yapıtının sahnelenmesi olarak nitelendirilebilecek yaklaşım, bu yıl Almanya Pavyonunu diğer tüm bienalden ayırarak yeni bir tahta oturtuyor: güncel sanat ile tiyatronun kesişim tahtı. İlk, bu alanda ufuk açıcı işlerin de mimarı. Bienalden önce Çağla İlk ile yaptığımız bir sohbetten alıntılarla da devam edelim.
"Almanya pavyonu çok büyük. Ana mekân ile sağ ve solda küçük gibi görünen ama küçük olmayan mekânlar var. Mimari “insanı ne kadar küçük kılabilirim” fikri üzerine kurulmuş. Ben boşluktan var olan, kavramsal bir proje değil tinsel bir iş hayal ettim. Tiyatronun metodolojilerini alarak izleyici ile birlikte çıkacağımız bir yolculuk kurguladım. Disiplinlerin iç içe girdiği dinamik bir yapı kurmak ve tıpkı 2019 Litvanya pavyonunda yaşadığımız gibi unutulmaz bir an yaşamak… Bence nerede olursak olalım böyle anlara ihtiyacımız var. O kadar zor zamanlar ki bize bir umut lazım. Unutmadan bir umut lazım. Yani bu “unutmadan umut” biraz benim pavyonda da mottom."
Ersan Mondtag, Monument eines unbekannten Menschen, Yerleştirme görüntüsü, Fotoğraf: Andrea Rossetti
Eşikler hem mekânsal hem de zamansal bağlayıcılar. Giardini’deki pavyonda geçmiş ve gelecek bir eşikte örülüyor. Bu konsept, yazar Georgi Gospodinov ve Louis Chude-Sokei'nin düşüncelerinden esinleniyor.
"Dramaturg, rejisörden ve tiyatronun direktöründen kısmen daha önemli çünkü içeriksel olarak kararları veren ve gerektiğinde senaryoyu bulan ya da yazan bir protogonist. Aslında kısmen küratörün tiyatrodaki dengi ama tiyatroda ilişkiler biraz daha farklı; sanatçılarla uzun süreli çalışılıyor. Ben böyle bir yerden geliyorum. Yaptığım işi bir tür birleştirme ve bu birleştirmeyi de bir an olarak görüyorum. Yani bir kere birleştirdiğim zaman sonra bu formlar çoğalıyorlar. Tiyatro ve klasik müzik örneğin Almanya'da birçok alanda bir arada çalışıyor. Tiyatroya girdiğiniz zaman, opera ve klasik müzik sahnesi büyük kentlerde bir arada. Bazı binalarda bu birleşmeler organik olarak oluşmuş. Ancak güncel sanat ve tiyatro bir araya gelememişler. Ben tesadüfen o ara kesitte kendimi buldum. Alman toplumu için bu yıl pavyonun bu şekilde düşünülmesi bir avantaj olarak görülebilir çünkü şu anda kadar hep geçmişe bağlanarak düşünüldü. Artık yeni bir şeyler deneme zamanı geldi. Geçmişi tabii ki unutmuyoruz ama gelecekten bahsetmemiz lazım. Bu içeriksel olarak da formal olarak da böyle. Tiyatroda dramaturjinin önemi farklı sanatçıları bir araya getirirken ortaya çıkar, belirli bir metot uygulamanız gerekir. Sanatçıların ortak bir kaynaktan çıkıp belli bir hikâyeyi ortak anlatma derdi var. Ben bir kitap kullanıyorum. Kitabın Türkçesi de yanımda. Zaman Sığınağı kitabın adı. Georgi Gospodinov yazarı. 2023’te Booker ödülü aldı. Bu kitapta Alzheimer hastalarının hatırladıkları bir anı odaya çeviriyorlar ve orada mutlu mesut bir şekilde yaşıyorlar. Çünkü bir anı hatırlıyor, her anı değil. Hepimiz tarihin belli bir zamanında bazen takılı kalabiliyoruz. Bulgar yazar ve Doğu bloğunun nasıl çöktüğünü ve inanılmaz bir Avrupa tarihini anlatıyor kitapta. Biz bunu senaryo olarak aldık.”
