Tasarım Müzesi, eski Commonwealth Enstitüsü binasını hayata döndürmek için Victoria & Albert Müzesi içindeki tohumdan yetişti. Deyan Sudjic, müzenin şimdi sadece tasarımcılara değil, daha geniş bir kitleye nasıl hitap ettiğinden bahsediyor.
Deyan Sudjic, Fotoğraf: Ugo Petronin
Deniz Tekkul: Tasarım Müzesi’nin geçtiğimiz Kasım ayında taşınmasından bu yana neler değişti?
Deyan Sudjic: Tasarım Müzesi'nin uzun bir geçmişi var: 1980'lerin başında, kurucumuz Terence Conran'ın dünyaya bir şeyler katmak ve teşekkür etmek için tasarımla ilgili bir iş yapmanın önemli olduğunu düşünmesiyle başladık. Conran, tasarımın dünyada nasıl görüldüğüne bakmak istiyordu. Bu işe özellikle, dünyanın en eski tasarım müzesi olan Victoria & Albert Müzesi'ne bakarak başladı.
V&A, 1851'de açıldı- neredeyse dinozorlar hâlâ dünyada hüküm sürerken. Bu, modern dünyanın kendini gösterme ve kanıtlama anıydı. Bu andan itibaren, dünyanın dört bir yanından yeni teknolojileri ve bu teknolojilerin tasarlanma biçimlerini bir araya getiren Büyük Sergi'de, tasarımın sahip olduğu kudretin altını çizen Joseph Paxton'ın Kristal Sarayı'nda başladı. İlk Dünya Fuarı için satılan biletlerden elde edilen kâr ise, dünyanın ilk tasarım müzesi olan V&A'yı açmaya yarayacaktı. İlk günlerinde, üreticilere nasıl daha iyi ürünler hazırladıklarını göstermek, endüstride çalışabilecek öğrencileri eğitmek ve halka neyin önemli olduğunu anlatmak için bir fırsat olarak görülüyordu. Çok geçmeden V&A Müzesi fikri bambaşka bir şeye dönüştü. Anglo-Sakson dünyasında, kültürle bir araya geldiğinde, ticarete karşı doğal bir şüphecilik var. Bu nedenle, başlangıçtaki amaç muhteşem bir dekoratif sanatlar müzesine dönüştü.
Tasarım Müzesi, V&A binasının içindeki bir tohumdan yetişti ve beş yıl boyunca çok iyi gitti. Daha sonra kurucumuz "Kendi müzemizi kendi binamızda yapalım." diye düşündü. Londra'da Tower Bridge yakınlarındaki Shad Thames'e gittik. Binanın konumu amacına oldukça uygundu. 3.000 metrekarelik müze o sene 200.000 ziyaretçi ağırladı.
DT: Tasarım Müzesi ilk kez Shad Thames'te açıldığında, açılış sergisinin adı Culture and Commerce'tü (Kültür ve Ticaret), yeni yerinizdeki ilk serginizi ise Fear and Love (Korku ve Sevgi) adı ile açtınız.
DS: Aslında daha da geriye giderseniz, V&A Müzesi’nde açılan sergiye Art and Industry (Sanat ve Endüstri) adı verilmişti.
DT: Sizce bu durum o zamandan beri dünyanın değişmesine dair neler söylüyor?
DS: Sanırım tasarımın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor çünkü tasarım basit bir nesne değil, 'Bundan biraz alalım' diyebileceğiniz bir şey değil. Bana göre dünyaya bakış biçimidir, daha çok felsefe veya matematik gibi. Aynı zamanda dünyanın nasıl farklılaştığını anlamanızı sağlar.
