Yazı: Ekmel Ertan
Intro
Son dönemlerde yapay zekâ ve sanat üzerine epey konuşuldu. Yapay zekâ terimine tekrar dönmek üzere soruyu makine ve sanat olarak ele alırsak işi biraz kolaylaştırabiliriz. Fakat yapay zekâ yerine makine deyince iş birden bire fazlaca kolaylaşmış görünüyor. Zira yapay zekâyı bir makine olarak değil, bir makineden çok daha fazlası olarak görüyoruz. Çünkü zekâdan söz ediyoruz. Soru önce zekânın ne olduğuna bağlanıyor sonra yapay zekâ’nın zekâdan anladığımız koşulları ya da özellikleri yerine getirip getirmediğine...
Zekâ
Zekâ (Oxford’a göre) (1.) insanın düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tümü. (2. ruhbilim terimi) soyutlama, öğrenme ve yeni durumlara uyma yeteneklerinin toplamı, olarak açıklanıyor. Zekâ temelde insanla ilişkilendirilen bir kavram ama diğer canlıların da zekâya sahip olduklarını biliyoruz -ki bu tüm biolojik yaratıkları kapsıyor. Hayvanların zeki olduğunu kendi deneyim ve gözlemlerimizden biliyoruz. Bilim bize bitkilerin de zekâya sahip olduğunu söylüyor, pandemi sırasında ise virüslerin de bir tür zekaya sahip olduğunu en azından varlıklarını sürdürebilmek için çevrelerine adapte olarak kendilerini dönüştürdüklerini öğrendik.
Öğrenme
Öğrenme zekâyı tarif ederken kullanığımız terimler içerisindeki en temel kategori. Öğrenme yetisi nedeniyle insan sürekli gelişim ya da dönüşüm içerisinde olan bir varlık. Çünkü öğrenme "insanın düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tümü"nün yani zekânın sürekli bir dönüşüm içerisinde olmasını doğal olarak zorunlu kılıyor; sürekli olarak öğreniyor ve “yeni sonuçlar çıkararak” ilerliyoruz.
Arf’ın makalesi
Cahit Arf 1959 yılında Erzurum’da Atatürk Üniversitesi'nin düzenlediği bir konferansta Makine düşünebilir mi ve nasıl düşünebilir? başlıklı bir makale sunuyor. Yani bizler bugünlerde yapay zekâ, makine zekâsı gibi konuları tartışmaya başlamadan çok önce Türkiye’de de bilim insanları bu konuları tartışıyor ve hatta bunları üstelik de Anadolu’da -her ne kadar akademik bir çevre de olsa- kamuoyu ile paylaşıyormuş. Bu birçok açıdan pek önemli. Birincisi bugün konuştuğumuz konular tam olarak da bugün ortaya çıkmadı; elbette bugünün gündemini işgal ediyor olmasının nedenleri var ama teknolojiyi -sosyal, siyasal, ekonomik vs.- toplumsal ve tarihsel süreç içerisinde okumak gerekiyor. Böylelikle hem bugün bu konuları nasıl ve neden tartışmakta olduğumuzu hem de verili olan teknolojinin neyi önermekte, neyi dönüştürmekte olduğunu anlayabilelim. Bu yüzden ben bugün yapay zekâ ve sanat üzerine bu yazıda teknik detaylardan ya da yapay zekânın muhteşem -veya ilginç- başarılarından söz etmek yerine bu tartışmaların başlarına dönüp birkaç izlek üzerinden bugüne gelmeye çalışacağım.
Estetik müessirler
Bu noktada tesadüfen rastladığım bu yazı, yapay zekâ, makine düşünmesi gibi konuların tam zamanında Türkiye akademisinde de konuşuluyor, tartışılıyor olması beni çok sevindirdi. Cahit Arf’ın bu makalede söylediği, aynı sıralarda dünyada tartışılmakta olan çerçeveden hiç farklı değil.
Özetle yapay zekâ, makine düşünmesi tartışmaları 50’lere kadar geri gidiyor. Tartışma bugün olduğu gibi 50’lerde de sanat ve yaratıcılık etrafında dönüyor. Zira sanat ve yaratıcılık insanı makineden ayıran temel unsurları, insanı biricik kıldığı varsayılan özellikleri tartışma konusu yaparak çoğumuzun etrafında birleştiği bir tür “kırmızı çizgi” oluşturuyor.
Arf makalesini şu cümlelerle bitiriyor: “Makinelerin bazı işleri insan beynine nazaran çok daha çabuk yapabilmelerine mukabil anlayış yani alış kapasiteleri büyük bir salonu doldurabilecek kadar büyük olanlarında bile tenevvü (çeşitlilik) bakımından insan beyninden çok düşüktür. İnsan beyninin kendi kendini kendi inisiyatifi ile tekemmül ettirmesine mukabil makine yapıldığı gibi kalmaktadır. Bununla beraber kendi kendisini tekemmül ettiren makine tasarlamak mümkündür. Fakat kanaatimce insan beyni ile makine arasındaki asıl fark, insan beyninin estetik mahiyette müessirleri alıp onlar üzerinde işleyebilmesi ve yine estetik mahiyette olan kararlar verebilmesine, verilen bir işi yapıp yapmamak hususunda kendisini serbest hissetmesine mukabil makinede bu vasıfların benzerlerinin yok oluşudur. Bu vasıfları karakterize eden husus hepsinin de bir belirsizlik unsuru ihtiva etmesi, bunların şaşmaz bir şekilde uydukları kaidelerin mevcut olmayışıdır. Belirsizlik karakterini haiz olan insan dışı tabiat hâdiseleri mevcuttur. Bunlar atom içinde ceryan eden olaylardır. Bu itibarla nispeten küçük sayıda atom içinde ceryan eden olaylar böyle makinelerin işleyişinde müessir hale getirilebilirse[1] makinelerin estetik bakımdan da insan beynine benzetileceği ümit edilebilecektir. Böyle bir makine, mesela filân müzik parçasını güzel bulmadığını söyleyebilecektir. Fakat bu işin uzun yıllar sonra bile belki de hiçbir zaman yapılamayacağını zannediyorum.” Görüldüğü gibi Arf için de “estetik mahiyette müessirler” kilit rol oynuyor.
Bilim ve teknolojinin toplumsallığı
İkincisi Arf’ın dediğim gibi akademik bir ortamda da olsa bu makaleyi Erzurum’da sunuyor, makine düşünmesi gibi bir meseleyi kamuoyuna açıyor olması, bilimin ve teknolojinin temel meselelerinden birisinin yani bilimin ve teknolojinin demokratikleşmesinin nasıl süreç içerisinde elimizden kaçtığını hatırlatıyor. Cumhuriyetin gençlik yıllarında, bir “ulus” inşa etme çabası, devletin kurumlarını oluşturma faaliyeti içerisinde aydının üstlendiği anlamlı ve anlaşılır bir misyon vardı. Bugünün yatay olduğuna inandırıldığımız iletişim dünyasında bilgi ve tercihler farklı biçim ve araçlarla oluşturuluyor.
Arf’ın sunumunun içeriğine ve diline bakarsanız akademik bir makaleden ziyade bilimsel bir meselenin genel izleyiciyi hedefleyen -popüler- bir sunumu olduğunu görürsünüz. Arf bu makale çerçevesinde aslında pozitif düşüncenin önemini vurguluyor.” Lüzumuna kani olduğum bu akl-ı selime güvenç, yine kanaatimce umumî olmalıdır. Vali böyle düşünmelidir, avukat böyle düşünmelidir, nalbant da böyle düşünmelidir, çocuklarımız böyle düşünmelidir. Ancak böyle bir adet edindiğimiz takdirdedir ki öğrendiklerimize yenilerini katabilenlerimiz çıkar. “ diyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin 50’li yıllarına bakınca Arf’ın, -Atatürk Üniversitesinin ilk ders yılı dolayısı ile yapılan konferanstaki- sunumu bugün naif gözükse de tarihsel olarak konumlandırabildiğimiz, gerekli ve ilerici bir aydın çabası olarak görünüyor. Akademi de dahil olmak üzere devletin kurumları eliyle bilimsel düşüncenin yaygınlaştılrılması, bilimin toplumsallaştırılması çabasının son yirmi yılda tersine dönmesinin sonuçlarını pek yakında acı bir biçimde yaşadık, yaşıyoruz.