Ersan Mondtag, Monument eines unbekannten Menschen, Yerleştirme görüntüsü, Fotoğraf: Andrea Rossetti
Ersan Mondtag, Monument eines unbekannten Menschen (Kimliği meçhul bir kişi için anıt) ile pavyonun Nazi geçmişine yanıt vererek topraktan bir anıt yapıyor. Kolektif hafıza meselesine dokunan işin farklılaştığı yer sanatçının biyografik parçaları anıta işleme şekli, her çıktığımzı katta bir tiyatro sahnesi gibi karşımızda beliriyor: işyeri, ev ve orman. 1960'larda Anadolu'dan Batı Berlin'e gelerek Eternit fabrikalarında çalışarak hayatını geçindiren ve yaptığı iş sonucunda asbeste maruz kalarak hayatını kaybeden Hasan Aygün, Mondtag’ın dedesi ve bu anıtsal işin öznesi. Brandenburg’da yer alan ve terk edilmiş bir sanat merkezinden Venedik'e taşınan parke zemin üzerinde, göçmenlik ve Doğu Almanya politikalarını düşünüyor olmamız bile bu işi baştan sona tartışmalı bir ruha büründürüyor. Temsil ve anlatı belki de hiçbir sanat yapıtında bu kadar gerçek hissettirmiyor, özellikle de performansa denk gelen ziyaretçiler için…
Çağla, kendini özgür hissettin mi? Kurgulamaya çalıştığın şeyin kişisel köklerinle bir ilgisi var mı? Yoksa aksi mi? |
Benim değil ama sanatçıların kökleriyle ilgisi var, evet. Ben sadece “kısmen” kompozitörüm, tonları veriyorum. Pavyonun sorumlusu Dış İşleri Bakanlığı’na bağlı olan bağımsız bir kuruluş. 20 senedir buradayım. Hiçbir şekilde yaptığım hiçbir işte özgürlükle ilgili herhangi bir sıkıntı yaşamadım. Her şeyi yaptım. O yüzden kendimi sınırlanmış hissetmiyorum, bana pavyon konusunda beyaz kart verdiler. |
Solda: Yael Bartana, LightToThe Nations, Generation Ship, 3B Model, 2024 Fotoğraf: Andrea Rossetti Sanatçının ve LAS Art Foundation izniyle
Sağda: Yael Bartana, Farewell, Light To The Nations, 2022-2024, Tek kanallı video, 15.20 dk. Fotoğraf: Andrea Rossetti
Yael Bartana ise halen devam etmekte olan işi Light to the Nations ile inşa ettiği kurguyu gerçek kılma yolculuğuna izleyiciyi de katıyor. Ekolojik ve etik çöküşün “eşiğindeki” gezegen olarak Dünya’dan bir kurtuluş olarak, Bartana tarafından tasarlanan bir uzay gemisi var. Bizi yolculuğa mı çıkaracak yoksa ölüme mi götürecek bilmediğimiz bu taşıt ruhumuza bir davet çelmesi takarken bizi Yahudi ezoterik bilimi Kabala ile baş başa bırakıyor. Gemi bir kurtuluş olabilir, diye düşünmemiz için. Bir gelecek vaadi, ama kimin için?
