top of page
Naz Kocadere

Yazar gibi çizmek ve çizer gibi yazmak

Pera Müzesi’nde 8 Ağustos 2021 tarihine dek sürecek olan ve küratörlüğünü Etel Adnan’ın hayat arkadaşı ve 40 yılı aşkın zamandır dostu olan Simone Fattal ile birlikte Serhan Ada’nın yaptığı, Etel Adnan’ın 60 yıllık üretimini bir araya getiren İmkânsız Eve Dönüş sergisi hakkında Ada’ya merak ettiklerimizi sorduk


Röportaj: Naz Kocadere



Serhan Ada, Fotoğraf: Ahmet Sel



Etel Adnan’ın çok kültürlü, çok dilli ve çok yönlü üretimlerinine, onun samimi duruşuna uyan bir kurguyla oluşturulmuş bir sergi İmkânsız Eve Dönüş. Pera Müzesi’nin ev sahipliğinde gerçekleşen ve Etel’in 60 yıllık üretiminin tüm dönemlerini kapsayan retrospektif nitelikteki sergide sanatçının yağlı boya, desen, baskı, seramik, halı, leporello* ve film gibi çok farklı alanlarda ürettiği eserleri bir araya getiriyor. Beyrut doğumlu sanatçının yaşamında tanık olduğu savaşlar, siyasal ve toplumsal olaylar, yıkımları okumak ve üretimlerindeki yalın ve enerjik üsluba tanıklık etmek özel bir tecrübe. Yazı ve resmi, iki temel ifade aracı olarak kullanan ressam, yazar ve şair Etel Adnan, bizim son kısmında tanık olduğumuz bir yüzyılı halen yaşamakta; ne mutlu evreni onunla paylaşmak...



Solda: Etel Adnan, Dünyanın Ağırlığı 33, 2018, Tuval üzerine yağlı boya, 33x24 cm,

© Etel Adnan | Özel koleksiyon, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle

Ortada: Etel Adnan, Ayın Ağırlığı 15, 2018, Tuval üzerine yağlı boya, 33x24 cm,

© Etel Adnan, Özel koleksiyon, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle

Sağda: Etel Adnan, Uydular 21, 2020, Tuval üzerine yağlı boya, 33x22 cm,

© Etel Adnan, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle


Serginin adını sorarak başlamak isterim. İmkânsız Eve Dönüş’ün, Etel Adnan’ın geçmişine ve köklerine selam veren nitelikte olduğuna değiniyorsunuz. Yıkılmış bir imparatorluk, annesinin alevler içindeki memleketi, içine doğduğu şehrin bugün bile peşini bırakmayan yıkımları... Bunların arasından ışık saçan Etel’in “ev” tanımını merak ediyorum. Araştırmalarınızdan ve okumalarınızdan derlediklerinizden hareketle, “ev”in ve aidiyet duygusunun onda tekabül ettiği kelimeler nelerdir sizce?

Bilinen anlamıyla “ev”, insan, kendini tümüyle ait, güvende ve aynı zamanda kaçılamaz hissettiği o mekân olmayınca evini zihninde taşıyor olmalı. Hem sadece bellekte değil, hayal gücünde de. Birbirlerini ilk büyük savaşın sarsıcı zamanlarında tanıyıp sığınmış o çiftin tek çocuğu Etel’in tek bir dili de yoktu. Anne ve babasıyla Türkçe, annesiyle Rumca, arkadaşlarıyla Arapça, okulda zorla Fransızca konuşan Etel’in dili hep yazı idi bence. Sonra, “şeyler” geldi. Öncelikle dağ. Sausalito, Kaliforniya’daki o evin penceresini açtığında karşısına gelen Tamalpaïs! Onunla beraber diğer şeyler, deniz, orman, ağaçlar, güneş, ay, uydular, takımyıldızlar, ama bulutlar ve sis de. Penceresinin karşısında dağ olan herhangi bir yer, onun için ev oldu.

Evin imkânsızlık alanında kaldığı bir kez bilince kazılınca da bilinen anlamda aidiyetten ve onun kısıtlayıcı sınırlarından da sıyrılmış olunuyor bence. Etel de evrene düşkün olduğunu söylüyor bir yerlerde...