Bilimin toplumsallaşması ve demokratikleşmesi hala kilit meselelerden bir tanesi. Bugün konuşmakta olduğumuz yapay zeka da tam bu çerçevede önem taşıyor. Toplumsal gelişmenin temel taşları olarak bilim ve teknoloji insanlık için varoluşsal değer taşıyor. Ancak bilgi üretiminin teknolojiye dayalı olarak üstel bir artışla (Moore kanunu[2]) hızlanması ve kapitalizmin doymak bilmeyen kar hırsı ile aynı hızla sorgulanmadan teknolojiye dönüşmesiyle tüm hayatımızı kontrol ediyor ve geleceğimizi belirliyor. Bu nedenle bilimin toplumsallaşması ve demokratikleşmesi bugün yüzyıl öncesinden de 50 yıl öncesinden da daha kritik bir hale geldi.
Yeni medya
Tam bu noktada sanat özellikle de Yeni Medya Sanatı çok önemli bir rol oynuyor, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ve bu gelişmenin olası sonuçlarını kritik bir bakışla kamusal alana taşıyarak tartışma zeminine getiriyor. Bu hem bilimsel ve teknolojik gelişmeler hakkında farkındalık yaratıyor, nereye doğru gitmekte olduğumuza dair bir ışık tutuyor, hem de özellikle eleştirel yanı ile olası gelecek kurgularını gündemimize taşıyarak her birimizi ortak geleceğimizin failleri olarak aktif bir rol oynamaya zorluyor. Bu yüzden sanat ve sanat dolayımında bilim ve teknoloji üzerine konuşmak önem taşıyor.
Çağdaş Sanat’la (Contemporary Art) kabaca 1950’lerden bu yana, sanatçının, hızlanarak dönüşmeye başlayan dünyaya tepki vermesiyle, malzemenin, formun, yeni konuların ve yeni sanat pratiklerinin devreye girmesi ile esasen sanatın toplumsal hayattaki rolü, işlevi değişmeye başlıyor. Sanatçı güncel olanı takip ediyor, güncel olana tepki veriyor. Dijital teknolojilerin erişilebilir hale geldiği 80’lerden başlayarak da Yeni Medya Sanatı ile sanat ve teknoloji ilişkisi gündemimize hızla ve etkin bir biçimde giriyor.
Sanat elbette her zaman teknolojiyi kullandı -yağlıboya veya fotoğraf vb.- ama sadece 20. yüzyılın başından bu yana teknoloji sanatın meselelerinden birisi olmaya başladı, 60 sonrası süreçte ve akımlarda hem teknolojilerin sanatın malzemesini ve pratiklerini değiştirmesinin, hem de -Fütüristler gibi ya da savaş teknolojilerine karşıtlık gibi- sanatın meselelerinden biri haline gelmesinin örnekleri görülebilir. Ama bu örnekler ancak 80’lerde dijital devrimle, dijital teknolojilerin yaygınlaşması, önce bilgisayarların erişilebilir hale gelerek evlere ve gündelik hayata girmesi sonra üstel bir hızla hayatımızın her alanını dönüştürmeye başlaması ile sanat alanında küresel bir hareket yarattı. Bu Yeni Medya Sanatı olarak karşımıza çıktı. Ben Yeni Medya’yı bir akım olarak görüyorum. 60 sonrası sanat akımları gibi ama elbette onlardan temelde medyumu dolayısı ile farklılaşan bir akım. Medyum’unun yani dijital teknolojilerin yeni olanakları iç içe geçmiş olarak birkaç şeye sebep oldu. Birincisi yeni teknolojilerle ortaya çıkan yeni sanatsal ifade biçimleri idi. Bu sanatçılar için yeni olanaklar yaratıyordu elbet ama bunu ilk fark edenler sanatın dışındaki alanlardan yani teknoloji alanından gelen, bir yandan yeni bir yaratım heyecanı ile araştıran ve üreten, öte yandan da teknolojiye eleştirel bir perspektiften bakan birçok birey ve grubun sanat alanına girmesini sağladı. Bu yanıyla sanat alanı bir anlamda demokratikleşti. İkincisi, temelinde iletişim teknolojileri olduğu için Yeni Medya Sanatı en başından küresel bir hareket olarak başladı. Küresel derken elbet dijital eşitsizliği -digital divide- göz ardı ederek konuşuyorum. Kuzey Yarım Küre ile Güney Yarım Küre ya da Doğu ile Batı eşit rol oynamadı bu küresel harekette. 60 sonrası sanat akımlarından farklı olarak, yerel ve komünite bazlı bir hareket olarak başlamadı, kimse başını çekmedi, ama paralel ve hızla genişleyerek küreselleşti. Üçüncüsü, bilginin özgürce paylaşımı ve akademi dışına çıkması, birbirinden öğrenme -peerlearning-, dijital teknolojilerin demokratikleştirilmesi (processing, 100$ Computer, vs.), özgür yazılım, açık kaynak yazılım hareketleri gibi gelişmeler bu sürece eşlik etti, zamanın iyi niyetli bakışı ile dijital teknolojilerin -kendiliğinden- getireceği varsayılan demokratikleşmeye dayanan bir tür ütopya hem teknoloji hem de sanat alanında dönüşüme sebep oldu. Dördüncüsü, özellikle neredeyse ilk otuz yılında Yeni Medya’nın biraz anlaşılamama biraz da dışlanma dolayısı ile Çağdaş Sanat alanının ve sanat pazarının dışında kalarak kendi alanını koruması, -ki bu karakteri ile de bir akım olma özelliğinde idi- sanatın hegemonyasına bir darbe idi.
Yeni Medya’nın ilk on, yirmi yılında üretilen işler teknolojinin yeniliğinden dolayı hem ilginçti hem yeni teknolojinin kudretini, kimi zaman bir tür sarhoşluk içerisinde, dışa vuruyordu. O zamanlar Çağdaş Sanat dünyasının dışladığı -ve sanat pazarının henüz anlamadığı riski almaya cesaret edemediği- bu ilk örneklerin birçoğunun benzerleri, ya da temelde kavramsal bir farkı olmayan pek çok eser ve sanatçı bugün sanat dünyasının yıldızları haline geldiler. Bugün bu kesim işler esasen Dijital Sanat alanını işgal ediyor.
Dijital sanat
Burada Dijital Sanat terimini devreye sokuyorum ve onu Yeni Medya Sanatı'ndan ayırıyorum. Dijital Sanat’ı da bir anlamda Çağdaş Sanat gibi genel kapsayıcı bir terim olarak görüyorum, ama bir yandan Çağdaş Sanatın yerine oynayan bir terim gibi. Dijitali araç ya da medyum olarak kullanan işler, bir şekilde dijitale değen işler, Dijital Sanat işleri olarak anılıyor. Bu anlamda genel, ve bugünün sanatı giderek dijitalleşmekte olduğundan da, kapsayıcı bir terim. Öte yandan yine dijitalleşme kaçınılmazlaştıkça ve dijital üretimler sanat pazarına hakim oldukça Çağdaş Sanat gibi günümüz sanatını ima eden ama tam da bu güncelliği -çağdaşlığı- ifade etmek için onun -Çağdaş Sanat’ın- yerine geçmeye aday bir terim. Bugünlerde Metaverse sanatı, NFT sanatı, AR, VR, XR sanatı, Yapay Zekâ sanatı gibi gündeme giren terimler bu popülerleşmeye işaret ediyor. Yani pek muhtemel ki ileride dönemleri sayarken, Güncel Sanatı takip eden döneme, 20XX’lerden sonrasına Dijital Sanat deniyor olacak. Dijital Sanat ile yeni bir “ana akım” sanat dünyası sunuluyor önümüze. Burada vurguyu “ana akım” olmasına yapıyorum.
Makine sanatı
Yapay Zekâ sanatı var mıdır, yapay zekâ -dolayısı ile makine- sanat yapabilir mi gibi bugünün sorularına dönecek olursak, bu soruları Yeni Medya Sanatı'nın en başında da buluruz.
1950’lerin sonunda iş üretmeye başlayan ilk bilgisayar sanatçılarından Hiroshi Kawano[3] 1975 yılında yazdığı Bilgisayar Sanatı Nedir başlıklı makalesinde, bilgisayarın sanatçı, sanatçının da meta-sanatçı olarak anılmasını öneriyor.