1983 yılında eski Tasarım Müzesi açıldığında, 'kültürel ifade biçimi olarak tasarım' ve 'ticaret olarak tasarım' arasındaki gerginlik hiç şüphesiz önemli bir konuydu. Ettore Sottsass gibi tasarımcıların ürün satmak için değil, içinde bulunduğumuz toplumun değerlerini sorgulamak için; bir yandan Olivetti'ye daktilo tasarladıkları, bir yandan da Memphis için yaratıcı çalışmalar yaptıkları zamanlardan bahsediyorum. Bu, iş dünyasını tasarımın şekillendirdiği iddiasını ortaya koyan güçlü bir tema hâlâ. Örneğin Apple, tasarımcıları olmadan başarılı bir ürün ortaya koyamaz. Belki özellikle de bugün, toplumun nasıl olması gerektiğini sorgulamak gerekiyor. Tasarım için durum her zaman böyleydi.
Tasarım, 1980'den bu yana, büyük bir hızla değişen dünyaya neler olduğuyla ilgili sorular sormaya gittikçe daha fazla önem veriyor. Korku ve Sevgi sergisi de öyle. Yalnızca yeni bir şey başlattığınızda, bir kurum açtığınızda yapacağınız türden bir sergi bu. Bizim ilgilendiğimiz alanı gösteren bir harita; tasarımcıların da geldikleri ülkeleri içine alıyor: Japonya, Almanya, Hollanda, İngiltere ve Çin. Böylece tasarımın evrensel olduğunu söylüyor. Hem de çeşitli konularda; modada, geri dönüşümde, teknolojide ve mimaride; tasarım daima söz konusudur diyor. Bunu ummadığınız bir şekilde gerçekleştirmeye çalıştık. Tasarımcılardan bizleri endişelendiren ve huzursuz eden şeylere yönelmelerini istedik: "Robotlar işlerimizi alacak", "Akıllı telefonlar ile mahremiyet kalmayacak", "Dünya çok hızlı değişiyor", "Kendimizi yok edeceğiz ", "Milliyetçilik dehşet saçıyor". Bu fikirleri ilgi çekici ve provokatif bir şekilde araştıran iki yerleştirme var. İnsanlara tasarımın yalnızca sandalye ve bilgisayarla ilgili olmadığını göstereceğini umuyorum bu yerleştirmelerin.
Deyan Sudjic, Fotoğraf: Ugo Petronin
DT: Yeni bina hakkında konuşursak; birçok mimar ve tasarımcının elinden çıkan nir işbirliği ürünü. Bu süreç hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
DS: Binanın ilk tamamlanma yılı 1962. Şimdi çok eski bir zaman gibi geliyor kulağa. İnşa edildiğinde Londra'nın ikinci en modern binasıydı. Londra'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan yeni çıktığı bir dönemdi. İnşaat malzemeleri sınırlıydı, hırs sınırlıydı, bu yüzden bu bina polemik bir proje olarak inşa edildi. Bu Commonwealth Enstitüsü binası, İngiliz İmparatorluğu'nun sonunun bir kapsülü ve farklı bir şeye dönüşümüydü. Commonwealth Derneği'nin ve İmparatorluğun eski üyelerinin fikriydi. Daha işbirlikçi olması amacıyla inşa edildi. Bunu yapabilmek için V&A Müzesi’nin yanında İmparatorluk Enstitüsü olarak adlandırılan binayı yıktılar. Onun yıkılmasıyla çağdaş bir gelecek fikri bu binada kapsüllendi. Buna, Eero Saarinen ile Kennedy Havaalanı'ndaki TWA Terminali ve Guggenheim arasında, İngiltere'deki modernite fikrinin naif bir çatışmasıydı diyebiliriz.
Bu binadaki amacımız binayı nasıl hayata döndüreceğimizi keşfetmek, başarısızlıktan ziyade umut aşılamaktı. "Bir amaç için tasarlanmış bu binayı, başka bir amaca uygun hale nasıl getirebiliriz?" sorusuna yanıt aramaktı. Şimdi bir müzeyiz, sergilerimiz ve ziyaretçilerimiz var. Ancak bina o zamanlar daha farklı bir projeydi. İngiltere İmparatorluğu’nun 50 üyesiyle birlikte tüm eserlerini sergileyen Dünya Fuarı'na benzer büyük bir çadırdı. Asıl niteliklerini esas alarak binayı yeniden hayata döndürmek istedik.