Serginin ilk adımlarında karşılaştıklarımız sanki sanatçının betimlediği evrenin ipuçları gibi, bitki örtüleri, manzaralar, körfezler... Ardından karşılaştığımız ve Etel’in pratiğinde sıkça karşılaşılan dağ figürleri göze çarpıyor. Bulunduğu şehirlere dair hafızasındaki bir kodlama yöntemi olarak mı seçmiş dağları? Dağ ve tepelerin Etel’in zihninde sembolik olarak başka anlamları var mıdır?

Etel Adnan öyle demiyor ama dağ bence düpedüz Akdeniz, yok olduğunda bile... Tamalpaïs’le karşı karşıya kalınca, onu sanatının sabit nesnesi haline getirirken bilinçli bir seçim yapmaktansa bunu derinden hissettiğini sanıyorum. Çocukluğunun Beyrut’unda, denizin dibindeki Sanin Dağı’nın hayalinin hep onunla, her gittiği yere birlikte gittiğini tahmin etmek zor değil. Ama annesinin doğduğu İzmir’de de dağ yine körfezin başına dikilmiş durmuyor mu? Yakında çıkacak Etel Adnan Kitabı derlemesinin içindeki kitaplardan biri olan Kentlere ve Kadınlara Dair- Fawwaz’a Mektuplar’da yine Barselona’yı dağ üzerinden pek güzel anlatıyor. Buradan yola çıkınca Cézanne’ın vazgeçemediği Sainte-Victoire Dağı takıntısının Etel’in külliyatına da girmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu.

Kentlere gelince onları yorumlamaktan ziyade görünür hallerinden yola çıkıp derinlerindeki hareketi sezdiğini görüyoruz. Sözünü ettiğim kitaptaki bir başka metin olan Paris Soyunduğunda’da bunu okuyabiliyoruz.


Sergide öne çıkan bir diğer öğe de zeytin ağaçları. Etel’in anne tarafından İzmir’e ve Ege’ye olan bağını da akılda tutarak, sanatçının şehre dair hafızasını da aktardığı Motion başlıklı video işine de değinmek gerekir. Zeytin ağaçlarının Etel’deki izi nedir acaba?

Zeytin ağaçları olmazsa olmaz. Ama asıl onlar Beyrut’un, doğduğu kentin ta kendisi. Aslında babasıyla arada halasını, kuzenlerini ve üvey kardeşlerini görmeye gittikleri Suriye de bir zeytin ülkesi (idi). İzmir ve Ege’yi ise, annesinin anlatımlarından giderek denizle anlatıyor kendisi. Nedense Etel yazılarında amcasının, Şam yakınlarında Besime’deki elma bahçesini anıyor sık sık. Bir söyleşisinde, o gösterişsiz haliyle zeytin ağacının bize verdikleriyle, bir zamanlar kutsal kabul edilen yağıyla bir tür tanrıça olduğuna değiniyor.

Sergideki videoya gelince, onu “sanat eseri” olsun diye yapmadığını sanıyorum. Bir vakitler (1960’lı yıllardan başlayarak) 8mm çektiği görüntülerin daha sonra montajlandığında eserinin geri kalanıyla nasıl bir bütünlük içinde olduğunu görünce kendisi de şaşırmış olmalı.



Solda: Etel Adnan, Akşam Üstü, 2020, Gravür, 35 Edisyon, 38 x 44 cm,

© Etel Adnan, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle

Sağda: Etel Adnan, İsimsiz, 1961, Ahşap üzerine sıvanmış tuval üzerine yağlı boya, 50x36 cm, LaM, Lille Métropole musée d’art moderne d’art contemporain et d’art brut, Villeneuve d’Ascq, no. 2010.3.1