🔸Avusturalya Pavyonu
Avusturalya Pavyonu, kith and kin, Fotoğraf: Matteo de Mayda, Biennale di Venezia izniyle
60. Venedik Bienali’nin En İyi Uluslararası Pavyon ödüllü Avustralya Pavyonu, 20 Nisan’daki ödül töreninde bu ödül ve müjdeyi alır almaz, sağanak yağmurda pavyon kapısında biriken yüzlerce meraklıya aynı anda hem narin hem ihtişamlı bir deneyim için adres oldu. Karanlığın ürettiği sabır ve empatik aydınlıkla beslenen, aynı anda hem saygılı hem de ağıt yüklü bir bellek anıtına bürünen, küratör Ellie Buttrose imzalı Kith ile Kin isimli çalışma sanatçı Archie Moore’un imzasını taşıyordu. Eserde, dünya tarihinden öyle veya böyle silinmiş binlerce insanın, sanatçının tabiri ile İlk Milletler’in köklerine kavramsal, sosyolojik ve ahlâki bir yolculuk söz konusuydu. Bir havuzla dokunulmaz kılınan yüzlerce metrekarelik geometrik peyzajda irili ufaklı on binlerce resmi evrakın ardında, duvarlarda bir tür duman - manzaraya dönüşen soyağaçlarındaki binlerce kişinin hayaleti, eserin başrolündeydi. Sanatçının aylarca tebeşirle kara duvarlara işlediği bu dev karakterler bulutu, geçmişin fikir, köken ve anı külleriyle bizi yüzleştiren devasa bir mitingin de dilsiz sözcüleri haline gelmişti.
🔸Mısır Pavyonu
Mısır Pavyonu, Drama 1882, Fotoğraf: Matteo de Mayda, Biennale di Venezia izniyle
Bienalde “kulaktan kulağa” övgü toplayarak, kapısında (yine) tükenmez kuyrukların bitmesine yol açan bir başka usta, 2015’teki 14. İstanbul Bienali’nde Kabare Haçlı Seferleri: Kerbelâ’nın Sırları ile izlediğimiz İskenderiye doğumlu Wael Shawky’di.
Mısır Kültür Bakanlığı’nın deyim yerindeyse anahtar teslim “tam yetki” vermesiyle pavyonu adeta baştan yaratan, Platform ve Salt vesilesiyle defaten İstanbul’da da ağırladığımız 1971 doğumlu Shawky, Drama 1882 isimli müzikal sergisinde, sanatın film, performans, müzik, heykel, desen gibi türlü tabir olanaklarını kendine has görsel ve metinsel “şefliği” ile bitiştirdi. Sanatçı, eserde Mısır’ın imparatorluk dalgasına karşı 1879 ve 1882 arası yükselen milliyetçi Urabi devrimine odaklanmıştı. Yapıta isim veren tarih ayrıca, ülkenin yaşadığı çalkantı sürecinin 1956’ya kadar İngiliz monarşisi altına girmesine de referans veriyordu. Shawky, İtalya’nın Murano bölgesinde sergi için özel üretilmiş bir rölyef-ayna, resim, vitrin ve heykellerle bezeli projesine dair küresel sanat basınına verdiği demeçte, şunları dile getiriyor:
“Drama’nın pek çok tabiri var: Bir nevi ‘eğlence’ haline, afete veya bizlerin tarihe dair doğuştan gelen kuşkusuna atıfta bulunuyor.” Shawky, işin kendi adına jeopolitik zamanlamasını da şu ifadeleriyle anlatıyor: “Şu anda küresel, politik bir aciliyet ve devrimci bir değişimden geçiyoruz. Hal böyle iken ülkemi güçlü bir mesajla temsil etmek elzemdi. Mısır’ın tarihsel işgaline karşı tepki vermek, bana zamanlaması doğru, hatta bunu dayatan ve önemli bir unsur olarak göründü.”
🔸Danimarka Pavyonu
Danimarka Pavyonu, Fotoğraf: Matteo de Mayda, Biennale di Venezia izniyle
Öte yandan, yüzleşme, yine Giardini’deki Danimarka Ulusal Pavyonu’na da damga vuran, mühim bir duruş olarak kayıtlara geçti. Danimarka Sanat Vakfı’nın imza attığı pavyonun “Danimarka” yazılı dış cephe künye rölyefinin üzeri ak tüllerle örtülürken, ülke tarihinin “asıl” yüzleri ile oraya “ilk kez gelenler”in yaklaşık 250 yıllık tarihleri, farklı fotoğraf sanatçılarının perspektifleriyle bitişti. Küratörlüğünü Louise Wolthers’ın yaptığı, bir tür anti-müzeye dönüşen bu yaklaşık 400 karelik kolektif serginin sanatçıları da Inuuteq Storch isimli sanat inisiyatifi oldu. Bembeyaz Danimarka, hiç bu kadar renkli ve içten olmamıştı.