“Bir yazılımcı olarak bilgisayar sanatçısı, aklın yerine duyguyu öne çıkaran sanatçı olarak değil fakat, mantıksal düşünceye sahip, güzele karşı kararlı bir itidalle durması gereken sanat bilimcisi olarak anılmalı. O sadece 'sanat bilgisayarı'nı programlayabilir, 'sanat bilgisayarı' da yazılım doğrultusunda sanat eserini üretir. O halde sanatçının ('sanat bilgisayarı') öğretmenine meta-sanatçı diyelim, ki metasanatçı sanat bilgisayararı için bir gerekliliktir.”[4] (Kavano, 1976)
Piet Mondrian, Composition in Line, 1917 (solda), Michael Noll, Composition with Lines, 1965 (sağda)
Aradan neredeyse 50 yıla yakın zaman geçtikten sonra hala varlığını koruyan bu soru bugün sanat alanında bir yandan naif görünse de bir yandan da aslında bir paradigma değişimine işaret ediyor. Sanatın nesnesinden çok sanatçının konumu tartışılır oluyor. Bugünkü tartışma da aynı noktada kilitleniyor temelde. Nesnenin sanatsal değerini yaratıcısına bakarak belirlemek eğilimindeyiz.
60’lar Big Machine - Medosch
60’larda Bilgisayar sanatı ile uğraşan sanatçılar makinenin sanat yapabileceğini -ya da bilgisayar ile sanat yapılabileceğini- kanıtlamaya çalışıyordu. 60’larda, Bell Telephone Lab’da mühendis olarak çalışan Michael Noll, iki resim ve bir anketle yüz denek üzerinde bir test yapıyor. Piet Mondrian’ın 1917’de yapılmış eseri Composition in Line ile kendisi tarafından programlanarak IBM 7094 bilgisayarı ile üretilmiş Computer Composition with Lines adını verdiği resmi karşılaştırmaları ve hangisinin bilgisayar tarafından yapıldığını tespit etmelerini istiyor. Deneklere soyut sanatı sevip sevmedikleri de sorulmuştu. Soyut sanatı seven deneklerin %26’sı, sevmeyenlerin %35’i hangi resmin Mondrian tarafından hangisinin bilgisayarla yapılmış olduğunu ayırt edebildi. Yani büyük çoğunluk emin olamadı ya da yanıldı. Üstelik tüm deneklerin %60’ı bilgisayar tarafından yapılanı tercih ettiğini belirtmişti.
Armin Medosch’a göre bu test sonucundaki “Mesaj, bilgisayarın daha üstün bir sanatçı olduğu ve güzel sanatlar alanına uygulandığında kolayca Turing Testi’nden[5] geçtiğiydi.”
Frieder Nake, Homage to Paul Klee, 1965
Aynı yıl Frieder Nake de Hommage to Paul Klee (Paul Klee’ye Saygı) adlı bir bilgisayar çizimi üretti. Medosh şöyle diyor: “(…) mesaj aynıydı: bilgisayarlar sanatçı insanlar tarafından yapılana eşdeğerde hatta daha iyi sanat üretebiliyordu. Nake ve Noll’un yaptıkları işler (eserler) “insan(lığ)ı küçümseme” fikri ile ilgiliydi. Bu, bizim insani ve insan merkezli (antroposentrik) duygularımıza yönelik bir küçümseme olup, makinenin şeyleri, özellikle de insan olmanın özünü temsil ettiği düşünülen şeyleri, biz insanlardan daha iyi yapacağı düşüncesidir.“ (age)
Big Machine miti
Yeni Medya araştırmacısı Medosch 50’li yıllarda yapay zekânın ABD ordusu tarafından desteklenen bilgisayar bilimlerinin temel ilgi alanlarından birisi olduğunu hatırlatarak, “Benim görüşüme göre, insanı küçümseme söylemi gerçekte olup bitenleri bastırmak, bilgisayarların savaş ve politik ekonomideki rolünün gündeme gelmesini engellemek, ve ayni zamanda Soğuk Savaş içindeki süper güçler arasındaki hegemonik savaşta bir ideolojik üstünlük aracı olarak kullanılmaya yarayan sahte bir söylemdi.” diyor. Acaba bu yorumu farklı pratiklerle benzer bir taktik olarak bugünkü gündemimize de yansıtamaz mıyız?
Bilgisayar teknolojilerinin askeri araştırmalarla parlayan ve ABD ordusu tarafından desteklenen teknolojiler olması ve 73’e kadar süren ve Amerikan toplumu için ciddi sonuçları olan Vietnam savaşında kullanılması dolayısı ile o yıllarda sanatçılar genel olarak Vietnam savaşına ve dolaylı olarak bilgisayar sanatına karşıydılar. Savaş teknolojilerinin sanat alanına girmesine tepki gösteriyorlardı. 60’lardan başlayarak bilgisayarla algoritmik işler üreten Nake, Nees, Noll, Csuri, Molnar gibi sanatçılar bu yüzden ikircikli bir konumdaydılar. Bu sanatçıların çoğu mühendis oldukları için bilgisayara bakışları farklıydı, onu sadece bir savaş aracı olarak görmüyorlar, bilgisayarla sanat da yapılabileceğini ispatlamaya çalışıyorlardı. Çoğu solcu, hatta Nake gibi kendini komünist olarak tanımlayan sanatçılar olmaları dolayısı ile bir yandan da dünya görüşlerini ürettikleri işlere yansıtamıyor olmanın sıkıntısını yaşıyorlardı. Pek azı nadiren politik sayılabilecek işler üretti.[6] 70’lerin sonuna kadar teknoloji sanat ilişkisi gergin bir ilişkiydi.[7]
Yeni Medya, Sanat Tarihi kanonuna girmek için kendisine bir tarih yazmaya başladığında 1950’lere geri gitti. 50’lerde karşılaştığı şey ise kullandığı bilgisayar teknolojilerinin dönemin savaş teknolojileri olduğu idi. Dolayısı ile yeni medya sanatçı ve sanatçıları teknolojiye eleştirel bir konum alarak işe giriştiler. Bir yandan henüz kapital devreye giremeden, genç insanların elinde hızla toplumsallaşan dijital teknolojilerin demokratik bir toplum ütopyasını gerçekleştireceğine varan anlayışı öte yandan da bu anlayışın bir uzantısı olarak teknoloji eleştirisi Yeni Medya Sanatı'nı politik bir zemine oturttu. Ancak dijitalin gündelik hayatın olağanlığı içerisinde görünmezleştiği post dijital günümüzde bu tartışma ve karşı duruş da artık görünmez hale geldi. Bugün yapay zeka sanatçı olabilir mi, yapay zeka sanatı olur mu olmaz mı gibi pek de anlamı olmayan tartışmalar yerine neden Orta Doğu'da yapay zekânın, üstelik ülkemizde üretilen drone’lar da dahil olmak üzere, kimin öldürüleceğine karar veren ve bunu fiilen gerçekleştiren teknolojiler olması üzerine konuşmuyoruz? Armin Medosch tam da bunu söylüyordu bu sahte söylemlerin 60’larda gündem olmasına dair; durum bugün de pek farklı değil. Biz yapay zeka sanat yapabilir mi tartışmasını yaparken yapay zeka yanı başımızda insanları öldürmeye devam ediyor. Daha fenası kimi öldüreceğine kendisi karar verebiliyor; bu otonomiye sahip, zira öğreniyor. Orta Doğu ve tüm savaş alanları yapay zekâ araştırmaları için eğitim ve test alanları.[8]
50’ler de bilgisayarlara genel olarak elektronik beyin (de) deniyordu ki bu söylem Türkiye’de yakın zamanlara kadar sürmüştü. Makine, insan beyni ile aynı yere konuyor ve elbette kararsızlık, duygusallık, çaresizlik hissi gibi insâni yetersizliklerden arınmış olduğu için daha üst bir seviyeye geçiyordu. Bu mit ben çocukken vardı, bugün hala var.
Elektronik Beyin miti[9] bizim elektronik beynin “tüm” işleri insandan daha iyi yapacağına inandırılmamıza dayanıyor. Bu mit bugünlerde yapay zeka algoritmaları ile beden buluyor. Sanatın buradaki rolü tam da bu “tüm” işleri yapabilirliğini kanıtlamak zira en insana özgü olduğu düşünülen yaratıcılık ve sanat alanında “başarı gösteriyor” olması her alandaki başarısının kanıtına dönüşüyor. O yüzden bu konuları tartış-tırıl-ıyoruz.