© Fotoğraf: Nicolas Dewitte, LaM


Etel bir söyleşisinde, Beyrut’ta büyürken çevresinde sanat geleneğini çoğunlukla halılar ve/ya aile fotoğrafları üzerinden izleme fırsatı olduğunu söylüyor. İslam dünyasının estetiğinin kendini mimaride ya da halı desenlerinde gösterdiğini anlatıyor. Babasıyla souk adı verilen Arap pazar yerlerine gidip halılara baktıklarını anımsıyor ve bu anekdotu bugünkü müze gezme deneyimine benzetiyor. Sergideki kilim eserlere de bu pencereden bakınca bu dokuma materyalin meskene dönük aitlik hissini çağrıştırdı bende. Etel’in yolculuğunda bu materyal ile üretmenin aidiyet, göç ve sürgün gibi temalarda ilişkisi üzerine konuşalım isterim.

Öncelikle, 1960’ların Amerikası’nda ve özellikle Pasifik kıyısında dünyanın başka yerlerinde olup bitene karşı bir büyük uyanış yaşandı. Ama aynı zamanda o topraklarda daha önce yaşamış ve yerlerinden sürülmüş halkların kültürleriyle de ilgiliydi bu uyanış. İşte böyle bir zamanda usta dokumacı Ida Grae’nin atölyesine katıldığını ve orada Kızılderililerin kilimlerinin verdiği ilhamlardan yola çıktıklarını biliyoruz. (Tamal/païs Tamal yerlilerinin ülkesi anlamına geliyor.) Osmanlı’nın en hayranlık uyandırıcı çarşılarından olan Hamidiye Çarşısı Şam’dadır, Halep’in labirent souk’ları da insanın içinde kaybolması için birebir. Etel kendi dokuma öğrenmeye başlayınca, ister istemez hem çocukluğunda hem de sonrasında gördüğü bu yerlerdeki halı ve kilimlerde gördüklerinin çağrışımlarına kapılmış. Daha sonra, Fas’ta gördüğü kilimlere de değiniyor. Yine de bence bir tane küçük halı var: Beyrut’taki arkadaşına bıraktığı valizin içindeki annesinin çeyizinden kalma olan. Beyrut’un bitmek bilmeyen çalkantılı günlerinde onu emanet ettiği insanlar, Amerika’ya göçerken valizin içinde ne varsa üçe beşe bakmadan elden çıkarıvermişler hepsini. Bir tür “imkânsız halı”nın izleri de var yaptıklarında.


Sergideki dikkat çeken uzak doğu kültüründen Batı’ya taşınan akordeon resimleme geleneği leporello işlere değinmek isterim. Etel bu teknikle nasıl karşılaşıyor? Özellikle, Kalimat II başlıklı eserde yer alan soyut desenlere eşlik eden harfler, kaligrafik öğeler ilgimi çekti. Etel’in çok dilli tarihinin yanı sıra şair kimliğinin de etkisiyle harflerle ve kullandığı dillerin birbiriyle ilişkisi nasıl?

Leporello ile tanışması da bir önceki soruya verdiğim cevapta sözünü ettiğim dönemden kalma. Hatta şimdi sergimizde, San Fransisko’dayken gittiği kafede tanıştığı marjinal bir sokak sanatçısı olan Rick Barton’un (o da Uzak Doğu’dan savaş gazisi) yarım bıraktığı leporelloyu Etel’in tamamladığı o ilk örneği de bir tablette izleyiciyle buluşturuyoruz. Sanırım ilk defa... Ama yazıyla, şiirle bunca içli dışlı bir görsel sanatçının akordeon defterin büyüsüne kapılmaması mümkün mü? (Hem zaten aslında Japonya’da ve Çin’de vaktiyle okunmak için yapılırmış leporellolar.) Uzakta kalmış ülkenin ve dilin, Arapçanın kaligrafisini bir tür görsel istifle leporelloya “yazmaya” başlamış. En önce de Arap şairlerinin şiirlerini kopyalayarak. Madem Arapçaya doğrudan yazacak kadar hâkim değil o da yazarak resmini yapmış. Hatta kimi zaman sahiplerine hediye de etmiş defterleri. Hem yepyeni bir mecra da olduğunu söylüyor kendisi. Öyle ya, duvara asılamaz leporello. Bir çekmeye güzelce yerleşir ve arada açılıp (istenirse her seferinde farklı bir sırayla) okunur. Ve bakılır.