🔸Rusya, Bolivya, Venezuela ve İsrail Pavyonları
Bolivia Pavyonu, Fotoğraf: Matteo de Mayda
Rusya Pavyonu’nun 200. yaş gününü kutlayan Bolivya Ulusal Pavyonu’na tahsis edilmesi veya ekonomik krizdeki Venezuela Pavyonu’nun rengârenk sokak sanatını göklere çıkardığı yeniden doğuşu da gözden kaçmadı. ABD’nin, sahneyi “gösteri” baharatı bol bir göz boyama ile esas ev sahibi Amerikan yerlilerine bıraktığı, ona komşu İsrail’in “işgal bitene dek” pavyon dükkanını sanatçı kararı ile güvenlik güçleri nezaretinde kapattığı Giardini, böylece müzikten resme ve fotoğrafa, türlü disiplinlerin olabilecek en özgür haliyle konakladığı sürprizli bir üçüncü dünya sarayı halini aldı.
🔸Hollanda Pavyonu
Hollanda Pavyonu, Fotoğraf: Matteo de Mayda, Biennale di Venezia izniyle
"Her heykel kutsal ormanı geri getirecek tohumu taşıyor. Nihayetinde birer kanal işlevi gören bu heykeller, çalınan topraklarımızı geri almamızı, onları yeniden ağaçlandırmamızı ve plantasyon sonrası kutsal ormana kucak açmamızı mümkün kılarak tüm insanlar için ortak ve adil bir gelecek sağlayacak."
CATPC adına Ced’art Tamasala
Hollanda, Venedik Bienali 60. Uluslararası Sanat Sergisi’ne sanatçı kolektifi Cercle d'Art des Travailleurs de Plantation Congolaise (CATPC), sanatçı Renzo Martens ve küratör Hicham Khalidi ile katılıyor. 2017 yılında, Renzo Martens'in “soylulaştırmayı tersine çevirme” amacıyla, İngiliz-Hollanda şirketi Unilever'in ilk plantasyonunun bulunduğu yer olan Lusanga'da ismi White Cube olan bir müze açtı. CATPC üyeleri dünyanın önde gelen müzelerinde sergiledikleri sanat eserlerini burada yaratıyorlar. Eserlerden elde edilen gelirle, eski plantasyon arazilerinin geri satın alınarak biyolojik çeşitliliğe sahip tarımsal ormanlara dönüştürülmesi için çalışıyorlar. CATPC, artık plantasyon işçilerinin topraklarını ve plantasyonlardan elde edilen ve daha sonra müzelere yatırılan kârları kendilerine ait olarak geri alma zamanı geldiğini söylüyor. Eleştiriyi kanın akmakta olduğu damarlara zerk eden sergide CATPC, ellerinde kalan son orman parçalarının toprağından yine plantasyondan çıkarılan hammaddelerle karıştırarak ürettikleri yeni sanat eserleri yer alıyor.
CATPC'nin Venedik Bienali için hazırladığı sergi, bienalin ötesine geçerek CATPC'nin işlettiği Lusanga’da bulunan White Cube'da eş zamanlı olarak yer alacak.
🔸Swatch Faces 2024
Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergilerinin ortağı Swatch, etkinliğin 60. edisyonunda, Swatch Art Peace Hotel’de konuk sanatçı programında olan altı sanatçının Yabancılar Her Yerde temasından ilham alan yapıtlarını sergiliyor. Arsenale‘de yer alan Swatch Faces 2024 sergisinde yer alan sanatçılar Maya Gelfman, Juan Pablo Chipe, Leo Chiachio & Daniel Giannone, Luo Bi ve Jiannan Wu.