Michigan case
Bu miti kabullenmeye eğilim gösterdiğimizde o işlerin hangileri olacağına zaten araçları ellerinde tutanlar yani devletler, kamu kurumları ve platform şirketleri -ortak- çıkarları doğrultusunda hızlı kararlar verebiliyor. Devlet ve kamu kurumları sahip olduğu otorite ile bunu kolaylıkla yapabiliyor ve o mit “sistem” (otomasyon) olarak karşımıza çıkıyor. Sistemler hatadan muaf değil ne yazık ki. Büyük makine mitine kör inancın topluma bedel ödetmesi için illa ki kişisel çıkarlar ya da kötü niyet gerekmiyor, ama öte yandan çoğu zaman yeni teknolojileri erken bir dönemde -herkesten önce- uygulayıp parsayı toplamak dürtüsü de var. Buna dair en çok verilen büyük kaza örneklerinden biri Amerika’da, Michigan İşsizlik Sigortası sisteminin otomasyona geçmesi sonucu 2013-2015 yılları arasında, Michigan'da 40.000 kişi işsizlik sigortası dolandırıcılığı ile suçlanması. Devlet tarafından sipariş edilen, yeterince denetlenmeyen özel bir yazılımın sonucuydu bu. Binlerce insanın gelirlerine ve mallarına el kondu, çoğunun iflasına neden oldu, kredilerini kaybettiler, hayatları altüst oldu ve hatanın ortaya çıkmasına rağmen yıllarca uğraşmak zorunda kaldılar ama sonunda ne hatanın sonuçları tamamen temizlenebildi ne de zarar telafi edildi.[10]
Yazılımda hata kaçınılmazdır. Geliştiricilerin karmaşık mevzuatları koda dönüştürür ve programlama yaparken hatalar meydana gel-ebil-ir. “Otomatik sistemlere beslenen devasa veri setleri kaçınılmaz olarak bazı yanlışlıklar ve eksiklikler içerecektir. Algoritmalar ayrıca yerleşik toplumsal önyargıları kopyalayabilir ve marjinal gruplara karşı ayrımcılık yapabilir.”[11]
AI, chatGPT case
Bugün yapay zeka çalışmaları hiçbir denetim veya hukuki düzenlemeye takılmadan çok daha hızlı ilerliyor. Bugünlerde en çok konuşulan yapay zeka uygulamalarından biri olan chatGPT’yi işaret eden Daron Acemoğlu’na göre “Büyük dil modellerinin daha geniş etkilerinin ne olacağı, gazeteciliği, eğitimi nasıl etkileyeceği veya ne gibi siyasi etkileri olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok.” Acemoğlu, Google’ın daha temkinli davranarak “büyük dil modellerini” geri çektikleri sırada, Open AI şirketinin, -Facebook'un 'hızlı hareket et, yık geç' mottosuyla davranarak- chatGPT’yi açması sonucu milyarlarca dolarlık bir şirket haline gelmesi, Microsoft Bing'e eklemlenerek Google’a “100 milyar dolar gibi bir değer” kaybettirmesini örnekleyerek; “içinde bulunduğumuz yüksek riskli, kıyasıya rekabet ortamını ve bunun yarattığı teşvikleri görüyorsunuz. Düzenleme olmadan şirketlerin sorumlu davranacaklarına güvenebileceğimizi sanmıyorum.” diyor.[12]
Mit, Kartezyen düşünce, McLuhan
Bu mit sanatın da araç edildiği çeşitli şekillerde şimdi de yapay zeka üzerinden beslenmeye devam ediyor. Bir tür tanrısal zekadan bir bilinmezden, bir tür kehanetten söz ediyor gibiyiz. Esasen makinenin sanatçı yerine geçebileceği düşüncesi aynı mitten kaynaklanan bir korku. Bu korkunun özündeki de -birçok başka meslek kolu için düşünülenin aksine- sanatçıların işsiz kalacağı ve bunun yaratacağı sosyal problemler değil. Yapay Zeka’nın, insana özgü olduğu varsayılan ayırd edici vasıflara haiz olmasının verdiği korku; insanın biricikliğini, üstünlüğünü ve hakimiyetini yitireceği korkusu. Ne ki bu korku bir farkındalığı tetiklemeye, uyarıcı olmaya varmıyor, tersine kontrolümüz dışında gelişen “şey”e karşı edilgenleşmeyi ve kabullenmeyi getiriyor. Mitsel olması ya da mitleştirilmesi bu yüzden.
Kartezyen düşünce de bizi aynı mite itiyor. Düşünüyorum öyleyse varım diyor, hissediyorum, aşık oluyorum, acı çekiyorum öyleyse varım demiyor. Bütün mesele düşünmekse, daha iyi düşünen bir makine elbette insanın yerine geçebilir. Zekâ için, “insanın düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tümü“ diyordu Oxford. İnsan düşüncesinin tamamen rasyonel bir süreç olduğunu, indirgemeci bir yaklaşımla bir problem çözme meselesi olduğunu varsayarsak zekanın bu tarifi ile yetinebiliriz ki bu makineyi insandan üstün bir yere yerleştirir. Ama bu kadarı ile zaten böyle, bu yüzden makineyi kullanıyoruz.
McLuhan teknolojinin bedenlerimizin uzantısı (extension), onu genişleten, kapasitelerini ve gücünü arttıran bir eklentisi olduğunu söylüyordu yine 50’lerde. Bunu sadece -araba, gözlük, vs gibi- mekanik, fiziksel becerilerimiz için değil aynı zamanda zihinsel yeteneklerimiz için de -hesap makinesi, bir teknoloji olarak yazı, dil, vb.- için de söylüyordu. Endüstri devrimiyle makine insanın fiziksel becerilerini üstleniyordu, dijital devrimle akıl yürütme, rasyonel düşünme becerilerini üstlenmeye başladı. Bugüne kadar bu algoritmalar yoluyla gerçekleşti. Ama algoritmalar en basitinden en kompleksine insan tarafından bilinen, zaten çözülmüş, tarif edilebilen meselelere aitti. Bugün hala böyle, yapay zeka da dahil olmak üzere. Yapay zeka insanın akıl yürütme tekniklerini çeşitli durumlara uygulayarak belli problemleri çözüyor, belli verilerden beklenen[13] sonuçlara varıyor.
AGI
Kendi kendine meseleler edinip yeni algoritmalar geliştiren bir makine yok. Bu olursa gerçekten zekadan söz edebiliriz. Buna Artificial General Inteligency deniyor, Yapay Genel Zekâ. Murray Shanahan[14] böyle bir makine için gerekli olan şeyin common sense ve creativity, akl-ı selim ve yaratıcılık olduğunu söylüyor. Başta söz ettiğimiz metinde Arf’da akl-ı selim diyordu. Sahnahan’a göre common sense veya- akl-ı selim’le kastedilen fiziksel ve sosyal çevremizde, yani gündelik hayat içerisinde anlama ve davranma becerisi gösterebilmek anlamına geliyor. Bu da hem fiziksel hem sosyal çevreden veri alıp işleyerek yeni bir davranış geliştirmek demek. Burada ikinci gereklilik yaratıcılık devreye giriyor. Burada söz konusu edilen sanatsal yaratıcılık değil. Bu anlamıyla yaratıcılık eski bilgilerden yeni ve özgün bir sonuç çıkarabilmek, yeni şeyler keşfetmek veya eski şeyleri yeni biçimlerde kullanmak demek ve bu çocuklarda ya da her insanda olan şey. Fakat yaratıcılık ancak akl-ı selimle mümkün. Çıkan yeni sonuç veya keşfin akl-ı selim olması gerekiyor, yoksa saçmalıyor oluyoruz ve buna yaratıcılık demiyoruz. O halde Shanahan’ı takip edersek, insan zekasından söz ettiğimizde akl-ı selim ve yaratıcı olması temel unsurları. Bu da fiziksel ve sosyal çevre ile iletişim içerisinde olması ve olmayı -varoluşunu- sürdürmesi anlamına geliyor. Bütün biyolojik zekalar da, hayvanlardan tek hücreli canlılara esasen bunu yapıyor. O zaman yapay genel zeka için de aynı koşulu öne sürebiliriz, evrende varolmayı otonom bir şekilde sürdüren bir makine akl-ı selime ve yaratıcılığa ihtiyaç duyacaktır. Fakat bunun için Heidegger’ci manada “dünyada olması” -dasein[15]- gerekecektir. O zaman faildir, sanatçı da olabilir.
Fotoğraf
Aslında teknolojinin sanat alanında birden çok defa paradigma değişimlerine sebep olduğu gerçek. Bunun Kavano’nun işaret ettiğinden daha erken bir dönemde, bilgisayarlardan önce ama yine teknoloji bağlamında, fotoğrafın icadıyla başladığını söyleyebiliriz. Sanatçı sanat yapma eylemini teknolojiye, önce deklanşöre basarak devrediyor. Bu delegasyon bir eylemin -yapma eyleminin, üretimin- delege edilmesiyle sınırlıydı ama sanat üretimini dönüştüren en önemli adımlardan biriydi. Bilgisayar sanatına gelindiğinde, sanat yapma eylemi ile sanat ürünü arasına çok sayıda soyutlama adımı girdi, fotoğraftaki sınırlı programlanabilirlik (diyafram, poz süresi, filtre, vb) tüm sürecin programlanmasına dönüştü ve -en azından yeni medyada- sanatsal eylemin esası haline geldi.