Etel Adnan, Beit Eddin, 2003, Leporello, Kâğıt üzerine Çin mürekkebi, 19x8cm (açık:19x174cm),

© Etel Adnan, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle


Etel’in edebiyatla olan ilişkisini, şair kimliğini, muhabirlik geçmişini, felsefeyle ilişkisini görünür kılan ve sergideki üretimlere eşlik eden alıntılar var. Bu alıntıların seçim sürecini anlatır mısınız?

Serginin anlatısını kurarken, küratör olarak bir meta-anlam yüklemek istemedim onun yaptıklarına. O da tüm o şeylerle ilgili olarak öyle yapmıyor muydu? O nedenle alıntıların sırasına karar verdim sadece kronolojiyi fazla dikkate almadan. Elimizdeki eser toplamı kendi kendinin anlatısını da içeriyordu bir bakıma. Daha fazla yorum ya da açıklamayla sergiyi görecek olanların zihnine, hayallerine yük oluşturmamaya çalıştım. Onun yaptıklarıyla olabildiğince dolaysız bir ilişki kursunlar istedim.


Muazzam Gökbilimci serisinin arkasındaki hikâyeyi merak ediyorum. Burada sembollerden oluşan yeni bir dil mi oluşturmuş? Terk etmek durumunda kaldığı şehirlerin kendi düşlerindeki karşılığını bu işaretlerle mi oluşturmuş?

Etel, üzerinde yaşadığımız yeryüzünü, kendi deyimiyle “evimizi” sevmediğimizi, ona iyi bakmadığımızı, yıkılıp gitmesine göz yumduğumuzu söylüyor. Son zamanlarda, birkaç yıldır yaptığı işlerde dünyanın ötesine bakıyor olduğunu açıkça görüyoruz. Bu, çocukken babasının ayı gösterip “bak, oraya hiç ulaşamayacağız” dediği, sonra Armstrong çıkıp onun üzerinde yürüdüğünde duyduğu heyecana hiç benzemiyor. Muazzam Gökbilimci serisindeki işaretlerin ipucunu Arap Kıyâmeti’nde o noktasız, virgülsüz, öznesiz ve yüklemsiz kelime gruplarının arasına yerleştirdiği minik işaretlerde buluyoruz: Gözlerle de okunabilecek bir başka şiir. Sergideki seri de bir astronomun keşfettiği gökcisimlerinin sembolleri adeta.

Serginin hazırlığında, küratöryal ekibinizden Azra İşmen’in de dahil olduğu araştırma sürecinde Etel’in sanat tarihindeki yeri hakkındaki yorumlarınız neler? Yolculuğunda karşısına çıkan sınırlar, sivri nizamlar ve/ya kanonlar saptadınız mı?


Etel Adnan, bizim son kısmına tanık olduğumuz bir yüzyılı yaşadı ve yaşıyor. Ben tüm “yazdıklarıyla” (ki buna yazdıkları, boyadıkları, kazıdıkları, çizdikleri dâhil- unutmayalım o tuvali de küçücük masasının üzerine yerleştirip yatay konumda resim yapıyor, yazar gibi) bir yüzyılın, yüzyılımızın şiirini “yaptığına” inanıyorum. Tam da bu nedenle ne tarihin içinde konumlandırmaya ne de hepsi tek tek sorgulanabilir kanonlara bağlı olmadan, onda biricik olanı, ama aynı zamanda bildiğimiz, tanıdığımız pek çok şeyle bağlantı içinde, ona, eserine elimden geldiğince yakın ve samimi bakarak göstermeye çalıştım.


* Akordeon şeklinde katlanmış defter



Solda: Etel Adnan, İsimsiz, 2015, Tuval üzerine yağlı boya, 38x46cm,

© Etel Adnan, Özel koleksiyon, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle

Sağda: Etel Adnan, Tamalpaïs Dağı II, 2019, Seramik, 223,3 x 208,4 cm,

© Etel Adnan, Galerie Lelong & Co. Paris izniyle


Comments


bottom of page