🔸Swatch x Verdy
Swatch‘un Venedik Bienali için tasarladığı yerleştirmesi Verdy‘nin bir panda ve tavşanın özelliklerinden ilham alınarak yaratılmış ikonik panda-tavşan karakteri Vick. Özel üretilen saat yapıt bize yetişkin halimizle bile içimizdeki çocuğu ortaya çıkarmamızın önemini anlatıyor.
Venedik sokaklarında devam eden sanat
Yinka Shonibare, Fotoğraf: Marco Zorzanello
Her bienalde olduğu gibi, bu sene de onlarca alternatif ulusal, tematik ve kişisel sergi Venedik’e serpildi. Kimi ülkelerin pavyonları, tarihi kentin yapılarında kendine özgü sürprizleriyle ziyaretçi bekledi. Filistin’le dayanışma inisiyatiflerinin slogan ve posterlerinin, Risk Altındaki Sanatçılar’ın kendi alternatif pavyonları ile Palazzo Zorzi’deki çabalarının veya Ukrayna’nın kendine özgü “korugan” pavyonu ile sanat direnişinin yeri hep Venedik sokakları oldu. Ahmet Öğüt 15 Temmuz’a kadar A plus A Gallery’de Double Take sergisi kapsamında I’m still alive, yet adlı yerleştirmesini gösteriyor. Özetle sokağın da Venedik Bienali de öyle hazırlıklıydı ki, Orient Express’in müze vagonu veya muazzam Fransız katamaran Artexplora’nın cazibesi dahi, Venedik limanlarına bu maksatla demirli haldeydi. Bu hayırlı karmaşada kaybolan sanat eserleri için duvarlara bile ilanlar asılırken, Soykırım Değil Sanat Kolektifi de QR kodlarıyla sokakta kendi direniş noktalarını virgüller ve ünlemlere, üç noktalara dönüştürmekle meşguldü. Bunun gibi, Venedik’in dar geçitleri ayrıca, “Sanatın Geleceği Nedir?” diye soran Filistin Pavyonu’nun da nefes almasına ya da “Venedik’te Ölüm Yok / Soykırım Pavyonu’na Hayır” diyen ANGA kolektifinin protestosuna da yuva oldu.
Derken Venedik, bienalin basın ön izleme günlerinin hemen ardından kendini ziyarete gelen tüm yabancılardan yaklaşık 245 lira “ayakbastı parası” almaya başladı. Günlüğü 1050 liraya gezilebilen, tek rozetinin 110 liraya satın alınabildiği, bir domatesli pizzanın 350 liraya yenilebildiği, tek kahvenin 200 liraya dayandığı bienalde, bu duruma da tabii ki “herkes yabancı”ydı. Tıpkı ön izlemeye gelen jetlerin gökyüzü trafiğini alt üst etmesi gibi…
Bütün bu eleştirileri duyan La Biennale di Venezia, 2021 yılından bu yana tüm faaliyetlerini çevresel sürdürülebilirliğin kabul görmüş ve sağlamlaştırılmış ilkeleri ışığında yeniden gözden geçirmek üzere bir plan başlattı. 2024 yılı için hedef, Bienal'in planlanan etkinlikleri için 2023 yılında elde edilen "karbon nötrlüğü" sertifikasını genişletmek. 80. Venedik Uluslararası Film Festivali, Tiyatro, Müzik ve Dans Festivalleri ve özellikle de bu disiplinde karbon nötrlüğüne ulaşmak için somut bir süreci sahada test eden ilk büyük sergi olacak 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi dekolonizasyon ve dekarbonizasyon temalarını yansıtarak Bienal’in gösterdiği işlerle yarattığı ortam arasındaki tezatlığı nasıl bir olguya dönüştürebileceğini/mizi merakla bekliyoruz.
Comments