Ama yapay zekâya gelindiğinde iş değişmeye başlıyor. Zira yapay zeka fotoğraf makinesi gibi mekanik bir icat değil. Yapay zeka, esasen bilgiye, bilginin kullanımına dair. Onlarca veri - sözcük, metin veya görsel- olmadan yapay zekânın yapabileceği hiçbir şey yok. Dolayısı ile burada delege edilen sanatsal eylem, mekanik bir düzeneğe değil hatta bir yazılıma da değil, insanlığın -ya da daha somutlaştırarak söylersek “başkalarının”- bilgisine yaslanıyor. Öte yandan kullandığı bilgi de gerçekliğe değil gerçekliğin temsiline dayanıyor, yapay zeka temsillerden yeni temsiller üretiyor. Burada fotoğrafın icadıyla kurulan paralelliği fazlasıyla aşan bir durum var!
Telif, sahiplik sorunu
Tam da bu noktada devreye telif hakları meselesinden söz edebiliriz. Geçtiğimiz aylarda telif problemi yüzünden sanatçılar ve bazı şirketler (Getty) yapay zeka şirketlerine dava etti. Milyonlarca görsel internetten izinsiz kopyalanarak makine eğitimi için kullanılıyor. Gett’nin Satability AI şirketini dava etmesinde davaya konu olan, makine öğrenimi için görsellerin telifi olsa da olmasa da kendi prosedürleri dışında -üzerinde işlem yapmak için- kopyalanıyor olması. Benzer davalar Microsoft, Open AI, Github, Deviant Art şirketlerine de açıldı. Bunlar sadece görsellerin makine eğitimi için izinsiz kullanılmasına ilişkin bir durum. Bir de çıktının benzerliği veya çıktıda belli bir görselin kısmen veya tümüyle kullanılması durumu var ki bu da ayrı bir telif tartışması yaratıyor. Sanatçıların kendilerini özgün stillerin kullanılması yine ayrı bir problem. Getty, Stability AI’ı hem Amerika hem de İngiltere’de dava ediyor. Amerika’da fair use (adil kullanım) denilen bir eğilim var genel fayda için ve telif sahibine doğrudan zarar vermeyen durumlarda bu tür kullanımlar hukuken kabul görebiliyor ama benzer bir anlayış İngiltere’de geçerli değil. Bu da ilginç bir durum, farklı ülkelerin hukuklarına göre yapay zeka gibi internet üzerinde çalışan dolayısıyla global olan bir yapıda nasıl farklı telif uygulamaları olacak? Sonuç olarak yapay zeka ile üretilen işlerde bir sahiplik sorunu var. Bu soruya -yazının devamında- Bellamy Family örneğinde tekrar döneceğim.
Bu alandaki uygulamalar çok gelişti ve çeşitlendi (Dall-E, Midjourney, Stable Diffisuen, ve diğerleri). Bu uygulamaların hepsi İnternet'i dolayısı ile aslında her biri bir bireye veya kuruma ait olan görselleri kullanarak besleniyorlar. Öte yandan belli sanatçıların özgün stillerini yine telifi ödenmemiş bir öğrenme süreci sonucunda taklit edebiliyorlar. Ama biz son kullanıcılar ya da sanatçılar kendi işlerini üretmek için algoritmaları geliştiren ve sahiplenen şirketlere para ödemek durumunda kalıyor.
Bilginin sahipliği ve kontrolü
Öte yandan copyleft taraftarı olan, bilginin -akademik bilgi de dahil olmak üzere- açık kaynak olması gerektiğini ileri sürenler için (ki ben de bu gruba girebilirim) burada bir problem yok gibi. Ama bu durumda kullanıcılar neden açık kaynak üzerine inşa edilen hizmetleri satın alıyor. Daha önemlisi bu imkan ve bu teknolojiler neden bir grup -ki dünyanın en zengin şirketlerin- elinde? Bu şirketlere ne kadar güveniyoruz ki insanlığa daha iyi ve adil bir gelecek sunmak için çalıştıklarına inanıp kullanımlarının adil (fair use) olduğuna inanalım. Öyle olsa bile daha iyi geleceğin ne olduğuna neden bir grup elit, mühendis ya da şirket yöneticisi karar versin?
Daron Acemoğlu bu meseleyi nefret söylemi ve ön yargılara değinerek şöyle anlatıyor: “Size siyasi söylemle daha ilgili başka bir örnek vereyim. Çünkü ChatGPT mimarisi yine internetten ücretsiz olarak alabileceği bilgileri almaya dayanıyor. Ve sonra, Açık Yapay Zeka tarafından işletilen merkezi bir yapıya sahip olduğundan, bir muammaya sahiptir: İnterneti alır ve cümleler oluşturmak için üretken yapay zeka araçlarınızı kullanırsanız, büyük olasılıkla ırkçı sıfatlar ve kadın düşmanlığı da dahil olmak üzere nefret söylemi ile sonuçlanabilirsiniz, çünkü İnternet bunlarla doludur. Peki, ChatGPT bununla nasıl başa çıkıyor? Bir grup mühendis oturdu ve çoğunlukla pekiştirmeli öğrenmeye dayanan ve "Bu kelimeler söylenmeyecek" demelerini sağlayan bir dizi araç geliştirdi. Merkezi modelin açmazı da bu. Ya nefret dolu şeyler kusacak ya da birilerinin neyin yeterince nefret dolu olduğuna karar vermesi gerekecek. Ancak bu, siyasi söylemde herhangi bir tür güven için elverişli olmayacaktır. çünkü üç ya da dört mühendisin - aslında bir grup beyaz önlüklünün - insanların sosyal ve siyasi konularda ne duyabileceğine karar verdiği ortaya çıkabilir. Bu araçların Microsoft, Google, Amazon ve Facebook gibi merkezileşmiş büyük şirketlerin himayesi yerine daha merkezi olmayan bir şekilde kullanılabileceğine inanıyorum.”[16]
Algoritmik sanatın tarihçesi…
Nake ve Ness’in yukarıda andığımız tartışmaları yaptığı ve işler ürettiği 65’ten 70’lerin başına, on yıldan kısa bir zamanda çok şey değişiyor. Gordon Moore (Fairchild Semiconductor's Director of R&D) 65 yılında yazdığı bir iç yazışmada her 18 ayda (1,5 yıl) bir çipin -maliyeti değişmeden- barındırdığı entegre devre sayısının iki katına çıktığını söylüyordu. Moore kanunu olarak anılan bu tespite göre teknolojinin gelişmesi üstel olarak ilerliyor, ki bugün bu eğrinin daha da dikleştiğini varsayabiliriz. 70’lerin ortalarına gelindiğinde artık makine ile üretilen sanat kendi kapalı alanlarından çıkmış çağdaş sanat sergilerine girmeye başlamıştı.
3, 4 Ağustos 1968’de Zagrep’te Bilgisayar ve Görsel Araştırmalar (Computers and Visual Research) başlıklı bir sempozyum düzenleniyor. Bu sempozyum 1961’den beri iki yılda bir düzenlenen ve 1969’da açılacak olan New Tendencies 4 sergisine hazırlık niteliğinde. Sempozyumun düzenleyicilerinden olan Freider Nake 68’de Londra’da düzenlenen sergiye referansla “Cybernetic Serendipity[17] esasen işin eğlencesine odaklanmıştı, Tendencies sosyal bilinçlenmeye odaklanmalı” diyerek yön gösteriyor.
New Tendencies (Yeni Eğilimler) 1961’da başlayan Zagrep’te[18] iki yılda bir düzenlenen ve sanatta yeni eğilimleri araştıran bir etkinlik. ilk sergi bugün Çağdaş Sanatlar Müzesi haline gelen Zagreb Çağdaş Sanatlar Galerisi’nde 1961 yılında düzenleniyor, takip eden yıllar içinde uluslararası bir harekete ve ağa dönüşüyor.