Bu binada olmamızın sebebi, daha büyük bir ticari düzenin parçası olması. Bir emlak şirketi, konut düzenine dönüştürme planıyla, 10 yıldır boş olan enstitü binasını satın aldı. Kent, "OMA'nın tasarlayacağı dairelerinizi ancak binayı kentin simgesi yapacak birini bulursanız inşa edebilirsiniz." dedi. Kültürel bir amaç için kullanılacaktı, ki şu an öyleyiz. Bu yüzden pek çok mimar dahil ettik işe. Arazinin ticari geliştiricisi de olan ev sahibimiz Rem Koolhaas'ı (OMA) üç konut binasının imar planını oluşturması ve inşa etmesi için görevlendirdi. Ayrıca Hollandalı peyzaj mimarlık ofisi West 8'i de işe aldılar. Biz ise binayı iskeletken devraldık. Binanın dış cephesini ev sahibi yaptı. Binanın içini şekillendirenler ise bizim verdiğimiz talimatlarla ev sahibinin mühendisleri ve mimarlarıydı.
John Pawson'u binanın içini iyileştirmesi için mimarımız olarak işe dahil ettik. Bunun haricinde binanın belli bölümleri üzerinde çalışan çok sayıda tasarımcımız var. En üst katta yer alan ve yedi yıl orada kalacak olan koleksiyonumuzu Morag Myerscough tasarlıyor. Yönlendirme sistemini grafik tasarımcı Cartlidge Levene yaptı. Kimlik danışmanımız olarak ise Fernando Gutierrez ile çalışıyoruz.
DT: Dezeen'in Brexit Pasaport Tasarım Yarışması'nda jürisiniz. Bu yarışma konuyu nasıl ele alıyor?
DS: Benim için yarışmanın amacı daha iyi bir İngiliz pasaportu tasarlamak değil. Bu gergin sürecin ne anlama geldiği konusunda polemik oluşturmak için bir şans olarak görüyorum. "İngiltere'de tasarım" var, evet. Ancak "İngiliz tasarımı" diye bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim.
Tasarım, ulusal kimlik fikrini oluşturmak için kullanılabilir. Bunun en bariz örneği para. En büyük tasarım hilesi. Bir kağıt parçası yaparsınız, neredeyse hiç değeri yoktur. Üzerine bir şey koyunca değerlenir. Öylesine bir değer değil; İngiliz, Avrupalı, Amerikan ya da Türk olarak, özel bir değer. Sembolleri, anıları ve geçmişe atıfları kullanarak... Düşünürseniz, İngiliz paralarında Kraliçe ve 18. yüzyılın peruklu İngiliz kahramanları var. Amerika'nın banknotlarında hiç kadın yok, yeşil renkte - paranın renginin yeşil olduğunu herkes bilir - ve 1900'lü yıllardaki Havana marka puro kutusu etiketlerine benziyor. İlerleme kaydettiğini düşünen Euro ise şaşırtıcı bir tarihe sahip. Çünkü düşük değerli Euro banknotlarına bakarsanız eski Yunanistan'ı, yüksek değerlilerde şimdiki Brüksel'i görürsünüz. Farklı tarihsel dönemlere ait ilginç ikonografiler, köprü, pencere ve kapı sembolleri vardır. Herkes İsviçre Frankı'nın değerli olduğunu bilir; böylece o semboller değişse de tanır. Yan yana, soyut simgelerdir. Hatta banknotlardan birinin arkasında Le Corbusier var. Bana göre yarışmanın amacı provokatif olmak. "Biz burada ne yapıyoruz? sorusunun cevabı işte bu yarışma" demek değil.
DT: Avrupa Birliği'nden ayrılmak sizce İngiltere'deki tasarımı nasıl değiştirecek?
DS: Mao Tse-tung'un bir zamanlar Fransız devrimi hakkında söylediği şey gibi: "Söylemek için çok erken." Ama iyi olmayacak.
Fotoğraf: Ugo Petronin
Comments