“Dijital sanat ile uğraşmaya başlayıp bunu tamamen güncel sanat çerçevesi içinde yer alarak yapan tek uzun vadeli girişim, Zagreb’de 1968 yılında başlayan New Tendencies (Yeni Eğilimler) uluslararası ağı idi. Dijital sanatı güncel sanat içinde tarihsel bir bağlama oturtarak kavramsallaştırmaya başlayan bir tek onlar olmuş ve medya sanatlarının birçoğunun geçmişlerinde de görülebileceği gibi, sadece geleceğe doğru bakıp bunu tarihsel bir bağlama sahip olmadan yapan tüm diğer dijital sanat girişimlerinden ayrılmışlardır.”[19]
1968-1973 yılları bilgisayar-sanatının sadece Zagreb’te değil bütün dünyadaki en parlak dönemiydi. Medya sanatlarında hep olduğu gibi, teknolojinin belirleyiciliğini savunan tekno-ütopyacı bir eğilimle eleştirel yönelimli tekno-distopik bir eğilim bir aradaydı.[20]
Post Digital Histories
17 Aralık 2014 – 21 Şubat 2015 tarihleri arasında Akbank Sanat’ta Darko Fritz’le beraber Digital Sonrası Tarihçeler: 1960’lar ve 1970’lerin Medya Sanatından Kesitler başlığıyla bir sergi düzenledik. İki alt başlık, iki bölüm içeren bu sergideki bölümlerden biri (New Tendencies) Yeni Eğilimler Hareketi idi. Bu çerçevede Zagrep Sanat Müzesinin arşivinden Eğilimler 4 ve Eğilimler 5 sergilerinde yer alan bilgisayar sanatı örneklerini ve Eğilimlere ait bir kısım belgeyi sergiledik.[21]
Kral giyinik mi?, Frieder Nake, Bilgisayar Sanatı Diye Bir Şey Olmamalı başlıklı makalenin The Computer Arts Society bülteninin Ekim 1971 baskısına eşlik eden fotoğraf
Bilgisayar Sanatı Olmamalı
Frieder Nake 1971 yılında Bilgisayar Sanatı Olmamalı[22] başlığıyla bir makale yayınladı. Bu makalede genel olarak sanatın ticarileşmesine tepki gösteriyorken iki şey yapmaya çalışıyor gibiydi. Birincisi bilgisayar sanatını sanat pazarından uzak tutarak bir anlamda korumaya çalışıyor, ikincisi bu yeni ve güçlü aracı insanların ihtiyaçlarını ve düşüncelerini görmezden gelmeye devam etmesi için sanat pazarına teslim etmek istemiyordu. Nake “Bilgisayar yaratıcılığa sahip midir” veya “bir bilgisayar sanatçı mıdır” gibi sorular ciddiye alınacak sorular olarak görülmemelidir, nokta. 20. yüzyılın sonlarında karşı karşıya olduğumuz sorunların ışığında bunlar geçerliliği olmayan anlamsız sorulardır."[23] diyordu ki biz hala aşağı yukarı aynı soruları soruyoruz.
Nake bundan iki yıl sonra Tendencies 5 sergisi için davet aldığında formun üzerine "Üzgünüm hiç yeni işim yok" yazacaktı. Akbank Sanat’ta 2015’de gerçekleştirdiğimiz sergide, serginin eş küratörü Darko Fritz, Nake’ye 1971’de yazdığı mektuba bugünkü cevabının ne olduğunu sordu. Nake ...Ancak Dijital Sanat Artık Her Yerde başlığıyla yazdığı cevapta “1971 tarihli metnim, tüm çaresizce naif bir hareket oluşuyla birlikte, ahlaki bir uyarı niteliğindeydi. Sanat ve estetiğin inceden inceye ve masumane bir tavırla insanların bir süre sonra direnmelerini gerektirecek süreçleri örtbas etmek için nasıl birer araç olarak kullanılmakta olduklarını gördüm. En azından gördüğümü iddia ettim. Bu metin rasyonel ve siyasi bir noktadan değil, duygusal ve ahlaki bir tutumla yazılmıştı. Bununla özellikle de gurur duyuyor değilim. Öte yandan, 1971 yılında böyle bir şey yapmak zorunda olduğumu hissettim." diyor.
Computer Museum'daki AARON tarafından yaratılan renkli ilk görsel, Boston, MA, 1995. Computer History Museum kolaksiyonundan
Algoritmik sanat to AI
Sonraki yıllarda sanatçılar daha karmaşık algoritmalar geliştirmeye ve görsel eserler üretmeye devam etti. Makine ile sanat üreten ve sanat yapmak için makineler tasarlayan ilk sanatçılardan biri, yarattığı bir dizi kuralı izleyen çizimler üretmek için 1973'te AARON programını yazan sanatçı Harold Cohen'dir. Cohen, kariyerinin geri kalanı için AARON'u geliştirmeye ve iyileştirmeye devam etti, ancak program, sanatçının yönlendirdiği şekilde görevleri yerine getirmeye yönelik temel tasarım anlayışını korudu. Ama Nake ve kuşağının sanatçıları gibi soyut geometrik görseller üreten algoritmalar yerine figürler ve portreler üretecek daha karmaşık algoritmalar geliştirdi.
AARON ilk kez 1972'de Los Angeles County Sanat Müzesi'nde ve 1973'te La Jolla Müzesi'nde halka açık bir şekilde sergilendi. 1977'de documenta VI'da (Kassel), Amsterdam'daki Stedelijk Müzesi ve San Francisco Modern Sanat Müzesi'nde de sergileniyor. Cohen, AARON'u son derece güçlü ve karmaşık kural tabanlı bir yazılıma dönüştürürken, 1990'larda çizim makinelerini boyama makineleri ile değiştirdi. Harold Cohen AARON’da bugün AI dediğimiz teknikleri kullanmıyordu ama onun tipik konuları olan "hayali" insanların portreleri ve natürmortlar bugün de AI ile üretilen sanat örneklerinin en popüler konusu olmaya devam ediyor.
Bugünlere gelince, yapay zekâ ile işler üreten ilk sanatçılardan biri Mario Klingemann 2000’lerin başlarında algoritmik sanat işleri üretmeye başlıyor. AI ile çalışmaya, Google'ın Deep Dreams'i[24] tanıtmasıyla, 2015 yılında başlıyor. Mario Klingemann, 2017’de ürettiği Imposture Series baskılarından biri olan Kasap'ın Oğlu ile 2018’de teknolojiyle yaratılan sanat işlerine verilen Lumen Prize Altın Ödülüne layık görülüyor. Imposture Series, Klingemann’ın yapay zeka modellerinin görsel çıktıları olan 6 baskıdan oluşan bir koleksiyon. Sanatçı yapay zeka modelini internetten topladığı çöp adam ve çıplak insan görüntüleri ile eğiterek basit çizgi figürleri resme (nü’ye) dönüştürmesini sağlıyor.[25] Seride yer alan 6 eserin her biri, sanatçının Imposture Series modeli ile yarattığı 50.000'den[26] fazla resim arasından kendisi tarafından seçiliyor. Her ne kadar bu eserler söz konusu olduğunda yapay zeka ile üretilmiş olmaları öne çıkarılıyorsa da atlanan mesele 50.000’inn içinden o altı taneyi seçmiş olmak.
Sanat açısından başka bir ilginç soru Albert Barqué-Duran’ın Killengemann’ın Imposture serisinden bir resmin yağlıboya ile aslına sadık bir kopyasını yapmasıyla ortaya çıkıyor. Bunun bir sanat eseri olduğuna dair bir kuşkumuz yok, değil mi? Eh, sanatın cilveleri diyelim.
Mario Klingemann ve Albert Barqué-Duran, My Artificial Muse, 2017, © Mario Klingemann. Klingemann’ın GAN ile ürettiği resim projeksiyonla duvara yansıtılırken, Barqué yapay zekâ ile üretilen eserin karakteristiklerine ve görsel dokusuna sadık kalarak onun yağlı boya ile bir reprodüksiyonunu üretiyor.
Bu alandaki en tartışmalı anlardan birisi Christie’s’de 2018’de açık artırmaya çıkarılan ilk yapay zeka sanatı eseri olan Edmond Belamy'nin Portresi'ni 432.500 dolara satılması. Parisli üç sanatçıdan (Hugo Caselles-Dupré, Pierre Fautrel ve Gauthier Vernie) oluşan sanatçı grubu Obvious’un GAN algoritması ile ürettikleri 11 parçadan oluşan La Famille De Belamy isimli eserlerindeki portrelerden birisi. Sanatçılar algoritmayı 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar boyanmış 15.000 portreden oluşan bir veri setiyle besleyerek ona geçmiş portre örneklerinin estetiğini “öğretiyor” ve benzerlerini üretmesini istiyorlar. Obvious algoritmanın bu öğrenmeye dayanarak ürettiği “çok sayıdaki” (sayıyı belirtmiyorlar) portre arasından 11 tanesini seçerek seriyi oluşturuyor.
Obvious-Hugo Caselles-Dupré, Pierre Fautrel ve Gauthier Vernier, Portrait of Edmond Belamy, 2018,
Sahip kim
Algoritmalarını açık kaynak lisansıyla çevrimiçi olarak paylaşan yeni bir lise mezunu olan 19 yaşındaki Robbie Barrat'ın algoritmasını kullanarak geliştirdikleri söyleniyor. Obvious bu konuda da net bir bilgi vermiyor ama manifestolarında “Çok az algoritma sıfırdan yazılır, bu nedenle daha çok mevcut kod parçalarını amacımıza mümkün olan en iyi şekilde hizmet etmesini sağlamak için bir araya” getirdiklerini söylüyorlar. Bu halde eserin yaratıcısı —ya da sahibi— kim? Mitsel bir Makine mi, Obvious mu, kodunu açık kaynak olarak internete koyan Barrat mı, 1950’lerden beri süren AI araştırmalarına katkı koyan bilim adamları mı? Makinanın öğrenmesi sağlayan 15.000 portrenin yaratıcıları mı? Bu da tartışmaya açık…
Sanatçının mitleştirme çabası
Christies’in sitesinde AI üzerine Ahmed Elgammal ile yapılan bir röportajda [27] , New Jersey'deki Rutgers Üniversitesi Sanat ve Yapay Zeka Laboratuvarı'nın direktörü -kendisi de gördüklerimize benzer işler üreten sanatçı- Ahmed Elgammal, CAN adını verdiği bir sistemle çalıştığını söylüyor - Generative yerine Creative Network. Bunu sanat dünyasının spekülatif söylemlerinden birine örnek olsun diye aktarıyorum.
Elgammal, "Her çalıştırdığımda ortaya çıkan sonuç beni şaşırtıyor" diyor. "İlginç bir soru da şu: CAN'in sanatının bu kadar büyük bir kısmı neden soyut? Bence bunun nedeni algoritmanın sanatın belli bir yörüngede ilerlediğini kavramış olması. Eğer yeni bir şey yapmak istiyorsa, geriye dönüp 20. yüzyıldan önce var olduğu gibi figüratif eserler üretemez. İleriye doğru hareket etmek zorundadır. Ağ, soyutlamaya yöneldiğinde daha fazla çözüm bulduğunu öğrenmiştir: Yenilik için alan buradadır.” Elgammal’ın anlatısında da bir mitleştirmeyle karşı karşıyayız. Sanatçılar bunu yaptığını -bu mite yaslandığını-, genel olarak bugünlerde üretilen işlerin ardındaki metinlere baktığımızda pek âlâ söyleyebiliriz. Sanıyorum bu mit işlerinin gizemini, değerini arttırıyor, hatta galiba “yaratıyor”.
Makalenin yazarı Elgammal’ın sözlerini “Bu yapay zeka algoritmalarının sadece resim yapmakla kalmayıp sanat tarihinin gidişatını da modelleme eğiliminde olduğu gibi ilgi çekici bir düşünceyi gündeme getiriyor - sanki sanatın figürasyondan soyutlamaya doğru uzun ilerleyişi, yarım bin yıldır kolektif bilinçaltında çalışan bir programın parçasıymış ve görsel kültürümüzün tüm hikayesi matematiksel bir kaçınılmazlıkmış gibi.” diye yorumluyor.[28]
Sanat eseri mi, değil mi?
Edmond Belamy’nin portresi sanat eseri midir değil midir sorusunu, söz konusu tek bir görsel üzerinden cevaplamaya kalkarsak makine tarafından üretilmiş bir görsel olduğunu söyleyerek kestirip atabiliriz. Ama elbette soruyu tüm bağlamı içerisinde bakarak cevaplamak durumundayız. Görselin üretilmesine dair bütün süreç, zamanımızın soruları ve sorunsalları, bir sanat müzayedesinde satışa sunulması ve yüksek bir fiyata alıcı bulması… Tüm bunlar eninde sonunda ve kaçınılmaz olarak Edmond Belamy’nin portresini bir sanat eseri yapıyor. Sanata sosyal bir örgütlenme olarak bakarsak bütün failer farklı rollerde bu işin bir parçasıdır, bütün mümkün tartışmalara rağmen, Obvious grubu da eserin sahibi, yaratıcısıdır. Ne ki tüm bu sosyal örgütlenme içerisinde makine henüz bir fail değil, bir araç olmaktan öteye gitmiyor.
Bager Akbay, I Am An Artist, 2012; Bager Akbay, Deniz Yılmaz, 2015
Sanatçı kimdir?
Burada bizden bir örnek verebilirim. Türkiye’de Bager Akbaş 2012’de yaptığı I am an Artist [29] ve 2015’de yaptığı Deniz Yılmaz [30] işiyle, sanat eserinin neliği ve sahiplik meselesine dair soruları yine sanatın aracılığıyla soruyordu.
Sanatçı kimdir: Makine mi makineyi yapan mı, ya da sadece kullanan mı? Nake’nin ve dönemin mühendis sanatçılarının meselesi makineyi yeni bir araç ve medyum olarak sanatın evrenine dahil etmek üzerineydi, Bager aynı meseleyi bugünün teknolojileri üzerinden yeniden gündeme getirmenin yanı sıra, sanat eserinin neliğine, ve eser sahipliğine dair bugün konuştuğumuz soruları sanat üzerinden soruyordu.
Külliyat meselesi
Sanatçı kimdir sorusuna bir daha bakalım? İlk gençliğinde şiir yazmamış insan neredeyse yoktur. Hatta bunu çoğundan daha ciddiye alıp ileri götürenlerimiz, kimi şiirini yayınlatanımız da vardır. Ama ne biz ne onlar şair olmadılar -elbet olanları dışarıda bırakıyorum.- Yazdıkları şiir oldu fakat! Belki gerçekten çok iyiydiler ve hala iyi birer şiir olarak duruyorlar. Bazıları yayınlandıkları dergilerde birçok okuyucuyu da etkilediler. Belamy Family’i yaratan “sanatçı-makina” olsa idi (ki Obvious) “biz”lerden biri gibi olurdu, Deniz Yılmaz gibi diyelim -Bager’e referansla-. Ama Deniz Yılmaz ya da makine şair hep bizim ilk gençliğimizde kalacak; hep aynı şiirleri yazacak; çok sıkıcı bir külliyat bırakacak; ve bir süre sonra kimseyi etkilemeyecek. Çünkü onun dış dünya ile ilişkisi yok. Oysa içimizden devam edip şair olanlar da oldu. Onlar sürekli yazdılar; yazarken dönüştüler, dönüşürken yazdılar. Bu süreklilik onları sanatçı kıldı. Tek bir eserle temsil edilmesi mümkün olmayan külliyatları ile sanatçı oldular. Ece Ayhan’ın, Edip Cansever’in rastgele bir şiirini okursanız etkilenmeyebilirsiniz; hatta kötü bile bulabilirsiniz. Ama külliyatına erişince sanatçıyla tanışırsınız ve eseri herhangi bir güzel nesne olmaktan çıkıp sanat eserine dönüşür. Tekil olarak eser hem bir kişisel külliyat, hem de sanat tarihi külliyatı içerisinde değer kazanır.
Sanat eseri nedir?
Ya da sanat eseri nedir? İzleyiciye belli duygulanımlar yaratarak onu etkileyen bir nesne mi, yoksa sosyal bir örgütlenme mi? Sanatla güzel arasındaki fark nedir? Sanat eseri sanatçının zamanı ve çevresiyle kurduğu ilişki içerisinde belirli bir -dizi- niyetle ortaya çıkıyor. Niyet esas.
De Belamy Ailesi (Toplamda 11 portreden oluşuyor)
Niyet esas derken sanatçının niyetinden söz ediyoruz bu durumda; peki izleyicinin niyeti? İzleyicinin niyeti yaratıcının niyetini ikame edebilir mi, yerine geçebilir mi; hatta ilkinin yokluğunda boşluğu doldurabilir mi? Çoğu eseri bir bağlam içine oturtmadan anlamlandıramıyoruz. Sadece beğenebiliyoruz. Edmond Belamy ile Henrietta Moraes [31] bir anda karşımıza çıksa ya da daha önce ikisine de rastlamamış birisine gösterip (Nees’in yaptığı gibi bir) Turing Testi yapsak sonuç ne olurdu? Makine veya insan yapımı olması, bu bilgiye sahip olmayan izleyicinin etkilenimini değiştirir miydi? İzleyicinin beğenisi onu sanat eseri yapmaya yeter mi? Yoksa sadece o birey için güzel olan çeşitli nesne, mekan veya anların arasında mı konumlanır?
Francis Bacon, Three Studies for a Portrait of Henrietta Moraes, 1963 triptik, kanvas üzerine yağlı boya
Peki, Belamy Family sanat eseri mi? Kesinlikle, Obvious grubunun makine kullanarak yaptığı bir sanat eseri. Makine burada hem bir araç hem de medyum. Obvious’un makineyi kullanımı ya da kullandıkları makine Frieder Nake’nin ya da Harold Cohen’in kullandığından sadece biraz daha karmaşık. Bu karmaşıklık arttıkça soyutlama mesafesi, ya da sanatçı ile sanat eseri arasındaki mesafe artıyor. Sanatçı üretimi delege ediyor ama yaratıcılık eylemini delege etmiyor. Fakat üretimin delege edilmesi makinenin özgünlüğünün yanı sıra bilinmezler, hatalar ve rastlantılarla sonucu etkilemesine sebep oluyor ve makine yaratım sürecine dahil oluyor.
Evet, makine -daha da genelleyerek teknoloji diyelim- yaratım sürecine dahil ama bu onu yaratıcı yapmıyor. Bu fotoğraf ortaya çıktığında da böyleydi. Sanatçı el emeğiyle yaptığı görüntünün üretilmesi işini makineye devretti; bir iki ayar ve bir düğme ile bütün üretim sürecini -bir anlamda- delege etti. Aslında fotoğrafın hikayesi yapay zekanınki ile çok karşılaştırılıyor, ki bence de anlamlı bu. Fotoğraf bugün bir sanat formudur da, ve “bazı” fotoğraflar sanat eseridir. Ama onca yıldır verdiği uğraşa ve vardığı sofistikasyona rağmen fotoğraf makinesi sanatçı olamadı. :) Sadece fotoğrafçının niyetine hizmet etti.
Belamy Aile Portresi bir sanat eseri, çünkü Belamy Ailesi için de niyet oradadır; belli ki (yaratıcıların) bir niyeti var ama bu makinenin niyeti değil!
Bu kapak sayfasını basın bildirileriyle birlikte gönderdiler. Bu, bir süredir devam eden insanlığın geleceği ile ilgili antroposcene, post-human ve benzeri kamuoyu tartışmalarına karışan / katılan bir ifadedir bu. Burada makine sanat yaratmayı başardı derken esasen web siterinde yer alan manifestolarında yapay zeka yüceltilmiyor, sadece bir araç olarak anlatılıyor. Öte yandan işi Christie's'de, yani sanat pazarında 432.000 dolara sattılar. Oraya nasıl vardılar bilemiyoruz ama aynı zamanda, sanat ve sanat pazarı açısından, kışkırtıcı bir hareket değil mi? Ancak bu ve benzer birçok iş, esasen, teknoloji konusunda bir tartışma yarattılar.
Agency
Değişen paradigma aslında insan dışındaki faillerin (agency, agent) devreye girmesi, 30 yıl önce naif olan soru artık özellikle Post Human teori çerçevesinde bir tartışma zemini buluyor. İnsan dışındaki -olası- agentlar sadece akıllı makinalar, siborglar vb. değil, bio-artın gündeme getirdiği micro-organizmalar, virüsler, bütün insan-olmayanlar. Bio-art bu insan sonrası düşünceye varan paradigma değişikliğinin en güçlü taşıyıcısı şu sıralar. Ama bio-sanat söz konusu olduğunda virüsler, ya da mikro organizmalar sanat yapabilir mi sorusunu sormuyoruz? Virüslerin sanat yapamayacağına inancımız tamken makinelerin sanat yapıp yapamayacağına dair tereddütümüzün temeli ne?
Sorular ve sonsöz
Öte yandan, acaba yapay zeka sanat ilişkisi bilime, teknolojiye ve geleceğin politikalarına yön verenlerin tasarladığı bir geleceğin taşlarını mı döşüyor? Yapay zeka, günümüzün Elektronik Beyin formu mu? Yani sanat üzerinden bir teknolojik soylulaştırma [32] (gentrification) mu yürütülüyor? Genel olarak sanat ve teknoloji ilişkisi çerçevesinde atlamamamız gereken sorular bunlar bence?
Ben kendi adıma sanat eserini eleştirel veya yenilikçi değeri ile ölçüyorum. Yapay zeka kullanması bir işi iyi ve özgün yapmaya yetmiyor elbet. Baştaki dijital sanat tartışmasına dönersek dijital araçlar arasında yapay zeka da var. Dijital sanat genel bir terim, ki bu yeni bir market yaratmaya da çalışıyor. NFT bunun niş bir örneği. Bu market bir yandan teknoloji ile dönüşmeye hızlanarak devam eden dünyamızda kaçınılmaz olanın önünü açmaya çalışıyor öte yandan neoliberal ekonomi ya da kapitalizmin tüm pazarları gibi üretici değil üretim araçlarına sahip olanlar lehine bir pazar oluşturmaya iki biçimde devam ediyor; talep yaratmak ve bu talep dolayısı ile üretim araçlarını meşrulaştırmak.
Başta sözünü ettiğim “dijital sanat - yeni medya sanatı” tartışmasına referansla, benim için bir işi değerli kılan ya da iyi bir sanat eseri yapan şey eleştirelliği veya yenilikçi değeridir. Eleştirellik önemli ve yeni bir şey söyleyen her iş zımnen -doğası gereği, dolaylı olarak- eleştireldir. Dolayısı ile özellikle söylemini yapay zeka üzerine kurmuş veya yapay zekayı kullanarak üretilmiş işler söz konusu olduğunda tam da kullandığı medyum veya araç hakkında ne söylediği ilgilendiriyor beni. Yapay Zeka sanatçı mıdır değil midir tartışması, yapay zeka sanat üretebilir mi gibi sorular ya da yapay zeka ile kullanılarak üretildiği vurgusu ve teknoloji güzellemeleri tam da bu soruları örtmeye yarıyor; daha fenası makineleri ve makinelere sahip olanların gücünü yüceltirken, beni -sanat izleyicisini- çaresizleştiriyor, sanatı ulaşılmaz kılıyor.
Öte yandan bu tür işler belirli i ilişkileri ve ilişki biçimlerini kaçınılmaz kılıyor. Oysa sanatçı bağımsız olduğu ölçüde eleştirel olabilir. 20. yüzyılın başından beri şekillenen sanatçı profili ve özellikle 60’lardan bu yana çağdaş sanat bu bağımsızlığı temel alır; her ne kadar sanat marketi ve kurumlar sanatçının bağımsızlığı üzerine hegemonya kurmaya çalışsa ve belli ölçülerde bunu başarmış olsa da… Büyük platformların desteği; araştırma, üretim ve sergileme için gerekli kurumsal ilişkiler; erişimi herkes için kolay ve açık olmayan teknolojiler sonunda ortaya çıkan, yeni hiçbir şey sunmayan ve söyleminin -yapay zeka, vs. ile etrafında yaratılan teknoloji mitinin- işin kendisini aştığı -ya da aslında “yaptığı”- örnekler tam da bu sanatı bireyden ve toplumdan uzaklaştıran ve teknolojiyi mitleştirerek yücelten İşler. Oysa teknoloji insanların elinde! Sanat aracılığıyla yaratılan bu mitin yarattığı sis perdesinin arkasına bakmalıyız.
Dolayısı ile bu yazının meselesine dönüp bir cümle ile sonlandırırsak: Yapay zeka sanatçının kullandığı teknolojilerden biridir, bir sanat ürününün aracı veya medyumu olabilir. Bu tartışmayı sanat yapay zeka ilişkisinden yapay zeka’nın özellikle tüketim, toplumsal kontrol, devlet yönetimi ve savaş alanlarında ne yapmakta olduğuna ve neler yapabileceğine çevirmek gerekir. Elbet bunu yaparken yapay zeka mitinden kurtulmak, yapay zekanın insanların elinde, insanlar tarafından geliştirilen bir araç olduğunu unutmamamız gerekiyor. Aksi halde teknoloji karmaşıklaştıkça ve tekelleşmeye devam ettikçe, bugünün miti geleceğimizin distopik gerçeği olacak.
Comments